Hayaller, Gerçekler ve Tercih.

Altug Canıtez
papazincayiri
Published in
5 min readOct 11, 2018
Fotoğraf : https://unsplash.com/

Gözlerinizi kapatın ve içinizi huzurla dolduran bir yer hayal edin. Yaz ayının boğucu sıcaklarını geride bırakmış, tatilcilerin metropol keşmekeşine dönmesiyle sokakları boşalmış, herkesin birbirini tanıdığı ve gülümseyerek selamlaştığı bir sahil kasabası olabilir… Ağaçların dallarında sezonluk döngüsünü tamamlamayı bekleyen yapraklar kızılın tonlarına boyanmış. Güneş durgun denizin derinliklerine doğru yol alırken, tatlı bir esinti bırakıyor… Belki dingin bir müzik eşliğinde, ne zamandır okumaya fırsat bulamadığınız bir kitaba başlamışsınızdır… Şarabınızdan bir yudum aldınız, ensenizden saç diplerinize doğru bir sıcaklık yayıldı… Gülümsediniz.

İşte bu resim içerisinde Fenerbahçe yok arkadaşlar ve uzunca bir süre de olmayacak… Bu gerçeğe kendinizi ne kadar çabuk alıştırırsanız o kadar hafiflersiniz.

Fenerbahçe bir değişim istedi… Antitezlerini 90'lardan referans alıp, o günün sorunlarını çözerek büyüyen ama artık bugünü kavrama kabiliyetini yitirmiş, geleceği riske atan, köhneleşmiş, yolsuzlaşmış, çeyrek asıra varan bir zaman sonunda ülke futbolunda yanlış olan ne varsa bünyesinde içselleştirmiş bir yapının yıkılmasını, yeni bir sayfa açılmasını hayal etti ve bu değişimi gerçekleştirmesi için bir lider seçti.

…Ben bu şekilde değerlendirmiştim en azından! Özellikle ilk sene boyunca, yaşanması gayet olası hatalara karşı koşulsuz bir sabır ve hoşgörü olacağını, Fenerbahçe’nin zor günlerinde elini taşın altına sokanların daha fazla destek göreceğini ummuştum. Geldiğimiz noktada Fenerbahçe taraftarının çoğunluğunun ne istediği konusunda ciddi şüphelerim var. Belki haddimi aşarak söylüyorum ama “herkesin (hepimizin) aklını başına alıp, etraflıca düşünmesi” gerekiyor.

Ali Koç, göreve geldiğinden bu yana ikinci kez (toplamda üçüncü sesleniş) tepeden tırnağa tüm birimleri silkeleyecek açıklamalar yaptı…

İlki kaç kişinin idrak edebildiğine, önemsediğine hatta hatırladığına (artık) emin olamadığım, kulübün içine düştüğü maddi dar boğaz ile alakalıydı. Hesapsızca harcanan paralar, tefeci faizi ile borçlanılan faktoring şirketleri, kapıya dayanan kısa vadeli borçlar, temlik edilen gelirler, ipotek edilen varlıklar, ölü yatırımlar, abuk sabuk kontratlar… Kimsenin söylemeye dilinin varmadığı ama aslında neredeyse yolsuzluğa varan türlü türlü rezilikleri açık açık anlatmıştı.

Anlatılanları hazmetmemiz, üzülüp, kızmamız ve sonunda kulak arkası etmemiz 15 gün sürdü. Çoktan yapılacak transferleri beklemeye koyulmuş, geleni, gideni, kalanı eleştirip, tribünde böğüre böğüre yuhalamaya başlamıştık bile.

Derken dün ikinci açıklama geldi… Başkanın anlattıklarını dinlerken kanım dondu. Olayların detaylarına indiğinizde muhakkak kafanızda yerli yerine oturtamadığınız noktalar bulabilirsiniz ancak anlatılanların bütünü “kol kırılır, yen içinde kalır” diyerek geçiştirilebilecek meseleler değildi. Ali Bey’in bir iki kişinin yanlış yönlendirmesi (muhtemelen bu şekilde bir savunma argümanı gelişecek) ile canlı yayına çıkıp iki saat boyunca dedikodular üzerine açıklamalar yapacağına hiç ihtimal vermediğimden dolayı iddia ettiklerini çok önemsiyorum.

Soru şu; meslek ahlakından yoksun lakayt futbolcuları da dahil ederek, iddia edilen ihanetin (suçların) parçası olan tüm bireyler, Fenerbahçe’yi sabote etme cüretini nereden buluyorlar?

Eğri oturup, doğru konuşalım; hepimiz bu özgüvenin bir parçasıyız… Kulübü baştan aşağı sarmış “bize bir şey olmaz, bu düzen değişmez” rahatlığının sebeplerinin belki de en büyüğüyüz. Bir derbi maçı öncesi, “teknik direktörün cenazesini kaldırmaktan” bahseden densizliğin paydaşıyız. Ekmek yediği kurumun içinde bulunduğu kötü günler karşısında “Fenerliler düşünsün” diyebilen kulüp çalışanı ya da Erwin Koeman’a “Neden ters ters bakıyorsun?” diyerek diklenen kaptan(!) tribündeki ve sosyal medyadaki fokurtudan güç almıyor mu sanıyorsunuz?

Ahlaksızlıkları defalarca belgelenmiş bazı muhabirlerin, çapsızlıkları oturuşundan, kalkışından, kurduğu cümlelerden bile anlaşılabilen, fikirsiz, akılsız, vicdansız adamların bildirdiklerine, ifade ettiklerine, belirttiklerine balıklama atlamasak, dedikodu kazanı kaynar mı?

Fenerbahçe’de (ve futbolumuzun genelinde) evrensel normlarda işleyen bir düzen kurulması için gerekli yatırımlar çoktan yapılmış gibi, kulüp her biriminde donanımlı insan kaynağına sahipmiş gibi, yıllar boyu liyakatla değil, ikili ilişkilerle, onun bunun adamı olarak kadrolaşılmamış gibi, sanki gerçekten aile ortamı varmış gibi, çarpık düzene çomak sokan her profesyoneli, hırsızlıkla, komisyonculukla, yalancılıkla suçlamasak veya suçlayanlara prim vermesek, biraz da kendi eksikliklerimizin farkında olup soğukkanlı kalabilsek değişimler daha kolay mümkün olmaz mı? Bu hastalıklı kafalar, çok değil 3–4 sene önce kendi alanında benzersiz olan, Avrupa’nın en itibarlı koçu Obradovic için dahi aynı dedikoduları üretmedi mi?

Klişelere saplanıp kaldık, ezberlerimizin dışına çıkamıyoruz; “Hollandalı teknik direktörler ülkemizde başarılı olamaz” kabulü bunlardan biri… İtalyanlar olabiliyor mu peki? İspanyollar ya da Fransızlar?.. Avrupa’nın en önemli ekollerinden gelen profesyoneller ülkemize uyum sağlayamıyorsa sorun bizde olabilir mi? Kendi küçük dünyamızda, dönüp dolaşıp sarıldığımız üç beş ismin, kokuşmuş düzenimiz içerisinde başarılı olmalarını sağlayan (en masumane tabirle) pratik zekalarına ve kurdukları dostluklara mahkum kalmak zorunda mıyız?

Bir İtalyan İngiltere’de şampiyon olabiliyorsa, bir İspanyol Almanya’da kupa kaldırabiliyorsa, bir Hollandalı İspanya futboluna damga vurabiliyorsa ve bir Alman 30 sene önce Türk futbolunda devrim yapabildiyse dönüp günümüz klişeleriyle yüzleşmemiz gerekmiyor mu? Cevap, bizlerin dünyaca kabul gören sistemlere uyum sağlayamadığımız gerçeğinde saklı değil mi? Bizler göreve getirdiğimiz yabancılara, kendimizi doğru biçimde anlatıp, onları da ön yargısız biçimde anlamaya çalışıyor muyuz? Başarılı olabilmeleri için yeterince zaman tanıyıp, huzurlu bir çalışma ortamı sunabiliyor muyuz?

“Düşünce yapımız, iş yapış tarzımız, bizim insanımız…” diye başlayan her cümlenin arkasından soluklanıp, ihracat yapan bir tekstilcinin, ara mamül üreten sanayicinin, yurt dışından bir marka için tasarım yapan grafikerin o ülke insanının beklentileri nasıl olup da karşılayabildiğini merak etmiyor musunuz? Hollandalı’ya mal satarken “bizim iş yapış tarzımızla” mı satıyoruz yoksa evrensel kalite sistemlerini karşılayacak yatırımları yapmak zorunda mı kalıyoruz?

Her görev için doğru ya da yanlış insanlar vardır… Hangi milletten olursa olsun, aidiyeti, iradesi, başarma tutkusu yüksek olanlar ya da yeterince kararlı olamayanlar. Yetenekli olanlar, ya da yeteneksiz olanlar. Esnek olanlar, katı olanlar… Sıcakkanlı, sevecen, babacan olanlar ya da soğuk ve mesafeli olanlar. Dolayısıyla evet, isimler tartışılabilir ama biz isimleri tartışmaktan o kadar uzağız ki…

Phillip Cocu en doğru tercih olmayabilir… Belki Comolli de beklentileri karşılayamayacak. Peki ana sorunumuz isimlerle mi yoksa kurulmak istenen sistemle mi? Görünen o ki; maalesef sorunumuz sistemle… Tüm eleştirilerin temelinde ve çözüm önerilerinde değişime gösterilen direnç var çünkü.

Fotoğraf : @mackolik

Özgürce düşüncelerimizi ifade edebilmek, eleştirebilmek, eleştirilerimizin idarecilerimiz tarafından dikkate alınması, kulüp ile sıcak bir iletişim kurabilmekle, fikirlerimizi empoze etmek, kendi doğrularımızı dayatmak, her isteğimizin anında yerine getirilmesi beklentisi birbirine girdi. Başkanımız tüm kibarlığı ve iyi niyetiyle, iletişim kanallarını hala açık tutmaya çalışırken, bu samimi çabadan cesaret bulup ve hatta şımarıp, doğrularını her geçen gün daha da yıkıcı içimde “dayatmaya” çalışan insanlar olduk. Kimileri gerçekten samimice çabalarken, kimileri de “Fenerbahçe’nin iyiliği için” makyajı altında gerek ego tatmini, gerekse Aziz Yıldırım sonrası doğan boşlukta yer kapma hesabıyla kaostan beslenen düzenin değirmenine su taşıyor.

Yıllarca Aziz Yıldırım’a “Her konuda uzman olman mümkün değil, profesyonellere görev ver ve onlara çalışabilecekleri huzurlu bir ortam yarat. Başkan sadece denetleyici olmalı.” diye akıl öğrettik. Ali Koç gelecek ve özlediğimiz, özendiğimiz Fenerbahçe’yi yaratacaktı... Başkanlığının 4. ayında her birimiz küçük birer Aziz Yıldırım modeli başına ekşidik.

Hataları yok mu? Var. Açık yüreklilikle de dile getiriyor üstelik… Ve aslında hangimizin hatası yok ki? Çalıştığımız şirkette, arkadaş, aile, aşk ilişkilerimizde hatalar yapmıyor muyuz? Kötü tercihlerimiz, geç aldığımız kararlar olmuyor mu? Hiç yanılmadık mı? Kendi sosyal çevremizde dahi onlarca kez çuvallarken, kaynayan kazana elini daldıran Ali Koç’a koşulsuz destek olup, sabredemeyeceksek, en azından bir dönem rahat çalışmasına imkan tanımayacaksak seneler süren bekleyişin ne anlamı var? Ali Bey yaşadıklarından elbet dersler çıkarıyordur da, çok merak ediyorum; biz geçtiğimiz 20 yıldan hiç ders aldık mı acaba?

Son iki ayda gördüklerimden sonra anlıyorum ki; bizler değişim istememişiz... Sadece daha fazla rol peşindeyiz. Yıllar boyu taraftara istediğini vermek konusunda ustalaşmış olan Aziz Yıldırım’ın, gücünün azalması sonucu zerk edemediği uyuşturucu yoksunluğunun etkilerini despotizmle kontrol altına almaya çalıştığı bir dönemin intikamını almak(!) bizlere yetmiş… Arınmak istemiyoruz, temizlenme derdinde değiliz.

Daha önce alınması gereken zor kararlar hakkında yazmıştım; Cocu’nun vereceği kararlar, Ali Koç’un vereceği kararlar… Ve bizler de bir kararın eşiğindeyiz;

Çok iyi düşünün… Çok iyi düşünelim…

Yapabileceklerimizin ne kadarını yaptık?.. Daha fazla ne yapabilirdik?.. Ve bundan sonra ne yapacağız?

Ya başladığımız işi bitirecek ve değişimin bir parçası olacağız ya da “halka rağmen, halk için” hikayesindeki figüranlar. Bu kadar yalın, bu kadar net.

Tercih bizim.

Yazarken…

--

--