Felsefeden Kasıt : Mağarada mıyız?
“video barbam et pallium philosophum nondum video.”
Felsefe okumak, tartışmak kişinin düşüncesi ve varlığı üzerinde derin bir etkiye sahip olabilen, sonuçlarına bakılmaksızın bile inanılmaz derecede zenginleştirici ve düşündürücü bir deneyimdir. Felsefede, henüz doğru soruların hangileri olduğunu bilmeden yaptığınız şeylerin toplamı gibidir. Bizi bir anlam var mı? varoluşun doğası, ahlak ve insan doğasıyla ilgili temel sorular hakkında derinlemesine düşünmeye davet ediyor ve en yüksek entelektüel söylem biçimleriyle meşgul olmamızı gerektiriyor. Geçici olan soru ve yanıtlardan ziyade kalıcı sonuçlar için hakiki soruları da araştırmış oluyoruz. Tüm bu hedefler tutmasa bile sivriltilmiş-mizahileştirilmiş soru ve yanıtlar sayesinde aklınızda kesin bir sonuç olmasa da yenilikçi fikirler ve sorularla karşı karşısınız demektir. Bir tür ferahlık veren bir özgürlük duygusu hissi elde edersiniz. Gelecekteki büyü değişiminizin toğumlarını deneyimlemiş olursunuz böylece.
Ancak bazen felsefi nitelikteki konuşmalar sırasında kendimi boş ve hüsrana uğramış hissediyorum. Özellikle sosyal medyada bu duygu sayısız insanda sayısız kez meydana gelmiş olabilir. Normal şartlarda felsefi sohbetlerden zevk alırım, bu yüzden bu tür şeyleri konuşabileceğim insanlarla tanışmaktan heyecan duyarım. Ama uygun insanı bulamayınca bir noktadan sonra tartışmanın ve konuşmanın seyri hiçbir yere gitmez gibi görünüyor. Başkalarının kocaman bir karanlık öznel boşluğuna çekildiğimi hissediyorum!
Elbette dünyanın daha fazla felsefeye ihtiyacı var. Daha da önemlisi, hepimizin dünyayla daha felsefi bir tavırla ilişki kurması gerekiyor. Felsefeyi ıssız ‘fildişi kule’den ve onun küflü dergilerinden, kitaplarından buraya taşıyanlar önemli. Bu hissettiklerimizi ve düşündüklerimizi günlük hayata taşıma arzumuzun bir ifadesidir. Ve hala “Felsefeye Giriş” dersleri ve felsefenin insanlarla tarihsel sürecinde nasıl bağlantı kurduğu hakkında çok şey öğrenmeye ihtiyacımız var.
Felsefe, ister kabul edelim ister etmeyelim, “kendi kendine yardım”, kendi “kendine tiranlık” hedeflemez. Elbette, normatif bir söylem düzeyinde felsefe , “yaşamanın doğru yolu” veya bir tür yol gösterici ilke ve yaşamak için etik soruları ele alabilir. Bununla birlikte, bu felsefenin sadece bir yönüdür ve felsefenin çoğunluğu aslında normatif düzeydeki iddialar ve diyalektikle ilgilenmez, daha ziyade meta-düzeyde çalışır, etikten çok metafizik ve epistemolojinin daha yüksek dereceli sorularıyla ilgilenir. Ve bu pozitif kişisel fayda için yapılmaz. Felsefede peşinde olduğunuz tek şey kendi kendine yardım olarak felsefe ise, o zaman Stoacılık kesinlikle sizin felsefeniz haline gelebilir. Ama daha derin bir düşünür olmanızı ve bazı şeylere neden diğerlerinden daha fazla değer verdiğinizi, neden maddi kazanç ve başarı gibi şeylerin peşinden gittiğinizi, bir eylemin “iyi” ve diğerinin “kötü” olmasının ne anlama geldiğini analiz etmeye yardım etmez.
Mesela Medium’da da bolca işlenen Stoacılık felsefesi “felsefenin pop yıldızları” olarak adlandırılabilecek kişiler arasında büyük bir popülerliğe sahip olması felsefenin temel yönüne bağlı değildir. “Zengin olmanın stoacı kuralları”, “Marcus Aurelius’un düşüncelerinden irade gücü devşirme” vb. konular felsefe değildir. Olsa olsa Stoacılık gibi düşünce sistemlerinden pragmatik bir Amerika yaşam tarzına dayanak aramaktır . Genellikle üst düzey sorularla ilgilenmez, bunun yerine doğruyu yanlıştan doğal olarak bildiğinizi ve doğaya göre yaşamanız ve sizi içsel katılığınızdan ve ahlaki pusulanızdan uzaklaştıran doğal olmayan dürtüleri bastırmanız gerektiğini varsayar.
Tam da burada Nietzsche’nin stoacı felsefeye eleştirisini ifade etmek gerekecektir: Nietzsche’ye göre, stoacı, nihai bir kibirle, doğanın sınırsızlığı ve kayıtsızlığıyla uyum içinde olduğunu, bu kayıtsızlığa göre yaşamak istediğini varsayar. Ancak Nietzsche için yaşamanın kendisi kayıtsızlığın reddidir. Yaşamak , yaşamı ölüme tercih etmektir, eyleme geçmek, bir şeye bir başkasına değer vermektir — hayatta kalmaya devam etmek, “haksız”, “sınırlı” ve “farklı olmaya çalışmaktır”. Başka bir deyişle, insan doğası Doğa ile eşitlenmemelidir, çünkü insan doğası Doğa’nın kendisi gibi değildir, yaşar ve gerekirse kendi alevlerinde yanmaya hazır olmalıdır.
Konu Stoa’dan açılmışken felsefenin komple düşünce tarihine bakan bir yönü de var tabiki. Felsefenin, doğası gereği ampirist olan şeylere karışmak gibi bir işi yoktu. Madde şeyler ile hiç işi olmadı. Kopernik, Galileo gibi insanlarla başlayan süreçte “bilimsel yöntem” bunun için tasarlandı. Ve bir kez geldiğinde, felsefe tam bu süreç ile geri çekilmek zorunda kaldı. Sosyal, kültürel ve ‘yaşam’ alanlarında, bilim çağının gelişinden sonra zaman zaman felsefi kükremeler ve patlamalar oldu ama bunlar yeterince yoğun olmadılar, yeterince gürültülü olmadılar, yeterince etkili olmadılar.
Burada yeri gelmişken ifade edeyim felsefe ve filozof olmakla ilgili iki temel yanılgı hüküm sürer bizim memlekette. İlki felsefe ile iştigal etmenin din ile ilişkisi, ikincisi de felsefe ile uğraşmanın varsıl ya da zengin olmakla ilgisi. Felsefe okuyan, felsefe yapan ateist olacak diye bir koşul olmadığı gibi, sadece varsılların felsefe yapabileceğini söylemek de zor, sanıyorum. Bu iki yanılgıyı öne sürmek, insanları felsefeden uzaklaştırmaktan başka işe yaramıyor.
Maslow’un piramidi hepten anlamsızdır denemez elbette. Stoacılık ve Epikürosçuluk felsefesi, bize az ile yetinmenin gerekliliğini iyi anlatabilir, diye düşünüyorum. İnsan kendi dünyasını kurarak filozofi düşünce inşa edebilir. Başka yönüyle varsıl nice insan vardır ki felsefi düşünceyle buluşamaz, felsefe biraz da insanın haksızlıklara, adaletsizliklere, doğaya ve insana duyarlılığıyla yakından ilintili, kendi durumunun nasıl kazanıldığını sorgulamakla da başlar. Reddetme duygusu olması lazım felsefi düşünceyle buluşan insanda. Felsefe yapma arzusunun dört boyutu vardır diyor A. Badio; isyan mantık evrensellik ve risk . Tabii filozoflar her dönem bu riski göze aldılar ve hiçbir zaman kendi toplumlarıyla uyumlanmadılar. O da ayrı bir şey, Badiou Ortaçağ’la kıyaslandığında özgürlüklerinin daha fazla olduğu varsayılan modern insanın , aslında daha fazla düşünsel tutsak olduğunu anlatmaya çalışmıştır belki bize.
Biraz da felsefe ile iştigal edenlerden utanç beklemeliyiz. Yaşadığımız zorluklardan utanç duymamalıyız ama eğer bu zorlukları işleyip bunlardan güzel bir şey ortaya çıkaramadıysak belki o zaman utanabiliriz. Sanat tarihi okuduğumuzda resim yapmak zorunda değiliz. Yada şiir yazmadan edebiyat eleştirmeni olabiliriz. Söz konusu felsefe odluğunda eylemin kendisini deneyimlemek zorundayız. Düşünmenin dışına çıkamayacağımıza göre felsefe okuduğunuzda düşünmek ve deneyimlemek zorunda kalacağızdır. Bunu beceremediysek utansak yeridir.
Platon’un Sokrates ile diğer karakterler arasında adaletin, ahlakın ve ideal toplumun doğasını araştıran bir diyalogu olan “Devlet” adlı eserinde; Sokrates, adaletin iyi işleyen bir toplum için sadece arzu edilir değil aynı zamanda gerekli olduğunu savunuyor ve okuyucuları nasıl daha adil ve erdemli bir dünya yaratabileceğimizi düşünmeye davet ediyor. Bu kitap, gerçeği aramanın, otoriteyi sorgulamanın ve daha iyi bir gelecek için çabalamanın öneminin ebedi bir hatırlatıcısıdır.
Örneğin Platon felsefesinin meşhur hikayesi ve felsefe bize ne getiriyor? Bunun üzerinden felsefenin nelik ve nasıllığına girmek için yazdım bu yazıyı. Platon şair ve ozanların anlattığı masal ve mitler ile sistematik felsefe metinlerinin arasında durmaktadır. Yani masal-şiir tadında felsefe yapmıştır. Doğuda da mistik rağbet görmesinin bir nedeni de kanımca budur. Hakikatin ancak şiir ve mesel ile anlatılabileceğini düşünüyorum. Platon’da bu diyalektik açmazı felsefesine metot yapmıştır. Ve bu hikaye felsefenin temel yönünü anlamada bize bir olanak sunar. Felsefe okumak kediliğimize götürecekse bir olumlamaya değil bir eleştiriye götürmeli. Bunu en iyi başaran benim tespitime göre iki insan vardır Bir örnek Nietzsche ve Sokrates’dir. Sağlam öldüler ve etkiliydi söyledikleri. Çünkü atomların doğası ya da yıldızların rengi hakkında fazla spekülasyon yapmıyorlardı. Ya da yapmış olsa bile, bunu yüksek sesle tanıtmıyorlardı. İnsan düşünceleri, doğa, kültür ve anlayış hakkında bilimin erişemeyeceği alanlar hakkında iyi birer düşünürdüler.
EVET … Hala mağaradayız…mağarada olmamız bir hakikattir ve hakikat olabilmesi için değişmemesi gerekir. Palton her ne kadar aydınlanmanın sistematiğini verse de hala mağarada olduğumuz bir hakikattir. Çünkü kötü niyetli kuklacılar hala mevcut. Peki kim bu kuklacılar? Mağarada yaşayanlar kimlerdir? Felsefeden kasıt nedir? Niçin felsefe ile uğraşmalıyız? Düşünme ile felsefeyi ayırt etmeli miyiz? sorularını kim reddedebilir öyleyse…
Felsefe bilmek ile düşünmeyi (belki bilgelik) ayırt etmeliyiz. Çünkü bir şeyi düşünürken (dilde) onu kendisi olmaktan çıkartırız. O şey kendisi değildir düşünüldükten sonra. O şeyi nasıl düşündüğümüz değil o şeyin bize nasıl geldiği önemlidir bu noktada. Var olan benim tarafımdan nasıl algılanıyordan ziyade o bana nasıl geldi konuşulmalı. Yani o şey felsefe yapan yada bilen kişide bir şey yaratmalıdır. Felsefe okumak ve konuşmak, buna Hikmet de diyebiliriz, bunun tam olarak neresinde ? Pekala, buradaki bilgelik öncelikle sadece inançlara sahip olmayı değil, aynı zamanda bu inançları sorgulayabilmeyi de içerecektir. Buradan felsefe okumanın önceden sahip olunan ahlak ve değerler ile okumamak gerektiği de söylemek lazım. Felsefenin size ahlak ve değer kazandırmasını beklemek biraz felsefenin doğasına ters. Zaten onları size kazandıran bir çağ, toplum inanç düzeni vardır hali hazarda. Felsefe ahlakınızı değil yaşamınızı etkilemeli.
Örneğin Platon’u ele alalım. Eserlerinin birden fazla boyutu var. Devletten Tanrı’ya, Eğitimden Sanata kadar her konuda konuştu. Cumhuriyet’i son derece değerli ve hayat değiştiren bir eser olarak görüyorum, Timaeus metninin tüm sıkıcı, belirsiz ve saçma gelişine rağmen... Ne zaman insanların zihninin nasıl çalıştığından ya da toplumun nasıl çalışması gerektiğinden bahsetse; mevcut insan türleri ve insan ilişkilerinde sanatın veya savaşın kullanımı hakkında sağlam sonuçlara erişti. O orada mantıklı, değişen düşünceler ve hayatlar sundu bize. Zincirleri kırmakla nelere ulaşılabileceği göz ardı edilemez bir sonuca ulaştırdı okuyucuları. Mağara Alegorisinde durum budur. “Bir şeyi doğru kabul ediyoruz, ama ya doğru değilse?”… Bu sonuç, yanlış olan şeyleri gerçek sanma eğilimimizle ilgili şüpheciliğin alanıdır ve yanılsamalar ve aldatmalarla ilgilidir. Yanlış algıların yaşamda korkunç sonuçları olabilir... öncelikle benim için diye düşünmeliyiz bu noktada... Bir insanın uçamayacağını bilmek için uçurumdan atlayarak deney yapması gerekmez. Bu sağduyudur, gerçek felsefedir, Platon’dur.
Albert Camus bir keresinde şöyle demişti: “Entelektüel, zihni kendini izleyen kişidir.” Bu büyük bir ayrımdır çünkü bilgi ile bilgelik arasındaki temel farkı vurgular. Bilgi, şeyler hakkında bilgi sahibi olmaktır. Ve sahip olduğunuz daha fazla bilgi, basitçe, şeyler hakkında daha fazla bilgi sahibi olmanız anlamına gelir. Veri toplamaktır. Bilgelik ise, zihninizin bu verileri gözlem yoluyla nasıl kullandığını anlamaktır. Burası bir anlamda Aristoteles’in bir zamanlar ifade ettiği noktaya götürür bizi. Zeki bir insanın işareti, bir düşünceyi kabul etmeden aklında tutabilen kişidir. İnanç(lar)ımızın dışında durarak soyut öz farkındalık geliştirerek senden (felsefe yapan kişi) bir tane daha yaratmaktır. Bir nevi felsefenin bilgisinden beklenen kişiyi bu üst-biliş, öz-farkındalık noktasına ulaştırmasıdır.
Toplumsal pota olmadan bilgelik ve felsefe olmaz: Çünkü sağlıklı şüphecilik, gerçekler hakkında epistemik olarak alçakgönüllü ve tarafsız bir sohbete yol açar. Bu da iyi fikirlerin yüzeye çıkmasına ve kabul edilmesine yol açar. Bu da tiranlıktan arınmış bir toplumu mümkün kılar. Ve bana sorarsanız, bilgelik oradadır.
İşe yarayan pratik bir şüphecilik, öz eleştiri olmadan, iyi kanıtların yokluğunda kötü fikirler galip gelme eğilimindedir. Ve tarihin de gösterdiği gibi, yeterli sayıda kötü fikir tiranlığa doğru atılan ilk adımdır. Fikirlerin tiranlığı için ihtiyacınız olan aşağıdaki malzemelerdir:
- 1 bardak ideoloji,
- 1–3 porsiyon dogmatik lider,
- Bir yığın halk çılgınlığı,
- Bir tutam pasiflik,
- Hepsinin sosyal kontakta iyice karıştırılması;
Hoppa! ve işte iyi pişmiş tiranlığınız…
Felsefeyi bir dürtü olarak ele almalıyız ve doyum ile eş değer göremeyiz. Dürtünün işlevi doğrudan doyumla açıklanamaz. Özenenin “doyumunu-doğrusunu” temel alırsak felsefe kökensel olarak bitmiştir. Erotik ilişki felsefe ile yollarını ayırmıştır böylece. Felsefede başlangıç doyum için yapılmış ayartılma süreci ortadan kalkmıştır. Oysa ayartılmayı mümkün kılan şey ise dürtünün varlığıdır. Öznel doğru yada kanaat felsefeyi bu anlamda bitirmiştir. Felsefe yapmanın gereği olan erotik dönüşümde bitmiştir böylece.
Felsefenin ne olduğuna verilen cevaplardan ne merak ne de hayal kırıklığı bizi tatmin edemez. Merak, aceleci ve kırılgandır; varlık dükkanına girip dilediğini alıp çıkmak, başka bir ifadeyle orada aradığını bulmak ister; yani varlığı kendi ile kısıtlama riskini taşır ve hakikat, yani onun kısıtlanamayışı ya merak edeni kırar ve onda bir hayal kırıklığı yaratır ki bu noktadan sonra bir teselli arar ve hakikate varma gayreti, vardığına hakikat demeye dönüşebilir ya da muhteşemliği/korkunçluğu karşısında hiçlikle karşılaşabilir ki meraktaki ve hayal kırıklığındaki etken oluş hali, bu hiçliği varlığa atfeder. Buradan değil çünkü buradan gidiş dışa dönüktür. Ama felsefe içeri doğru yol alıştır. Bunu “philos” ile yaratabiliriz. Aşk dahil olmaya eğilimlidir çünkü. Buradaki sevgi daha çok ilişkide edilgen dahil oluştur; “edilgen pathos” buradadır. Bu hal üzerinde düşünülen varlığın nesneleşmesine müsaade etmediği gibi onu içeri girmesine izin vermektir. Bu kaba bir perspektivizim değildir. Görülen şey bizde bir “pathos-ethos” yaratmalı. Yoksa “episteme” ve “techne” alanında kalınmış olur ve felsefeden kasıt yerine gelmemiş demektir.
Felsefe(ci) namütenahi bir kişi yada tanrı değildir. Öyle ise bile biz onu filozoflar sayesinde biliriz. Burada felsefenin tek bir filozofa yada bakışa indirgenemeyeceği ortadadır. “İle” bağlacı burada kritiktir. Varlık senin “ile” mümkündür. Ama tek mümkün senin olman olası değildir. Modern çağın hümanisttik hastalığı da burada yatmaktadır. Bir şeyi sadece sen düşündüğün için felsefe yada doğruluk kefesine atamazsın. Schopenhauer’a bakın: Onun ufuk açıcı çalışması, İrade ve Fikir Olarak Dünya’sına, sanatlar ve onların yaşamda bizim için kullanımı hakkında konuşurken ne kadar kanlı bir dahi olduğuna bakın. Felsefenin etkileyiciliği buradadır. O halde gerçek felsefe, en genel bakış açısıyla ilgilenen bir konudur. Bilgelik ile hayat hakkında konuşmak… Bırakalım bilim Big Bang Teorisi hakkında zırvalıklar yapsın, felsefenin görevi onun hayatımızla olan ilişkisini kontrol etmektir. Teorinin akıl, yaşam ve toplum için saçmalığına dikkat edin. Bilimin aşırı hırslarına ve hatalarına gülün. Gerekirse alaycı olabilirsiniz. Abartılı olan her şeyi gerçek boyutuna geri getirmekten korkmamalıyız.
Bir de “felsefe” kelimesinin olup olmadık yerde kullanımının yarattığı bulanıklılık üzerinde durmak gerekecektir. Öncelikli soru şudur: Neden felsefe kelimesi olup olmadık yerde kullanılmaktadır? Bir yaşam felsefesi ve bir üretim felsefesi olduğu söylenebiliyor mesela. Kanımca bunlar bir felsefe değil ideoloji olarak tanımlanmalıdır. Çünkü hakikat bu tar söylemlerde indirgenmiş ve “ile”sizleştirilmiştir. Bunu şu şekilde aşabiliriz: Kabul edilmesi gerekir ki son iki yüzyıldaki en şiddetli alt üst oluşlarında bile felsefenin insanlığımızın ta kendisi olduğu ve her şeyden önce her yerde bulunabileceğine işaret etmektedir. Bir Bambara felsefesi ve bir yönetim felsefesi olduğu söylenirken, bir Bambara düşüncesi ve bir yönetim ideolojisi olduğu söylenmelidir. Filozof olarak anılan biri radyoda veya televizyonda konuşturulduğunda, dünyanın durumunu ve nelerin değiştirilmesi veya iyileştirilmesi gerektiğini konuşacak bir söylem duyurur. Tek kelimeyle, felsefe bir sorun olarak dünyayı (varlık) temsil etmenin (ifşa) ve değerlendirmenin bir yoludur.
Başka açıdan felsefede ‘ben’ kullanmaktan kaçınmak gerekmektedir. Ancak Bu zor ve hızlı işletilmesi gereken bir kural değildir. Çoğu durumda, ‘inanıyorum’ veya ‘bence’ gibi ifadeler kullanmaktan kaçınmak en iyisidir. Bunları ‘bir yandan’, ‘x’in argümanı öneriyor’ veya ‘tartışılabilir’ gibi ifadelerle değiştirin. Diğer disiplinlerde bu sorunu yaşamayabilirsiniz bunda kurtulabilirsiniz, ancak felsefe ve özellikle etik’te biraz farklıdır. Bunun nedeni, felsefi soruların asla doğrudan sizin fikrinizi sormayacak, gerçeklere dayalı dengeli bir tartışma istemesinden kaynaklanmaktadır. Dinleyen ve sizi mantıksal denetçi, bir argümanın her iki tarafını da takdir edip uygulayabileceğinizi görmek ister. ‘Ben’ kelimesini kullanmak, sonucunuzun nesnel olarak dengeli bir tartışmanın aksine “kişisel” bir görüşten oluştuğunu gösterecektir. Bu sonuç ise görüşünüzün pratik değerini düşürecektir.
Felsefe, kendisine özgü bir stil içerisinde kanaat hakimiyetini korumak ve ezbere bilgi aktarımı değildir. Felsefî sorular tarihî sorular ve öznel sorular değildir. Ancak pratikte felsefe uzman olmayanların, her biri kendi kanaatine göre konuşan fikir ve değerlendirme sahibi olanların uzmanlığı haline gelmiştir: Fakat kanaat (bireysel veya kolektif) bir öznelliğin yargısıdır: Kaynağı mizaçlarda (dispositions), zevklerde ve her bireyin eğilimlerinde bulunur. ‘Herkesin doğrusu kendine’ –fakat ‘doğru’ hemen ardından “kanaat” olarak tanımlanmıştır. Tarihselci ve öznel bu yaklaşımlar; her felsefî düşünceyi kendi döneminin ürünü olarak ve öznel, ele alırsan hakikat arayışını klasik felsefede gördüğümüz şekliyle imkânsızlaştırmışız demektir. Bununla birlikte felsefi hakikatlerin ve sorgulama alanlarının pozitivist bilgiye indirgenmesi de son derece sakıncalıdır. Çünkü değerden arınıklık iddaası burada paradoks doğuracaktır.
“Form for fun…” Sanatta “situationism” akımının (çoğunlukla sanat akımıdır) mottosudur. “Biçimde amaç eğlencedir” şeklinde çevrilebilir. Bunun felsefedeki karşılığı da vardır. Kendi felsefesini pat diye anlayan tezgahtar kıza laf atan Sartre mealen demiştir ki kendi felsefesinin (existansiyalizm/varoluşçuluk) geldiği nokta için ‘bu ne ya tezgâhtar kız bile bizim felsefeden anlıyor”. Haksız da değildir. Sanatta biçimi geri plana atarsan, felsefede özneyi ön plana çekersen olacağı bu. Bir felsefe metni örneğin “mağara alegorisi” okuduğunuzda; bu okuma bizi bir tavra götürmeyecekse boşuna okumadır. Adam bi metin okuyor oradan yok nöro-felsefe yok simülasyon teorisi yok astrolojiye gidiyor. Elbette bizim felsefemiz dediğimiz şey herkesin aklındadır, çünkü akılda eşitiz. Peki ama eşitliği sağlayan akıl sonucu belirlemez mi? Aklın eşitlemediği durumda yapılacak iş hep fantazya… Nereden çıkıyor her bi okumada çıtır satmaya çalışsan zıp çıktılar: Saçma öznelliklerden.
Bir metin okuduğumuzda muhatap öncelikle kendimiz (öz-eleştiri) olmalı. Tabi burada Descartes’ten bahsetmek lazım. Felsefeyi yaşamdan kopartarak bilince (analitik) hapsetti. Oysa böyle olmamalı. Felsefe (i) konuşurken aradığımız şey bizim kendimizin mağarada olup olmadığıdır. Bu ise biraz özgüven gerektirmektedir. Başkasının mağarada olduğu kurgusuyla felsefe yoluna girilirse boşuna uğraşlar silsilesi başlayacaktır. Soruların öncelikli muhatabı insanın kendisi (kendinde bir şey olarak özne) olmalıdır. Bu ise doğruda “kim olduğum” sorusudur. Başkasının kim olduğu zaten mevzu edildiğinde analitik bir çıkmaza gireceğimiz ortadadır.
Özetle neden bir kişiyle gerçekten felsefi şeyler konuşmalıyım? Eğer, konuşanı gereksiz imalardan alıkoyan sorular varsa, kendini gösterme dışında- felsefi sohbetler yapmak için birkaç değerli gerekçe şunlar olabilir:
- Sohbet sırasında paylaşılan fikirler, katılımcıları hayattaki arzularını sorgulatıyorsa,
- Tüm katılımcılar sürekli olarak şu soruyu sorabilirse: Bu konuşmadan hangi yeni sonucu çıkarmalıyız. vs…
Örneğin, eğer tanrının varlığı hakkında konuşuyorsak ve eğer konuşmama için gerekçeleri ortadan kaldırdıysak, ulaştığımız tüm noktaların içimizde tuttuğumuz arzularla bağlantılı olduğundan emin olacağız ve buna irade edeceğiz. Bu bize kendimize ve tüm olup bitenlere dair yeni gözlemlere, anlayışlara ulaştıracaktır. Ancak, bunlar tüm konuşan, tartışan taraflarla ilgili olmalıdır. Bu çok büyük bir değişiklik gibi görünmese de, konuşmanın kontrolden çıkmamasını (akıldan) ve her zaman katılımcıların yaşamlarıyla alakalı olmasını sağlayacaktır. Bu yaklaşım, felsefe tartışmasındaki gereksiz boşluğu alacaktır.
Bu anlamda “kimse kendini mağaradaki gölgeleri hakikat zannedenler yada Sokrates’i idam edenler yerine koymuyorsa, herkes kendini aydınlanmış Sokrates’e benzeştiriyorsa ortada felsefesiz felsefe var demektir. Peki kim onlar/idam isteyenler?” sorusu yerinde ve muhatabı şahsımız olan bir soru olarak durmaktadır. En materyalist yada kendini aydınlanmış görenlerimiz bile soluk mavi noktada bir nokta bile olamayan insanın önüne soyut vicdanı bir doxa/sanı olarak koymaktadır. Bundan kurtulmanın yolu felsefi metodu yani sorgulayarak bilgi edinme sürecini felsefenin kendisi kadar öne koymalıyız.
Cemaati, kenti, devleti (otorite) hakikatin karşısında ayaklar altına almayan felsefe boş; barda insan tavlamak yada miskin tekkesinde kişisel sayıklama için yapılabilir ancak. Felsefe davranışa yansımayacak ise insan için olamaz. Ben felsefeyi böyle yapıyorum ile olmaz. Fizik sınavında yanlış cevap vermek de bir özgürlük sonuçta tabii ama sonunda bir fizikçi olamayacağınızı kabul etmeniz gerekecektir. Yakışanı söyleme derdinde olmak değil mesele düşündüğünü söyleme meselesidir. Eğer burada özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakacağına inancımız tam olsa da bilgi üretme ilkeleri dışında çalıştırılan akıl kendini herhangi bir ideolojinin emrine serapa bırakmanın kilidini açmış olacağı unutulmamalıdır.
Kozmologlar arasında romantiklerin yıldız tozundan yapıldığına, alaycıların ise yıpranmış yıldızların nükleer atıklarından yapıldığına dair bir şaka vardır duymuşunuzdur. Bu yeni bir kozmoloji ihtiyacını göstermektedir. Felsefe bu kozmolojik zemin üzerinde mümkündür. Gerçekten de, süpernovalardan çıkan karmaşık atomlar her iki şekilde de görülebilir, ancak bu atomlar maddeye karmaşıklık olasılığını getirir ve karmaşıklık yaşam ve zeka olasılığını sağlar. Bunlara nükleer atık demek, tüketim mallarına fabrika atık ürünleri demek gibidir. Bir kozmoloji muazzam bir ilham ve hatta iyileştirici güç kaynağı olabilir veya bir halkı kölelere veya otomatlara dönüştürebilir ve evrenlerini bir sonraki öğüne veya önemsiz eğlenceye saplantı haline getirebilir. 21. yy yeni kozmolojiye karşı nasıl bir tutum benimseyeceğinin seçiminde, zamanımızın en büyük felsefi fırsatı olabilir. Zorunlu ve anlamlı arasındaki seçim felsefeye bağlı.
Dolayısıyla politik bir tavır alış bir aydın tipolojisi olarak filozoftan beklenmelidir. Felsefe yapmak iddialı bir laf benim için. Bedeli ödemeye razı olmak gerekecektir. Bedel ödemek deyince illaki bir politik gücün hapse atmasını da anlamamak lazım ama kabaca maksadımız hasıl olsun diye hapis diyebiliriz. Nietzsche de bedel ödedi ama bildiğim kadarıyla hapis yatmadı ve kişisel bedelini çıldırarak bile isteye ödedi ve etik-politik bir duruşu vardı. İnsan bu dünyada tavırlarıyla insandır. Bu anlamda felsefenin okuyanda üç tane kastı vardır. Bilme, etik ve estetik tavır… Ontoloji zaten metafizik, oraya girmeye bile gerek yok. Yukarıda söylediklerime tersmiş gibi anlaşılmayacaksa söylemeliyim ki felsefe özellikle metafizik bilgi için değil etik için vardır demeliyim. “Dervişlik olaydı taç ile hırka/Biz dahi alırdık otuza kırka” diyen Y. Emre’in aradığı da buydu belki.
Meraklısına ileri sorgulama:
Felsefenin bizim gibi ahlakçı ve şifahi toplumlarda net bir karşılığı vardır; “şeytani vesvese”. Felsefe zannedilen ise ideolojik söylem ve popülizm derdinden başkası değildir. Oysa insan akıl taşıyan, kavramsal iletişim kuran tek canlı türü yani doğada başkaca bir karşılığı yok. Yani hangi hayatı kavrayış biçimine sahip olursak olalım eğer insan olduğumuz iddiasında isek zorunlu olarak aklediyoruz. Mantık veya delillerle kavrayışımız noktasında ne kadar ayrı ve uzak durursak duralım akıl bizde oluşmuş veya verilmiş nasıl kabul edersek edelim bulunan bir eleman olarak bizi düşünmek gibi bir eyleme mecbur kılıyor. Şüphe, korku(kaygı) veya merak bu akletme zorunluluğumuzun mecburi getirisi, bundan kaçmak mümkün değil her şart ve zamanda buna mecburuz.
Felsefe özgür bir mekan ve zaman istemez ama özgür bir “kafa” ve “sistem” ister yani kendi toplumundan ve aklettiğinden şüphe ile ilk adımını atar düşünme sahasına. Gündelik olandan gündelik konuşma yada emeksiz söz söyleme gerçek felsefe olamaz. Söylenmese de dinlenmese de olur. Ancak felsefe sözü söylemek hem söyleyen hem de dinleyen açısından saygınlığını emekten almalı. Felsefe tıpkı şarap gibi zamanın ve emeğin bedenlenmesidir. Felsefe sözünü yıllanmış şaraba benzetebiliriz; zaman ister, upuzun yıllar geçsin ister. Nâdir bulunan, bulmak için aranması gereken, çok pahalı bir şarap gibi sunumunda icrasında ritüel ister. O kabaca içilmez. Kendisini yudumlayacak olandan dirimlilik ister. Yıllanmış şarap başka iş yaparken yanında içilmez. Başka bütün işler, şeyler onun etrafında şekil almalıdır artık. Felsefe konuşmak kaliteli yıllanmış şarabı içer gibi hala topraktan, köklerden söz etmeye benzer ki hem konuşan hem dinleyen aynı noktada olmalı.
Filozof ve felsefe bu kadar inceltildikçe artık felsefenin aradığı hakikat/bilgelik bir değere dönüşür. Bu anlamda felsefi olan imgededir ve basitlik ister. Bilgelik eski anlatıdan bu yana felsefe için son duraktır ve felsefenin sonu vardır ama insanları toplumdan soyutlayıp makinize kılmak ve kendinden bile vazgeçmek noktasında insanlığımızın tümünün aynı düşünmesi diye bir bilgelik biçimi dayatmasından kaçınmak için elimizdeki en iyi yöntemdir. Hem başlangıç hem de sondur.
Bizde şöyle bir ezber var oysa; “felsefe ile kişisel tanrımı kesinlikle kaybederim.” İşte bütün kıyametin koptuğu nokta burası. Çünkü tekfirleri gelişigüzel ortalığa saçma gücünü işte bu yanlış ezberden alıyoruz ve bunu besleyen tek şey “resmi dini söylem” değil akademilerimizin boğazına kadar battığı “bilim seviciliği” de buna geniş bir alan sağlıyor. Şair M. C. Anday’ın noktayı koyduğu mevzuudur bu … “köle sahipleri ekmek kaygısı çekmedikleri için felsefe yapıyorlardı, çünkü ekmeklerini köleler veriyordu onlara köleler ekmek kaygısı çekmedikleri için felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini köle sahipleri veriyordu onlara”…
Felsefenin neliği bir problem elbette. Ama felsefe bir yönüyle diğer insanlarla diyalog kurma çabası olduğu unutulmamalıdır. Şu ana kadar esas üzerinde düşündük. Bu bağlamdaki kritik/diyalog çabası usule dair gördüğüm sorunlar şunlardır:
1- Felsefeci, filozof v.b kavramlarından ne anlaşıldığı ortaya konulmadan metin yada konuşmada geçen kavramları kişisel anlam-bağlamları içinde kullanmaya çalışmak, kavramsal kargaşaya ve giderek iletişimsizliğe yol açabilir.
2- Felsefi düzlem ile politik düzlemin nerden nasıl ilişkilendirileceği hem politik hem de felsefi açıdan aynı zamanda hem politik hem de felsefi bir durumdur. Anlamsal ayrımları ortaya koymadan bağlamlar ve kavramları sabitlemeden konuşuyor olmak yine kavram kargaşasını ve giderek iletişimsizliği ortaya çıkarır veya en azından o riski taşır. Örneğin Marks; “filozoflar (dolayısıyla ona göre felsefe) şimdiye değin dünyayı sadece yorumlamakla yetindi, oysa aslolan onu değiştirmektir” dediğinde felsefi düzlemde mi yoksa politik düzlemde mi kalmış oluyor? İdealist/kurgul felsefeye mi karşı çıkıyor yoksa devrimci direnişe katılmayan tüm felsefi yaklaşımları mı kastediyor? Marksa göre bu durumda “idealistler” felsefeci olmuyor mu? gibi bir sürü sorunla karşı karşıya kalıyoruz…
3- Felsefeci, filozof, felsefe ve insan/toplum ilişkisi açısından aldığımızda, bu ilişkilenişi nereden, neye göre nasıl kuracağız? Marksın gördüğü/kurduğu açıdan mı başka açıdan mı? Örneğin Herakleitos, “özellikle, kasıtlı olarak karanlık, ağır, ağdalı” yazmış ki gerekesi de şu, “beni anlayabilen, hak-edebilen okusun”. Şimdi Heraklitin bu tutumu üstenci mi? Heraklit mi halka/topluma inmeli yoksa halk/millet, toplum mu Heraklite çıkmalı? Kısacası üzerinde durduğumuz, ele aldığımız konuların kendisi yine politik ve felsefi konular. İlgilisi olduğumuz konularda kullandığımız temel kavramların anlamsal içerik ayrımlarını, bağlamını ortaya koymadan, “felsefi diyalog çabası” içine girmeye çalışmak karşımıza sorunlar çıkarır diye düşünüyorum…
Tanımları önceden yapmanın da kendine göre sakıncaları var. Önce kavramların içini kendine göre doldur sonra dış dünyadan bu tanıma uyanları ara uymayanları da biç… İşte belki Marx’ın, Nietzsche’nin eleştirdiği felsefe bu olabilir. Marx’ın söylediği şey, üretilen bilgiler ile ortamın maddi koşulları arasındaki ilişkiyi deşifre etmekti. Yoksa, bir düşünce biçimini belirli bir insan topluluğuna zimmetlemek ve bunu özcüleştirmek değildi. Heraklit elbette ki üstenci idi, çünkü kendisini Tanrısal olana sahip diye sunuyordu.
Evvelemirde oluşturduğu tanımları bir “check list” olarak kullanmanın tehlikelerinden bahsettiler. Sokrates'ten bu yana ağırlıklı felsefeler tanımlar ve kavramları, şeylerden önceye koydular. Bu yüzden sürekli felsefenin şeylere kendi mantığını dayattığı söylenir. O sadece ve sadece mantığın şeyleri ile ilgilenir, şeylerin mantığı ile değil. Oysa tanımlar ve kavramlar anlamlarını kullanımında kazanırlar; yani, tarih içinde ve değişip dönüşerek. “Felsefenin ne olduğu” da buna dahildir. Bir tanım belirleyip, onu mutlaklaştırıp dış dünyayı ona göre anlamlandırmak filozofun vazgeçmediği bir etkinliktir. Neyse ki tarih diye bir bilme biçimi üretildi. Tarih bilimi (şeylerin kendi hareketini bilme etkinliği) icat edileli beri, bu tarz felsefe dogmatik uykusuna daha bir deliksiz yattı. Şeyleri tanımlara ve kavramlara öncelemeyen her düşünsel etkinlik, kaçınılmaz olarak, dogmatiklik ile suçlanmaya açık olacaktır.
Dönemin koşulları gereği Herakleitos’un Tanrıdan hareketle konuşmasını “doğal” bulabiliriz. Üstenci olmasını “işlevsel” bulabiliriz… Çünkü bizim kültürümüzdeki entelektüelin, kent-soylu olduğunun sanılmasından kaynaklı üstencilik bağlamında değil ama halkın ona ulaşmaya çalışmasının yine halkın yararına bir şey/durum olduğunu düşünüyorum. Ancak felsefenin, akademinin, bilim adamı veya entellektüelin, aydının, politik temsil noktasında kitleyi dolayımlamaya çalışan “öncünün”, “bu millet hiçbir şeyden anlamıyor zaten ve anlamayacak” deyişini, onların kendi içine düştüğü paradox olarak görmeliyiz.
https://hepimizsanaliz.medium.com/subscribe
Beşer, A. S. (2017). Leo Strauss’un modern felsefe eleştirisi ve klasik felsefeye dönüşü. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 7(13), 92–109.
Lichtenberg, Kendine Hep Saldır, İnsan Karalama Defterleri’nden. Kırmızı Kedi
Wark, M. (2014). Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var. Çev. Arda Çiltepe. İstanbul: Sel.
https://www.philosophy-world-democracy.org/other-beginning/the-end-of-philosophy