Kitap İncelemesi: Zamanı Durdurmanın Yolları- Matt Haig

Bir ömür yetmez ki, hayatı anlamaya…

Şerifenur Özata
Yazı Rehberi
6 min readJun 13, 2023

--

Özgün ismi “How to Stop Time” olan, ilk Türkçe baskısı 2018 yılında yayınlanmış olan kitap, nadir görülen “Anageria” olarak adlandırılan hastalığa sahip bir adamın sıra dışı hayatını konu alıyor. Peki nedir bu Anageria? Hücreler çok uzun süre yaşlanmıyor ve her türlü bulaşıcı hastalığa bağışıklıkları oluyor. Ölmeleri için çok yaşamaları (asırlarca yıl demek) veya aşırı kan kaybetmeleri gerekiyor.

Kaç ömür gerek, yaşamayı öğrenmek için ?

Tom Hazard’ın tehlikeli bir sırrı var. 41 yaşında sıradan bir tarih öğretmeni gibi görünse de nadir rastlanan bir hastalık yüzünden aslında yüzyıllardır hayatta. Shakespeare’le aynı sahnede yer almış, Kaptan Cook’la açık denizleri fethetmiş, Fitzgeraldlarla içki içmiş ama şimdi, tek istediği normal bir hayat sürmek. Kimliğini değiştirmeye devam ettiği sürece geçmişini geride bırakabilir ve hayatta kalabilir.

Yapmaması gereken tek bir şey var, aşık olmak.

Kitabımızın başrolünde Tom Hazard var. Daha çok küçükken başlıyor onun var olmak üzerine olan mücadelesi. Hastalığı yüzünden annesi cadı sanılıyor ve yakılıyor. Bu yükle yaşadığı yerden çok uzaklara kaçıyor.

Cehalet zamanla şekil değiştirir. Ama hep vardır ve her zaman için ölümcüldür.

Kaçmak onun hayat felsefesi oluyor çünkü o kaçtığı sürece yaşayacak, saklandığı kadar özgür olacak. Bedel ödemek zorunda olan seçilmiş kişilerden sadece biri…

İşte bu kaçış sürecinde tarihe de tanıklık ediyor. Kitapta anlatılan Avrupa Tarihi’ni yakından ilgilendiren çok önemli olaylar var. Birinci kişinin ağzından okuyunca sanki o olayları yerinde yaşıyor gibi oluyorsunuz.

Tarihi yaşayan bir şey haline getirmeye gerek yok. Tarih zaten yaşayan bir şey. Tarih biziz. Siyasetçiler, krallar, kraliçeler değil. Tarih herkestir. Her şeydir. Şu kahvedir mesela. Kapitalizmin, imparatorluğun, köleliğin tarihini sadece kahveden söz ederek bile anlatabilirsiniz. Burada oturup kağıt bardaklardan kahve yudumlayabilin diye dökülmüş kan ve çekilmiş sefalet akla ziyandır.

Sabit bir bayrağı, sabit bir duruşu olan sabit bir ülkedeki sabit bir şey olduğunuzu hayal etmekte zorlanmayabilirsiniz. Bunların bir anlamı olduğunu düşünebilirsiniz.

Ufak bir parantez açmak istiyorum. Karakterimiz müziğe çok ilgili biri ve çok iyi bir müzisyen. Lavta, piyano ve daha birçok müzik aletini kolayca çalıyor. Müzik onun için kendi gerçekliğinden, dünyasından kaçış yolu adeta.

lavta

Müziğin içine girilmez. Müzik zaten içimizdedir. Müzik yalnızca var olan şeyleri ortaya çıkarır, belki de içinizde olduğunu bilmediğiniz duyguları hissetmenizi sağlar ve her yeri dolaşarak bütün duyguları uyandırabilir. Yeniden doğmak gibi bir şeydir.

Karakterin müzikle kurduğu bağ o kadar özeldi ki benim için, bahsetmeden geçemedim.

Evet, şimdi devam edebilirim. Nerede kalmıştım?

Tom yaşadığı olaylardan sonra doğup büyüdüğü yerden kaçarak meyve satan iki kız kardeşin yanına sığınır ve onlarla yaşamaya başlar. Çok geçmeden büyük kız kardeş Rose’a aşık olur ve evlenirler. Bir kızları olur, ama Tom’un genç görünmesi bu dönemde de problem haline gelir ve Tom ailesini terk etmek zorunda kalır. Yıllar sonra döndüğünde Rose vebaya yakalanmış ölüm döşeğindedir ve çok geçmeden acı son onları bulur.

Hayatımda bir kez aşık oldum. Galiba bu beni, bir bakıma romantik biri yapıyor. İnsana tek bir gerçek aşkı olacağı, sonrasında hiçbir şeyi onunla boy ölçüşemeyeceği fikri. Güzel bir fikir ama asıl gerçek, dehşetin ta kendisi. Sonradan yıllar boyu o yalnızlığı göğüslemek. Hayatınızın amacı yok olmuşken var olmaya devam etmek…

Tom, Albatros Cemiyeti’nin kurucusu olan Henrich onu bulana kadar bu hastalığa sahip tek kişi olduğunu düşünüyor. Cemiyet sayesinde kendisine benzeyen insanlarla tanışıyor. Henrich, kendisi gibi uzun yaşayanlara “albatros”, normal insanlara ise “mayıs sineği” diyor. Cemiyetin kuralları arasında üye olanların 8 yılda bir yaşadığı bölgeyi ve ismini değiştirmesi yer alıyor. Ayrıca Henrich bazen onlara özel görevler veriyor. Cemiyete katmak istediği albatrosları ikna edip cemiyete sokmak gibi mesela ama bu cemiyete girmek istemezlerse maalesef bu istek onların son isteği oluyor. Bu görevlerin başlıca amacı üyelerin diğer insanlar tarafından dikkat çekmemesini sağlamak. Cemiyetin en önemli kuralı ise “Sakın aşık olma. Bağlanma.”

İnsanları sevmeyi aklına bile getirme. Duydun mu beni? Sakın insanlara bağlanma ve tanıştıklarına karşı olabildiğince az şey hissetmeye çalış. Yoksa yavaş yavaş aklını yitirirsin...

Tom’un bu cemiyette olma amacı kızını bulmaktır. Onu yüzyıllar boyu her yerde arar fakat düşman yanı başındadır. Henrich kızını ondan saklamıştır.

Sonunda Tom, zamanının sınırlı olduğunu ama aynı zamanda dünyada bir fark yaratma gücüne sahip olduğunu bilerek insanlığını kucaklamayı ve bugünü dolu dolu yaşamayı seçer. Yeni bir aşka şans verir ve aynı zamanda yüzyıllardır görmediği kızıyla kavuşur. Roman, Tom’un insan ilişkilerinin önemi ve anı yaşamanın gücü üzerine düşünmesiyle sona eriyor.

Romanın arka planında üç farklı zaman diliminde Tom’un yaşamını okuyoruz. Her bölüm farklı bir zaman dilimini anlatıyor. Kitaba alışıncaya kadar hangi zamanda olduğumuzu birazcık karıştırsam da genel olarak işlenişini sevdim. Kendi zamanınızdan sıkılıp farklı zamanlara yolculuk yapmak için en iyi yollardan biri kuşkusuz bu kitabı okumak.

Herkesin zamanla alıp veremediği meseleleri var, farkındayım. Kiminin derdi gelecekle, kiminin derdi geçmişle, kimi içine sıkıştığı andan kurtulmaya çalışır, kimi anların geçici olduğunu bildiği için sakince oturup geçmesini bekler.

Bazıları kaygılanıp gelecek anların peşine sürüklenir, bazıları da bunların hiçbirini önemsemez sadece kendi zamanının bitmesini bekler.

Kısacası herkesin zamanla derdi kendine göre büyük. Öyle bir zaman geliyor ki derdin büyüklüğü de, küçüklüğü de inanın önem arz etmiyor. Önemli olan sadece o derdin var olması oluveriyor işte. Derdi zaman olana da çözüm sunulamıyor böylece.

Zaman hem dert hem derman; hem zehir hem de panzehir. Öyle bir kavram ki içinde her şeyi barındırıyor. Her şekliyle dert olmayı böylece başarıyor. Zamanın olması da bir dert olmaması da; boş zaman dert, iş yaptığın zaman da. Koskoca gün yetmez mesela sevdiklerinle birlikte olunca. Acele işin varsa sanki akreple yelkovan yarışa tutuşur kim daha hızlı tur atacak diye. Beklemek gerekirse bir hastane bahçesinde, geçmez bir saniye bile. Görelilik dediğimiz durum da bu işte. Zamanın göreliliği ile de acı tatlı yüzleşiyorsunuz bu kitabı okurken.

Hayatımda olan olmayan, uzak yakın herkesi gözlemledim kitabı okuma sürecim devam ederken. Nelerden yakındıklarını dinledim uzun uzun. Zor da olsa bir sonuca vardım. Bildiğim insanlar zamanlarının çok olmasını istiyorlar, hayatlarının istediği gibi olabilmesi için. Yani bir gün otuz saat olmalı en basitinden onlara göre. Niceliklere neden takılır insanlar, asla anlamam. Bana kalırsa yirmi dört saat de büyük bir nimet, tabii kullanmasını bilene böyle. Tatilleri altı ay olsa, kitap karakteri gibi uzun yaşasalar tüm dertlerinin biteceğini düşünüyorlar. Klasik insanlar işte. Niceliği arttır, her şeye fazlasıyla sahip ol, sonrası ne olursa olsun. Hiçbiri de elindekini etkili kullanmayı, zamanı nitelikli geçirmeyi düşünmüyor. Sabahtan beri zaman bir dert diyorum ama doğru yönetilebilirse daha az dert oluyor. İnsan biraz da zamanı nasıl yöneteceğini öğrenmeye zaman ayırmalı.

https://linktr.ee/yazirehberi
https://linktr.ee/yazirehberi

Gelelim benim için yazması en zor olan kısma. Aslında yüzleşmek yazmaktan daha zordu ama zaman akıyor bu yüzden nereye kadar erteleyebilirim ki:

Ankara’da zaman geçirmeyi pek sevmem ben. Kasveti bana iyi gelmiyor ama Ankara’da yaşıyorum ve yaşadığım bu zamanı iyi geçirmek için kendimi kitapçılara atıyorum. Yine öyle zamanların biriydi. Yolum bu kitapla, oradan oraya sürüklendiğim bir dönemimde kesişti.

Kitabı okumadan önce derdimin dünyayla olduğunu sanırdım. Kitabı okurken derdimin kendimle olduğunu düşündüm. Kitabı bitirdiğimde anladım ki benim de derdim zamanlaymış. Oysaki her işimi planlardım, yapılacaklar listem hep gün sonunda biterdi. Peki neydi benim derdim?

Benim derdim kendi zamanımı bulamamak. Hayat akıp gidiyor, günler birbiri ardına geçiyor, herkes iyi kötü ilerliyor ama ben sanki sıkışıp kaldım, gidemiyorum. Dışarıda bir hayat var farkındayım, o hayata karışmak için çaba gösteriyorum ama olmuyor bir türlü yapamıyorum, eğreti duruyorum. Ben hariç herkes çok mutlu, sanki herkes hayatını yoluna koymuş, herkes her şeyi başarmış gibi geliyor. Ben yerimde sayıyorum.

Bazen öyle günlerim oluyor ki sadece o günün bitmesi için çaresizce dua ediyorum. Hatta öyle yerlerde bulunmam gerekiyor ki işte o zamanlarda bulunduğum ortama, insanlara, en çok da bulunduğum, içinde yaşamak zorunda olduğum zamana yabancılaşıyorum.

Ne işim var bu zamanın içinde?

Ben bu zamanın insanı değilim. Çok denedim alışmayı olmuyor, yapamıyorum. Nereye ait olduğumu da bilmiyorum işin garibi. Zamanımı ait olmadığım bir zamanın içinde aramalı mıyım? Sanırım kilit soru bu. Bana ait olmayan bu kadar çok şeyin içinde bana ait olmayan zamanı da bulmam gerekeceğini bu kitapla beraber öğrendim.

Belki de benim bu zamandaki işim, kendi zamanımı aramaktır kim bilir ?

Bu kadar olumsuz şey yazdım ama olumlu bir şey söyleyeyim. Bir yazı okumuştum ve o yazıda diyordu ki : ”Her insan er ya da geç kendi zamanını yaşar.” İşte bu umut beni ayakta tutan yegane varlık şu an. Düşününce kitabımızın kahramanı Tom Hazard da çok umut eden bir karakter öyle değil mi?

Belki bir gün kendi zamanımızı yaşadığımız bir devirde karşılaşırız. Umarım o gün geldiğinde zamanın hızlı geçiveresi tutmaz da doya doya, anın tadını çıkara çıkara yaşarız biz de.

Gerçekliğinden kaçan birinin satırlardaki yüzleşmesini okudunuz. Teşekkür ederim. Bir sonraki kitap incelemesine kadar kendinize iyi davranın.

Editör: Maia Mia

--

--