‘Sorunları kişilerde değil, kurduğumuz ilişkiler ağında aramayı daha doğru buluyorum…’

Söyleşi: Mustafa Tuncay

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
5 min readJul 23, 2018

--

“İlker Aksoy, sınıfsal farklılıkları ve toplumsal rolleri deşifre ederek rekabet, esneklik, yaratıcılık gibi kavramlarla tasvir edilen yeni çalışma hayatının prangalarını gözler önüne sererken, kent yoksullarının, hırsızların, mavi yakalı işçilerin, ev kadınlarının, çoğunluğun “ölümden beter yaşamlar”ına tanık olmaya zorluyor. Çark işledikçe güçlenenlerin zafer addettikleri trajedi tüm çıplaklığıyla açığa çıkarken yakın görünen dostların, istenmeyen komşuların, kuşatıcı ailelerin etrafında baş döndürücü bir sarmal şekilleniyor. Kara mizahın keskin dilinin başarıyla kullanıldığı Ölümden Beter Yaşamlar, her şeyin gerçeklik üzerinden tariflendiği ancak gerçeklik zemininin giderek kaydığı cehennemlerimizle yüzleştiren modern bir tragedya…” İlker Aksoy ile Ölümden Beter Yaşamlar’ı konuştuk.

“Ölümden Beter Yaşamlar” ile Türk Edebiyatı’nda çok alışılmamış bir konuya değinerek, tabiri caizse “Sol-Underground” bir anlatı yapmışsınız. Sizi buna iten neydi?
Sanırım öncelikle sevdiğim sanat eserlerine, yazarlara, müzisyenlere, ressamlara öykünmem. Acaba, ben de, bana bu kadar harika şeyler hissettiren, kafamı açan adamların, kadınların yaptıklarına benzer bir şeyler yapabilir miyim; benim yaptıklarım da birilerine benim hissettiğim türden şeyler hissettirebilir mi, diye düşünmem. 20. yüzyılın modern sanat eserlerine, bir müzik türü olarak rock’a, bir tavır olarak punk’a, kısaca estetik olarak biraz “kirli” tabir edilen şeylere ilgi duyuyorum. Kitabın “underground” olarak tarif ettiğiniz kısmının kökleri buradan geliyor olabilir… Tanımın “sol” kısmına gelecek olursak… İnsan bildiği, gördüğü, dertlendiği şeyin şarkısını besteler, heykelini yapar, onun üzerine laf söyler. Ben de kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda adaletsiz, çarpık bir dünya görüyordum.

Peki, romanın fantastik sonu umutsuzluğun sonucu mudur? Yoksa tam tersi bir tepki uyandırmak, umutsuz insanları silkelemek için mi böyle bir son kurgulanmıştır?
Daha çok “eğer böyle bir düzen kurarsak, karşılığında da ancak bunu elde ederiz” demek istedim.

Çevremizde birçok Âdem Ziya, Kaan, Nejat Bey görebiliriz. O yüzden karakterler üzerinden gitmeyi çok yerinde bulmasam da Diler gibi ilgi çekici bir anti-kahramana değinmeden geçmek istemiyorum. Kurduğu avuntular, yalanlar ve bekleyişlerle, üstün çaresizliğinden dolayı sistemi topyekûn reddettiğinden bahsedebilir miyiz? Diler için bu bilinçli bir tercih mi? Yoksa doğal bir süreç mi?
Diler sadece sıradan ihtiyaçlarını karşılayabilmek istiyor. Çoğumuz bu sorunla her gün yüzleşiyoruz. “Evet, şimdi durumum iyi, ama emekli olunca geçinebilecek miyim?”. “Evet, başımı sokacak bir evim var, ama yarın başıma yıkılır mı?” Kendimizi güvenceye almaya çalışırken, bir yol olarak sistemi reddetmek de, sistemin yanında konuşlanmak da doğal refleksler gibi geliyor bana. Hepimiz aynı anda, az ya da çok, bu iki tarafta birden yer alıyoruz. Bu yüzden sorunları kişilerde değil, kurduğumuz ilişkiler ağında aramayı daha doğru buluyorum… Diler eğer sisteme eklemlenebilseydi, bunu yapardı. Ama işte bazılarımıza o kapılar açılıyor, bazılarımıza kapanıyor.

Romandaki sinematik-teatral anlatım biçimi açıkçası görselliğe bir çağrı. Bunun çağımız ya da geleceğin romancılığı ile bir ilgisi var mıdır?
Sinematik anlatımın diğer sanat dallarını etkilemesi çok uzun yıllardır devam ediyor olsa gerek. Şimdi bir de hepimizin cebinde kameralı telefonlar, elinde tabletler var. Günümüzde görsellik hiç olmadığı kadar önemli, daha da önem kazanacağı aşikâr. Dolayısıyla, yarın daha sinematik romanlar okumamak için bir sebep göremiyorum -tabii bu değiş tokuş karşılıklı da olacaktır. Diğer yandan bu kitap özelinde konuşacak olursak… Sanatın farklı türlerine meraklı birisiyim. Sanırım bu sebepten sinema özellikle ilgimi çekiyor. İçine müziği, mimariyi, resmi, fotoğrafı, heykeli sığdırabiliyorsunuz. Ancak sinema yapmak çok fazla teknik destek, para ve insan gücü de gerektiriyor… Bu işe epeyce kafa yorduktan sonra, kendimi ifade etmek için yazmak bana daha iyi bir tercih gibi göründü. Bazı sinemasal teknikler bu hevesimin sonucu olarak girmiş olabilirler kitaba.

Çok yakın bir geçmişin romanını yazmışsınız. Yazarlar genelde yaşayıp, hesaplaşmalarını tamamladıktan sonra ürettiklerini söylerler. Siz anlattığınız dönemle, 2000’lerin başı ile böyle bir hesaplaşmaya girdiniz mi? O çok kısa zaman diliminin Türkiye’de çok hızlı değişimlere neden olduğunu bildiğim için bu soruyu özellikle sormak istiyorum. Biraz da yazma sürecinizi merak ediyorum.
Kitabı yazmam, bazen epey uzun aralar da vererek, sekiz yılımı aldı. Basılması ise iki sene sürdü. Otuz sene boyunca 12 Eylül meyvelerini vermiş gibiydi. Politik olmak demode olarak görülen bir şeydi. En azında benim gözlemim bu yönde olmuştu. Hesaplaşma demeyelim ama bunu önemli bulup, hikâyenin fonuna kendimde de gördüğüm bu halet-i ruhiyeyi koymaya çalıştım. Artık daha fazla üzerinde çalışmayacağım deyip, yayınevlerine postaladıktan bir ay kadar sonra Gezi direnişi başlamıştı. Doğrusu kitap yayınlanmadan önce, okuyanların bu kadar yakın bir dönemi bugünle karıştırmalarından, bugünün verileriyle değerlendirmelerinden endişe duyuyordum. Şimdilik böyle olmaması beni sevindiriyor açıkçası.

Roman’ın giderek tüm anlatı biçimlerini içine aldığı söylenir. “Ölümden Beter Yaşamlar”da da bunu görüyoruz. Kısa şiirler, teatral sahneler, fantezi öğeleri, minimal gerçeklikler hatta ara ara gerçekliğin bulanıklaşması… Bunların bir arada bulunuşunun post-modernizmle bir bağını kurabilir miyiz?
Saydıklarınızın hikâye anlatmak için güçlü araçlar olduklarını ve anlatı geleneğinde daima kullanıldıklarını düşünüyorum. Post-modernizmin ise edebiyatta nasıl cereyan ettiğini pek bilmiyorum. Ben mimarlık okudum. Post-modernizm mimari ürünlerde genellikle kendisini bir takım biçimsel oyunbazlıklarla gösterdi. En kötü örneklerde girişine antik kolonlar yerleştirip binalarına itibar kazandırdıklarını düşündü mimarlar. Buna benzer işler yapan yazarlar da olmuştur kesin. O yüzden eğer kastedilen bu tür içi boş oyunbazlıklarsa, umarım bu kitap post-modern sınıfına girmiyordur. Ben daha çok geçen yüzyıl başındaki kolajlara, sürrealistlerin işlerine özenmiş, kübistler gibi “gerçeği” aynı sayfada, farklı açılardan göstermeye niyetlenmiştim. Yanılmıyorsam post-modernistler sordukları soruların cevaplarını da muğlak bırakmayı yeğliyorlar. Bense tatmin edici cevaplarla daha fazla ilgileniyorum.

Buradan devam ederek romanın evrensel düzeydeki biçim-içerik dönüşümü hakkındaki fikirlerinizi de sormak istiyorum.
Uzun süre albüm tanıtım yazıları yazdım. Batı eksenli pop müziği için bu tür bir değerlendirme yapmam kolay olurdu. Çünkü nereden baksanız ancak 50 senelik bir konu, ben de bunun 20 senesinde epeyce takipte kaldım. Konu romana gelince, 400 senelik bir macera ve biraz ayıp olacak ama roman nasıl bir çizgi izliyor, günümüzde nasıl yenilikler içeriyor pek farkında değilim. Bazı çok sevdiğim yazarlar ve kitaplar var: Truman Capote, Kurt Vonnegut, J.G. Ballard, John Fowles, E.L. Doctorow, bizden Orhan Kemal, Bilge Karasu, Oğuz Atay… Erol Toy’un “İmparator”u, Robert Graves’in “Ben, Claudius”u, Norman Mailer’ın “Çıplak ve Ölü”sü… Daha az tanınmış bir isim olan Ahmadu Kuruma’nın “Allah Mecbur Değil Ki” adlı romanı… Size genel bir tablo sunamam ama roman bir tarafa gidiyorsa bu isimlerin yönünde gitmesini dilediğimi söyleyebilirim.

Son olarak, sizden nasıl bir edebi gelecek bekleyelim? Planladığınız farklı edebi eserler söz konusu mu?
Aklımda ikinci bir romanın ve onu takip edecek bir başkasının fikirleri var. Doğrusu ikincisi beni daha çok heyecanlandırıyor. Ama onun için biraz daha beklemek gerektiğini hissediyorum. Ciltlerinin arasına uzun yılların girdiği bir dörtleme hayal ediyorum… Tabii “Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset” demişler. Gelecek ne getirecek tahmin etmem imkânsız.

Ölümden Beter Yaşamlar / Yazar: İlker Aksoy / Sel Yayıncılık / Roman / Genel Yayın Yönetmeni: İrfan Sancı / Editör: Öykü Özçinik, Bilge Sancı / Kapak Tasarım ve Teknik Hazırlık: Gülay Tunç / 1. Baskı Aralık 2014 / 317 Sayfa

İlker Aksoy, 1976 yılında İzmir’de doğdu. Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki yüksek lisans eğitimini “Başlangıcından İkinci Dünya Savaşı’na Sinema ve Mimarlık İlişkisi” adlı tezi yazarak tamamladı. Express ve Roll dergilerine katkıda bulunmuştur. Ölümden Beter Yaşamlar ilk romanıdır.

--

--