Hikaye New York’ta geçiyor Bölüm 2: İllüzyon

Yasir Buğra Eryılmaz
7 min readFeb 14, 2016

--

Grand Central Terminal durağı.

Gelecekten geliyorum!

Gelecekten geliyorum derken, İstanbul-New York arası 7 saatlik zaman farkından ve İstanbul’un zaman bağlamında daha önden gidiyor oluşundan bahsetmiyorum tabiki.

Bu yazı tamamen bir New York eleştirisi veya güzellemesi değildir. Beğendiğim veya beğenmediklerimle, benim hikayemdir ve başkaları için pek çok şey, daha farklı hissettirebilir yada daha farklı gerçekleşebilir.

İlk bölümü okumadıysanız, şuradan ulaşabilirsiniz:

Kendimi burada bazen geçmişe gelmiş gibi hissediyorum. Öyle ki; gördüğüm ilkellik karşısında 6 aydır düzenli olarak hayret ediyorum. Dışarıdan bakıldığında (yani televizyon ve dizilerde pazarlanılana bakıldığında) New York’un müthiş teknolojik, çok gelişmiş, bulunduğumuz çağın ötesinde bir metropol olduğu düşünülür. Dünyanın en gelişmiş metro ağı! Hiç uyumayan koca bir şehir! Gökdelenler diyarı!

Hmm. Hayır… Tablo pek de öyle sanıldığı gibi değil.

New York’un sokakları, caddeleri, ulaşım çözümleri ve parkları ile böylesine kalabalık bir şehir için çok iyi tasarlanmış bir yer olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak insan, böylesine bir şehirin (Bütün teknolojilerin de bu ülkeden çıkıp dünyaya pazarlandığını da göz önünde bulundurarak) daha fütüristik bir yer olmasını bekliyor.

Teknoloji, günlük hayatın içine o kadar entegre olamamış. Geldiğim şehir olan İstanbul ile kıyaslandığında; toplu taşımada Akbil gibi gelişmiş bir sistem kullanmıyorlar. Çoğu zaman düzgün çalışmayan, temas gerektiren aptalca kartlar kullanılıyor. Trene binecekseniz, geçtiğiniz gişeler stadyumlardaki büyük demir döner kapılardan. Hatta kapılar yeterince yağlanmadığından içinde kalmışlığımız da var. Arabalar için ücretli köprülerdeki gişelerde hala insanlar çalışıyor. HGS gibi E-ZPass diye bir sistem var fakat bu teknolojiye de geçeli çok olmamış belli ki. Zaten HGS gibi hızlı bir çözüm sunmuyor ve her ihtimale karşı bu gişelerde de insanlar bekliyor.

Bunların haricinde daha hayati bazı sıkıntılar da var. Mesela bankacılık sistemi ve kart kullanımı.. Burada bankacılık oldukça ilkel. Kredi kartı ve ATM kartı kullanımı çok tekinsiz. Çipli kartlara yeni geçtiler. Kredi kartlarında şifre girmek yerine imza atmanız gerekiyor.

Bir örnek ile anlatayım hatta;

Bir kafeye oturdunuz. Yeme içme eyleminiz bittiğinde garsonu çağırıp hesabı istiyorsunuz. Garson hesabı küçük yassı (içine para koyabileceğiniz) bir kutuda getiriyor. Siz de kartla ödeyeceğinizi söylüyorsunuz. Garson tamam deyip, kartınızı alıp gidiyor.

Evet, gergin bir bekleyiş başladı… Kartım neden onda? Ya kartımı da alıp arka kapıdan çıkıp giderse?

Buradan sonrası daha da ilginç. Hesabı çekip kartınızı geri getirdiğinde son işlem fişini de getiriyor. Fişte total rakamın altında iki kutucuk var; Bahşiş ve toplam ücret. Evet, siz o fişin üzerine vermek istediğiniz bahşiş miktarını ve total bedeli yazıp, fişi imzalayarak mekandan ayrılıyorsunuz ve onlar sizden sonra kartınızdan belirttiğiniz bahşiş bedelini çekiyor. Ya fazla çekerse? Gurbet ellerde homeless olmak zorunda kalır mıyım? Hayır. O zaman bankayı arayıp paranızın iadesini talep edebilirsiniz. Fakat gereksiz bir uğraş.

Antik çağlardan kalma bir megakent.

Bu şehirde insan kendini distopik bir filmin içinde hissediyor. Kötü şekillenmiş bir geleceğin içinde gibi. Bir yandan ilkel gibi ama bir yandan da gelişmiş gibi…

Binalar, gökdelenler, sokaklar, arabalar, araç gereçler hem çok gelişmiş gibi gözüküyor hem de bir o kadar eski, kirli ve dökülmek üzere…

Örneğin metrolar ve metro durakları üzerinize yıkılacak gibi bir hava var. Birçok New Yorker, metroların durumunu ‘‘İyi de bu metro hattı çok eski ve bu şehirde milyonlarca insan yaşıyor. Ne bekliyorsun ki?!’’ diyerek hararetle savunuyor. Evet, gerçekten muazzam bir metro hattı ve müthiş bir teknik altyapı söz konusu.

Fakat düşünüyorum da, milyonlarca insanın yaşadığı İstanbul’da dünyanın en eski yeraltı hattını kullanan binlerce insan var. Evet Karaköy’deki Tünel’den bahsediyorum. Siz hiç tünel gişelerinin kenarına tuvaletini yapan bir adam gördünüz mü? Treni ne olduğu belli olmayan iğrenç şeylerin aktığı duvarların önünde beklediniz mi? yada rayların arasındaki çöp yığınını kurcalayan bir sincaptan daha büyük farelerle göz göze geldiniz mi?…

Şaka yapıyorum canım. Splinter usta ile tanışmış olmak tabiki gurur verici.

New York’taki bu hem teknolojik ve gelişmiş, hem de eski ve ilkel hissettiren görüntüler bana çok sevdiğim District 9 filmini hatırlatıyor. (Başka konularda da Amerika ile film arasında bir sürü benzerlik var fakat şuan onların sırası değil)

2009 yapımı District 9 filminden bir kare.

— spoiler vermemeye çalışacağım —

Filmde uzaylılar devasa bir araç ile dünyaya geliyorlar. Bu müthiş makine ileri teknoloji bir uzay aracı. Belli ki gezegenleri aşabiliyor, ışık hızına filan çıkabiliyor ve neredeyse bir şehir dolusu uzaylıyı taşıyabiliyor.

Fakat bu uzay aracına yakından baktığımızda görüyoruz ki çok eski, kirli ve çalışmaz halde. Neredeyse birazdan bozulacak bu üstün teknoloji.

Kapılar açılıyor. Uzay aracının içinde, böcek formunda uzaylılar görüyoruz. Bu uzaylılar öyle sefil, öyle bitik bir haldeler ki, ellerinde ışınlı silahlar filan var ama onlar aç, susuz, yardıma muhtaç bir haldeler. Sanki yıllar evvel bütün eforlarını bu teknolojik gelişmeye harcamışlar ve ellerinde başka hiçbirşey kalmamış. Böyle böyle asırlar geçmiş gibi..

Şimdi soruyorum; Bu durumda uzaylılar insanlardan daha mı gelişmiş?

New York’taki çeşitli metro duraklarından fotoğraflar.

Burnuma pis kokular geliyor

Bu şehirde şaşırdığım en büyük şeylerden biri de hemen her adım başı ayağınıza takılan çöp poşetleri.

Hadi ben de National Geographic’in her zaman başka ülkeler için yaptığı gibi; şehrin en ilkel noktasını fotoğraflayarak “Az Gelişmiş Ülke” etiketi yapıştırayım Amerika’ya.

Evet, bulunduğumuz çağda özellikle büyük şehirlerde, doğal gıda yetiştirme imkanı bulamayıp paketli gıdalar tüketmek zorunda kaldığımız da düşünüldüğünde eski çağlara oranla çok daha fazla çöp üretmeye başladığımız bir gerçek. Türkiye’de kişi başına düşen günlük çöp üretme miktarının 2 kiloya vardığını duymuştum. Muhtemelen bu miktarda başı çeken şehir İstanbul’dur. Uyandığımız andan yatağımıza girene kadar deli gibi çöp üretiyoruz.

New York için bu oranın ne olduğunu bilmiyorum fakat bildiğim birşey var; üretilen çöpü yok etmek konusunda oldukça başarısız bir “Büyük” şehir oluşu.

90'lı yılların İstanbul’undan manzaraları hatırlamasak da, hepimiz çöp dağlarını, çöplerin etrafa nasıl kokular yaydığını filan en azından duymuşuzdur. Biliyorsunuz, bugünlerde o günlere gönderme yapmak oldukça moda. Türkiye’den kaçarken ‘‘Batıda hiç böyle değil abi ya..’’ diyen lümpenlerin Amerikan Rüyası’nı bozmak istemem ama New York bence tam da 90'lı yılların İstanbul’u. Öyle ki; yolda yürürken zaman zaman çöp yığınları üzerinize düşecek gibi oluyor. Özellikle fastfood’cuların önüne akşamları konan çöp poşetlerinin kokusu genzinizi yakıyor. Çöpün içindeki karışık yağların neredeyse tadını alıyorsunuz.

Bir apartmanda yaşayan ve her gün çöplerini apartmandaki çöp boşluğuna sallayan biri olarak yanılabilirim fakat müstakil işyerleri ve evler için (Bölgelere göre değişen kurallar olsa da) şöyle bir kural var; Haftanın bir günü gelecek olan çöp arabası için çöplerinizi o gün kapınızın önüne koymanız gerekiyor. Belediyelerin ortak kullanım için çöp konteynerleri yok. Kaldırıma koyuyorsunuz ve çöp arabası geldiğinde koymamış olursanız bir sonraki haftaya kadar çöpünüzü evinizde muhafaza etmeniz gerekiyor. Manhattan için Çöp toplama günü haftanın yalnızca bir günü olmayabilir emin değilim fakat yaşadığım yer olan Brooklyn’de böyle. Hal böyle iken, çöp arabasını kaçırmamak için erkenden etrafa konan siyah poşetler gerçekten berbat bir görüntü oluşturuyor. Dahası; fareleri ile ünlü olan bir şehir için korkunç bir durum bu.

Böylesine hızlı kentleşen bir şehir için bu gibi sorunlar çok olası biliyorum fakat bu kadar güzel parklara ve çevre düzenlemesine de sahip bir şehir için, bu duruma da güzel çözümler bulunmuş olmasını bekliyor insan.

Sonbahar’da bir Central Park manzarası

O kadar da değil!

Buraya kadar yazının oldukça olumsuz ilerlediğinin farkındayım lakin tabiki herşey o kadar da kötü değil!

Çöplerle ilgili konuşurken, New York’taki geri dönüşüm başarısını da es geçemeyiz. Burada yaşıyorsanız çöpleriniz ile ilgili yapmanız gereken çok net bir kural var; onları geri dönüşüme uygun şekilde ayrıştırmak. Evet, çöplerinizi sokağa koyuyor olsanız da onları, plastikler, metaller, kağıtlar, gıda atıkları vs. olarak ayrıştırmanız gerekiyor. Bu yasalarla sabit bir uygulama. Yapmazsanız ciddi cezaları var.

Bizimki gibi rahatına düşkün, buyurgan ve ‘‘Hmmfh.. ben mi yapacağım onu da’’ demeye alışkın bir toplum için oldukça uç birşey değil mi? Hele de Türkiye’de insanlar bu gibi ‘‘insanlık’’ adına yapılacak işlerin ucundan tutmayı ‘‘enayilik’’ olarak görürken.

Enayilik demişken; ‘‘Enayi’’ diye bir kelimemiz olması çok komik değil mi? Yani bu kelime için, bugünkü kullanıldığı durumlara bakıldığında şöyle bir tanımlama yapabiliriz; bir arada yaşama kurallarına uyan, çakallık yapmayı başaramayan, yalan dolandan anlamayan, düzgün ve prensip sahibi insan. Eheh. Sadece bu durumlar için kullandığımız bir kelimemiz var. Ne mutlu bize!

Son olarak

New York’ta taşınmak, ev bulmak, trene binmek, vs gibi bazı beklentiler ve gerçekte olanlar ile ilgili BuzzFeed ‘‘New York: Expectations vs. Reality’’ (New York: Beklentiler ve Gerçekler) diye güzel bir video hazırlamış.

Teşekkürler

Henüz kaç bölümden oluşacağını planlamadığım serinin ikinci bölümünün sonuna geldik.

Bir sonraki bölümde, Amerika’nın tarihinden bahsedeceğim. Yada yok ya, o hepimizin bildiği hikaye. Koca kıtayı Hindistan sanan bir grup gerizekalı ve ardından gelişen komik olaylar filan. Yine de tarihini detaylıca öğrenmek isteyenler şunu izleyebilir. Amerika’nın keşfi ile ilgili Cem Yılmaz’ın müthiş tespitini henüz duymayanlar da şu kısa bölüme göz atabilir.

Bir sonraki bölümde konumuz ‘‘Power’’. Takipte kalın!

Bu arada beni tanımayanlar için, ben kısa bir süredir New York’ta yaşayan freelance çalışan bir tasarımcıyım. Nasıl işler yaptığımı merak edenler şuradan ve şuradan işlerime göz atabilirler.

Yazıda geçen tüm New York fotoğrafları ve illüstrasyonlar bana ait. Daha fazla fotoğraf görmek ve hikayeme daha yakından şahit olmak için Instagram hesabıma buyrun:

--

--