Matbaa yoksa bilgisayar da yok…
Illinois’de İngilizce ve linguistik konularında çalışan Dennis Baron Oxford Üniversitesi Yayınlarından çıkan A Better Pencil: Readers, Writers, and the Digital Revoluition (2009)’da yazmak için kullandığımız araçların kolay okunur bir tarihçesini çıkartıyor. Kerestecilerin tomrukları işaretlemek için, ellerindeki en kolay ulaşabildikleri araç olan ağacı kullanarak yapıverdikleri kurşunkalemin ne kadar büyük bir icat olarak kabul edildiğini (o dönemde meslekleri gereği sürekli yazanlar tüy kalemler ve mürekkep hokkalarıyla boğuşuyor), daktiloyu, el yazısının bile başlı başına bir teknoloji olarak ele alınması gerektiğini hatırlatıyor. Elbette son olarak dijital araçlar ve metinlerin bu mecradaki yolculuğunun nasıl algılandığına varıyor konu…
E-kitap konusu her açıldığında “ben kitap kokusu olmadan yapamam” ya da “dokunmadan okuyamam” diyen birileriyle karşılaşmak hâlâ kaçınılmaz. Duygu ve tercih olarak zaten hiç eksilmeyecektir ama insan en azından demogojinin yerini sade bir tercihe bırakmasını da istiyor. Zira e-kitaplar, özellikle vardıkları son standartlarla birlikte (epub3, KF8 gibi donanımlı “kaplar” gibi) içeriğin tarih boyunca en erişilebilir şekilde taşınmasını sağlıyorlar. Kitabın özgün içeriği, ona eşlik eden olmazsa olmaz bölümler (ekler, önsöz, değerlendirme, istatistikler vb.) ve yayına dair teknik bilgiler (künye, notlar, çeviriye dair bilgiler vb.) birbirinden ayrışabilir ama bütün olarak saklanabilir akıllı yapılar halinde duruyor. Bu başlı başına üzerine çok konuşulabilir imkânlar sağlayan derin mevzu, yazmaya dönelim…
Geçen hafta, döneminin önemli gazetelerinin de olduğu çeşitli yayıncılık maceralarının ardından İletişim Yayınları’nın teknik servisinin şefliğini üstlenen ve paralelinde Maraton Dizgi Evi’ni kuran Hüsnü Abbas’la yayıncılık teknolojilerinin geçmişine dair bir sohbete daldık. Dizgi sözcüğünün kelime anlamıyla gerçekleştirildiği, harf kalıplarının dizilerek sayfa şablonlarının oluşturulduğu dönemlere o da tam olarak yetişememiş, ama ustalarından görmüş. Litografik ofset maceralarını anlatırken benim için ziyadesiyle LaTeX’i hatırlatan tasvirlere daldı…
O dönem gazetenin baskıya hazırlığı: Dizgici teslim aldığı içeriği, belirlenen mizanpaj kurallarına göre dijital bir cihaza yüklüyor. Mizanpaj kuralları işin can alıcı kısmı. Basılacak kağıt boyutu, sayfa boşlukları, kaç sütun olacağı, sütunlar eşit mi, oranlı mı bilgisi gibi bir sürü detay tek satır bir ekrandan kısaltmalarla dolu, kendine has bir dilde giriliyor. Böylece baskı makinası bugünkü yazıcılar gibi kağıdın neresine mürekkep geleceğini öğrenerek bir çıktı üretiyor. Alınan çıktı(lar) düzelti (ekibine) gönderiliyor, eğer bir hata yapılmışsa, hatalı satır tekrar çıkarılıyor ve orjinal çıktının üzerine doğru satır yapıştırılıyor (pikajın detaylarını ekşi sözlükte güzelce anlatmışlar). Her şey tamam olduğunda okurların göreceği sayfanın filmi çekiliyor ve seri üretim bu film kullanılarak gerçekleştiriliyor…
Tam bu noktada aklıma şu soru takıldı: Eğer bir şekilde fotoğraf makinası, bildiğimiz baskı teknolojilerinden önce icat olsaydı neler değişirdi?
Sohbetin ufacık bir anektodunu aktardım, dahası kafamda yarım yamalak bildiğim baskı tarihçesinden kalanlarla birlikte belirdi elbette bu soru. Onları da biraz daha aktarmaya çalışırsam daha iyi bir bağlama oturabilir. Dünyayı değiştiren bir icat olarak matbaayı Gutenberg’in icat ettiği ilkokuldan beri ezberlediğimiz bilgilerden biri. Newton Fiziği dercesine aklımızda yer eden isimlerden biri Gutenberg, peki bulduğu şeyin bugünle ve kendi geçmişiyle ilgisi? O konular genelgeçer, yüzeysel, ezberci tarihin ilgisini çekmediği için hayatımıza çok girmez. Kalıp harfler ve noktalama işaretleri oluşturarak, bunların sıralarını değiştirip onlar sayesinde çok hızlı kopyalar üretebilen bir baskı makinası geliştirmiş olması Gutenberg’i tarih kitaplarına sokmuştu. Movable type daha sonra Linotip gibi teknolojiler, kağıda kopyası çıkarılacak bir ana kopya hazırlanmasını kolaylaştırdıkları için değişim yarattılar. Yoksa işin özünde patates baskı mantığı yattığını düşünecek olursak kalıp elbette ilk Gutenberg’in aklına gelmedi, sadece baskıda kullanıldıkça eskimeyen, ürettiği kopya sayısına değecek kadar az zahmetle kullanılabilecek bir yöntemi ustalıkla geliştirdi, bir anlamda inovasyon yaptı. Ondan önce de ağaç üzerine boya sürülerek yapılan baskılar vardı, hatta bunların resim basmak için kullanılanları, Japonya-Hollanda derken bambaşka bir blog yazısı daha çıkar. Gutenberg’e dönersek, matbaa, din kitaplarının kopyalanmasını bir elitin tekelinden çıkaran bu gelişme Avrupa’da dini konularda önemli gelişmeler (ve kaçınılmaz olarak savaşlar) yaşanmasıyla önemini ispat etti.
Bu önemine rağmen ilk günkü teknolojiler o kadar kolay değil besbelli, hatta linotip kullanılırken bile. Muzaffer İlhan Erdost Türkiye’de ilk kez Kapital basılırken kurşunlar yetmediği için bir forma basılıp, o okunurken diğer formanın basıldığını anlatır.
Tüm bu zorlu süreçler, elbette el yazısına tercih edildi. Çünkü el yazısı üretime değil, yaratıma yönelik bir teknoloji. El yazısı kullanılarak ortaya konabilen şey biricik. Hadi kopya kağıdı gibi yöntemleri de hesaba katalım (kopya üretilirken eskimek hatırlanabilir) yine de çok az kişiye verilebilecek bir üretimden bahsediyoruz.
Yine de çok yakın zamana dek gazete gibi korkunç hızlı davranılan mecralardan, ansiklopedi gibi hacimli işlere kadar vazgeçilmez teknoloji olan ofset de yukarda tasviri yapılan zorlu bir hazırlık aşamasına sahip, üstelik de sonucunda bir film çekiliyor ve asıl üretim o filmden yapılıyor… Aklıma takılan soru da tam bu noktada doğuyor, bir şekilde fotoğraf teknolojisi daha önce ortaya çıkmış olsa, tüm o zahmete katlanılır mıydı? Yoksa iyi bir yazıcının elinden çıkan metnin fotoğrafı çekilip, o kopyalanarak üretilen şeyi mi öğrenirdik metin/kitap/gazete olarak… Gazeteyi akıl eder miydik acaba? Daha önemlisi dijital devrim nasıl yaşanırdı?
Lev Manovich yeni medya kavramının akademik dünyada rüştünü ispatlamasını sağlayan öncülerden. Kendini ispatı ise Language of New Media(PDF linki) çalışmasıyla gerçekleşiyor. Bu kitabın bence en özgün yanı sinema ve bilgisayar arasında kurduğu bağ. Sinemanın insanın bilgisayar kavramını algılayabilmesi (ve dolayısıyla yaratabilmesi ve kullanabilmesi) için kaçınılmaz bir adım olduğunu kapsamlı bir şekilde anlatıyor. Bu tespitin en önemsediğim yanı, bir kavramın pedagojisinin dünyanın geri kalanını algılamamızda ne kadar büyük değişikliklere yol açabildiğini göstermesi.
Bugün sıkıcı bir tamlama gibi görebileceğimiz, zaten hep öyleymiş gibi hissettiğimiz WYSIWYG (gördüğün gibi — what you see is what you get) kavramı Hüsnü Abbas’ın hayatında devrim niteliğinde bir değişiklik olmuş. Ofset makinalarına girilen kuralların yerini, punto büyüt komutuyla ekranda büyüyen harflerin alması gerçekten büyük bir değişiklik olmuş. Şimdi yazıcıya göndermeden önce hazırladığımız herhangi bir metni zamanınımız olduğunca, ayrı bir emek ve masraf gerektirmeksizin her yazı tipiyle, her büyüklükte, satır aralığında nasıl göründüğünü görerek deneme şansına sahibiz. Daha önce bu konudaki her seçeneğin, fikrin bir çıktı almayı gerektirdiğini düşününce sayfa planı yapmanın nasıl bir uzmanlık, zanaat erbaplığı gerektirdiği daha iyi anlaşılıyor.
Peki, şu anda kullandığımız teknolojinin pedagojisi önümüzde nelerin açılmasına neden oluyor? Tabletleriyle oynamaya alışan çocukların basılı dergilerdeki görsel malzemeleri parmaklarıyla yanlara doğru çekiştirip, görüntü yaklaşmadığında hayalkırıklığına uğradıklarını duyuyorum. O çocukların tasarımla ilişkisi nelerle tanışmamızı sağlayacak? E-kitaplar, kitaba yazılanları nasıl değiştirecek?
Halamın bıyıkları olsa amcam olurdu anlamına da gelse, fotoğraf daha erken icat olsa, yazı tipi tamamen el yazısına bağlı olsa, bugün bilgisayar kullanabilir miydik?