14. Gezici Festivalden Film Notları — 3
Bu yazıdan önce, aynı konuda iki tane daha yazı yazıldı (başlıktan tahmin edilebileceği üzere…) Onların da okunması ısrarla tavsiye olunur. (Bütünlük açısından)
11–11–08
Yoğun olacağı baştan belli, bizim açımızdan en çok enerji depolamak gereken gün 11 Kasım oldu. Tek plan çekilmiş kısa filmlerin toplu gösterimi ve Sonbahar var. Ayrıca Açlık merak ettiğimiz bir film. Maraton halinde seyir…
Tek planlar gerçekten programın sevindirici seçimlerinden biri. Bölüm kapsamında beş film gösterildi.
slurpin & co (katrin ólavsdóttir — izlanda 1997)
rüzgar / wind (marcell iványi — macaristan 1996)
vertigo etkisi / vertigo rush (johann lurf — avusturya 2007)
öteki amerikan rüyası / the other american dream (enrique arroyo — meksika 2004)
şafak sökmeden / before dawn (bálint kenyeres — macaristan 2005)
Katrin Olavsdottir’in 1997 yapımı filmi Slurpin & Co. tüm serinin en başarılısı olabilir. Tiyatral bir mizansen içinde başarılı bir koreografiyi olduğu yerde, 360 derece dönen bir kameranın içinden görüyoruz. Bu dairesel hareketi dolduran koreografi aynı zamanda dekor içindeki gölge perdeleriyle zenginleştirilmiş ve sonuçta harika bir film ortaya çıkmış.
Rüzgar, İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilmiş olan (muhtemelen) bir fotoğrafın hikayesini, hareketli bir kamera ile bir köyü tek planda gezerek anlatıyor. Karelerinden biri, kendisinden yıllar önce çekilmiş bir sinema filmi olduğunu düşünebiliriz. Anlatımı hem zekice hem de ustacaydı.
Şafak Sökmeden serinin ikinci en beğendiğim filmi. Bir tarlada saklanan ve kaçak olduklarını (büyük olasılıkla göçmenler) tahmin ettiğimiz bir grup insanı yakalamak için yapılan bir polis baskınını durmadan hareket eden bir kameradan takip ediyoruz.
Diğer iki filmin bu filmlerle birlikte sunulmasını sağlayan tek şey, onların da tek plan olmasıydı. Bununla birlikte sıradan, heyecan uyandırmayan işlerdi.
Açlık / Hunger (Steve McQueen — İngiltere 2008)
Filmden çıkarken kestiğimiz ahkam sırasında söylenen bir yorum en açıklayıcısı herhalde: Zenaati eksiksiz. Sinemayı sinema yapan ne kadar unsur varsa, her biri harika kullanılmış. Oyunculuklar çok etkileyici, kurgu gayet sürükleyici, ışık kullanımı muhteşem.
Bu özellikleriyle de yarışma kapsamında gösterilen film, festival izleyicilerinin (ve sıkça aralarına karışıp ahkamlarına kulak kabartmayı denediğim SİYAD üyelerinin) önemli bölümünün favorilerinden biri haline geldi. Hatta Sonbahar’a özel bir sempatiyle bakmasalar birinci sıraya bunu koyarlardı diye düşündüğüm insanlar var.
Bununla birlikte ben filmle ilgili korkunç bir huzursuzluk duydum. Bunun iki ana nedenini tarif edebiliyorum. İlki, filmin fiziksel olarak can acıtısı olması ama seyirciyi böylesi körkütük ajite eden dilden bir sonuç çıkarma gücümüzün olmayışı.
İrlanda’ya uzanmadan da açlık grevleriyle, cezaevi koşullarında insaniyet namına yapılan direnişlere empati kurabileceğim bir coğrafyada ve politik atmosferde yaşıyorum. Haliyle gözüme bir şey sokulmasına ihtiyaç duymayacağımı umuyorum. Politik kaygılar taşıyan insanları farklı bilinç düzeyleri nedeniyle kayıran bir “ama halka bunları anlatmak için…” parantezi de bana biraz elitist bir tavır gibi geliyor.
Tavrın en etkili örnekleri herhalde Micheal Moore belgesellerinin yüzeyselliği karşısında sergilenen “Amerikalılar salak ya, böyle anlatmak gerekli…” iddiası. Acaba Moore “biz biraz aptalız da, derinlemesine bir anlatı kurarsam boşa gider, malum insanları eğitmek derdindeyim” diyor mudur? Sanmıyorum. Böylesi ukala bir önkabul hiç bir yönetmenin kendine yakıştıracağı bir şey olmamalı.
Hal böyle olunca, sert ajitasyon silahı dikkatli kullanılmalı ve McQueen, Açlık’ta bu ölçüyü hayli kaçırmış diye düşünüyorum. Bu görüşüm festival kulislerinde fazla taraftar bulamadı, ama ben de aksi yönde ikna olacağım başka bir açı bulamadım. Benzeri düşünceler Ceza Parkı filminde de aklıma gelmişti, ama tahminen iki filmin arasındaki “tokadın şiddeti farkı” nedeniyle bu filmde çok daha yoğun hissettim.
İkinci huzursuzluk noktam da, anlatının alt metniyle ilgili. Hikayede öyle bir kırılma noktası var ki, ben koca Bobby Sands öyküsünden ve IRA’nın cezaevi direnişi hikayelerinden geriye “Bobby çocukluğundan beri inatçı bir çocuktu, burnunun dikine gide gide onlarca kişiyle birlikte intiharı seçti” diye bir mesaj çıkarabildim. Bunun ne demek olduğunu anlatmak için filmle ilgili çok detay vermem gerekir, filmi izlemiş, ilgilenen biri varsa yazışabiliriz.
Bu olumsuzluklara rağmen Açlık sinema sanatı açısından yarattığı etkiyle iyi hatırlayacağım bir iş. En azından ikinci huzursuzluk noktamı ilk filmi olmasına bağladığım McQueen’in sonraki filmlerini sabırsızlıkla bekliyorum diyebilirim.
Sonbahar / Autumn (Özcan Alper — Türkiye 2008)
Festivalin benim için en heyecanlı olayı Sonbahar’ı izleyebilme fırsatıydı. Sonbahar benim için özel bir anlama sahip. Tiyatro okurken tanıştığım (orada başıma gelen az sayıda iyi şeyden biridir bu tanışıklık) Onur’un ilk sinema filmi. Ekipteki bir çok insan için de durum farklı değil. Yapımcısından, yönetmenine filmi yaratan ekip de ilk uzun metraj sınavını veriyor Sonbahar ile.
Bana göre sınavı başarıyla da geçiyorlar. Aksak giden şeyler var, bir iki tercih daha deneyimli bir yönetmen tarafından çok daha ustaca kotarılabilir hissi uyandırıyor. Yine de bu noktaların hiç biri izlerken filmi bölemiyor, kafanızın bir köşesinde kurcalayan bir nokta olarak kalmıyor.
Muhtemelen bu akıcılık, bu başarı samimiyete borçlu olunan bir durum. Özcan Alper’in imge dünyası, memleketini görme biçimi ve öykünün kuruluşunda incecik hesaplanmış tempo gerçekten bir insanın iç dünyasına bizi başarıyla çekiyor. Anlatamayacağını anlatmaya kalkışmamış (denediyse de hemen vazgeçmiş), sınırını bilen bir anlatı kuruluyor. Bu ölçülülük örneğin Gitmek filminde ciddi bir eksiklik. Kimlikler üzerinden bir öykü kurmaya çalışırken İstanbul’da Ayça’nın komşusunu rum yapmak, İstanbul 2010 reklamlarında selamlaşan yahudi ve rum çocuk kadar yapay kalıyor. İşin komik yanı, çoğunlukla gerçek bir öykü anlatılan Gitmek çekilirken gerçek mekanlar kullanılmış ve komşu teyzeler de gerçekten var olmuş olabilir. Ama anlatı kurmak böyle tehlikeli bir iş işte. Kameranın açısına giren her şey bir yaratı unsuru olarak giriyor. Doğal ya da gerçek yok, kurulmuş olan var. Belki Hüseyin Karabey belgeselcilikten geldiği için bir denge kurması çok daha güçtü, Özcan Alper bu avantajı kullandı. Sonraki filmleriyle ikisini de daha iyi tanıyıp, bu durumu daha iyi anlayabileceğiz diye umuyorum.
İki yönetmeni, anlamsızca kıyaslamamın ardında, daha nice öykü anlatıcılarını göreceğimizi düşündüğüm/umduğum bir ortak noktaları yatıyor. Her ikisi de Mezopotamya Kültür Merkezi’nde yetişmiş sinemacılar. Hem MKM bu anlamda daha kimlere gebe, hem de bu iki yönetmenin serüveni nereye doğru gidecek diye düşünürken birbirleriyle birlikte düşünmek bu yüzden kaçınamadığım bir şey.
Bu festival değerlendirmesinden ayrıca ele alınması, takip edilmesi hoş olabilecek bir konu. İzlediğimiz son bir filmi ve bir kaçamağı saymazsak festival böyle geçti. Asıl bulunma nedenimiz BelgeSeyir, son iki film sonraki yazıda…