Zamanla başım(ız) dertte

Koray Löker
RadioBrecht
Published in
6 min readNov 27, 2011

David Hall amca 70'lerin başında video üzerine denemeler yazar ve de yaparken, zaman temelli sanat (time-based media/arts) kavramını ortaya atmıştı.

Tiyatro, sinema ve belgesel gibi şeylere bir arada kafa yorunca, bazı ortak dert ve tasaları tartıştıkça sanki bunların hepsini kapsayan bir isim varmış gibi hissedip, adını koyamadığım olmuştu. Hall tarafından ortaya atılan bu kavram aslında şıppadanak bu disiplinlerin ortaklığını önemli ölçüde tarif ediyor. Duyduğumdan beri üzerine düşünmeyi sevdiğim bir kavram. Somutlaştırabildiğim çok şey olmasa da, yazmanın iyi bir düşünme yöntemi olduğunu bilmekten, biraz da böyle düşüneyim diye başladım bu yazıya…

Kavramla tanışmam Hall üzerinden değil, Montevideo Time Based Arts Institute sayesinde olmuştu. Konuyla ilgisiz ama blogun alamet-i farikası tadındaki parantezlerimden birini açayım: Bu kurum, Amsterdam’da Hollanda’nın kültür mirasının bir bölümünü oluşturduğu düşünülen video sanatları arşivinin korunmasına yönelik projeler yapıyor. Hem bu çalışmalarını sürdürmek hem de yeni çalışmalara ev sahipliği yapmak için kraliyet dahil bir çok fondan yararlanıyor. Üzerine yüksek lisans tezimi yazdığım Elephants Dream adlı dünyanın ilk özgür yazılım modeliyle üretilip, özgürce dağıtılan filmi de Blender Vakfı ile ortaklaşa burada üretildi. Özgür yazılımlarla ilişkileri tesadüfi değil, kurumun araştırmacılarından Jaromil dyne:bolic işletim sistemi (FSF tarafından önerilecek kadar özgür ender Linux dağıtımlarından biri) projesinin ana geliştiricisi. Aynı zamanda Dyne ekibiyle birlikte NMiK’te özgür yazılım olarak sanatçıların işlerine yarayabilecek başka projeler de üretiyorlar. Mesela birçok ekranda oynayacak videoların eşzamanlama işlemleri için SyncStarter gibi…

Neyse… Konuya dönelim. Zaman temelli sanat(lar) derken zaman doğru bir karşılık oluyor mu diye şüpheye düştüm. Saat, zaman, vakit, süre, mühlet, vade, devir, defa, kat, ecel, esna, çağ, asır gibi kavramları karşılayabilen bir kelime time. Zaman, diğer anlamları da yeterince hatırlatıyor gibi. Oysa aklıma ilk gelen karşılık “süreç temelli” olmuştu. Süreç bambaşka bir şey, ama kavram en çok bir zaman dilimi boyunca olan bir şeye işaret edince süreç daha doğru hissettirdi. Neyse zorlamaya gerek yok, basit olan doğrudur diyelim.

Kavramı en basit haliyle nasıl anladığımı da böylece tanımlamaya başlamış oldum. Zaman temelli sanat, sanatsal ürünün var oluşu belirli bir zaman dilimi içinde tamamlanan yaratıları tarif ediyor. Performans sanatlarının tümü (müzik de dahil) ve ifade aracı hareketli görüntü olan her şey. Aslında düşününce roman da bir tür olarak bunun parçası olmalı. Ne kadar sürede tamamlanacağı tasarlanamayan bir eser olsa da, bir an içinde okunup algılanması mümkün olmuyor.

Yaratılan bir eserin algılanması ve dolayısıyla alımlama eşiğinin oluşması için belirli bir zaman diliminin harcanması, tasarıma dahil olunca ortak sorunlar ve bunlara dair sorular ortaya çıkabiliyor. Örneğin duraksama da hareketin bir öğesi haline geliyor. Müzikteki suslar bunun en belirgin örneği. Kurgulanan görüntüleri düşününce, siyah ekran da bir sus olarak düşünülebilir mi acaba..? Sesin akışındaki sus bir yana, parçanın uzun süreler boyunca kesildiği müzik eserleri, hatta belirli bir süre sessizliğin müzikal bir tasarım olarak sunulduğu eserler var.

ψ

Burada konuyu biraz çatallamak zorunda hissediyorum kendimi, ki asıl yapıp yapabileceğim soru üretmek, dolayısıyla bağlamı daha iyi belirlemek gerekli…

ψ

İnternet’in hayatımızda yarattığı çok değişiklik var. İnternet’le birlikte hayata dair deneyimlerimiz geri dönülemeyecek şekilde etkilendi. Bir aracın bu kadar değişiklik yaptığı başka keşif/icat var mıdır emin değilim.

Bu değişikliklerden önemli birinin de zaman algısı olduğunu düşünüyorum. Zamanın fizik ve matematikte yerinin dönüşümüne dair Vikipedi’deki Uzayzaman maddesi güzel ipuçları sunuyor. Kuantum, karadelik gibi konulara hiç girmeden, basitçe zamanın üç boyutlu koordinat sistemine bir dördüncü boyut olarak eklenişini, bir şeyin var oluşunda onun ne zaman var olduğunu da hesaba katmak gibi özetlemek mümkün olur herhalde. İnsanoğlu kuş misali deyişi hareketin zamanla ilişkisini anlatmak için güzel bir örnek değil mi? Ya da Yiğit Özgür’ün karikatürlerinden biri mesela… (Aslında bunu okuduklarını umduğum beş fizikçi arkadaşım olmasa daha rahat atıp tutacağım da…)

Fizikçiler (ya da matematikçiler) bir şeyi tarif ettiklerinde, o şey zaten hep öyle olduğu için sadece anlamlandırabiliyoruz. Zaman hep böyle işliyordu, biz farkında olmuyorduk diye düşünmeye başlıyoruz. Zamanı hesaba katınca yok atom altı parçaları anlıyoruz, yok evrenin halleri falan derken yeni icatlar çıkıyor. Yoksa zaman hep akıyor… Akan bir şey olduğu için hızıyla ilgili dertlerimiz olabiliyor. Değerli olduğunu fark edebiliyoruz. Bir şey yaparken boşa harcadığımızı, bir başka şey yapaken de çok iyi kullandığımızı düşünüyoruz…

Shakespeare döneminde tiyatroya giden insanların için zaman, bugün bizler için olduğu kadar önemli ve değerli değildi zahir. Zira oyunlarını hak ettikleri tüm duraklar ve tempo ile sahnelemek üç dört saat sürebiliyor. Bugün bir tiyatro oyununu izlemek için bu kadar zamanını ayırmak çoğu insan için tereddütsüz kabul edebileceği bir öneri değil.

Sinema filmleri de (başlangıç döneminde maliyet ve teknoloji nedeniyle kısa kısa başlasa da) bugün tıpkılaşan örneklerine kıyasla epey uzun eserler olarak üretildiği dönemlerde sanat olarak rüştünü ispatladı. Şimdilerde dağıtımcıların standart uzunluklar talep etmesi, ticari gösterimlerde yer almayan filmlerin yapımcı bulamaması gibi seyirci-sanatçı ilişkisinin dışında gelişen etkenler daha çok etkileyebildiği için çıkarımda bulunmak zor hale gelse de, kısaldıkları bir gerçek.

İnternet’in deneyim ve algılarımıza etkisine dönersek; aynı anda birçok süreci kontrol edebilme yeteneği geliştirmeye başlayan insanlar olduk. Bunun sonucunda aynı anda birçok şeyi izleyebilme becerimiz de gelişti. Ya da bir şey izlerken aynı zamanda bir başka şeyi de okumak (cep telefonumuza gelen mesajları okumak gibi) normal gelmeye başladı. Bu olanaklar, yavaş yavaş karşı karşıya olduğumuz şeylerle ilgili beklentilerimizi de şekillendiriyor. Yazıların kısa olmasını istiyoruz.

ψ

Dijital kavramı da dönüştürüyor deneyimlerimizi. Kaset dinlerken şarkıların sırasına müdahale etme şansı o kadar ilkel ve dardı ki, çoğunlukla yapımcının tercihlerine sadık kalırdık. Kasedin her iki yüzünün ilk şarkıları ayrı anlamlar içerirdi. Bir şarkının bittiği noktada, diğer yüzde başlayan şarkılardan oluşan matrisler hatırlardık farkında olmadan. CD ile istediğimiz şarkıyı istediğimiz an dinleyebilmeye başladık. Gerçi teknoloji hâlâ zaman temelli mecralara özgü özellikler taşıyor, disk dönerken yaptığımız sıçramalar kısacık aralıklar bırakıyordu. Yine de an uzunluğundakı sıçramalar algımızı değiştirmeye yetmişti. Tamamen dijital, gayrî maddi mecralardaki müzik kayıtlarıyla o bile silindi. Bir mp3 dosyasından müzik dinlerken, şarkının herhangi bir anına sıçramak, dönen bir lazer diskin üzerindeki pozisyonu bulmaktan bile binlerce kere hızlı oldu…

Kısacası, dijital dünyadaki rastgele erişim (random access) olanağı da bize yeni deneyimleme şekilleri ve tercihleri öğretmeye başladı. Bir filmi izlemek yerine, “en komik sahnelerini” izlemek yetebilir hale geldi. Bir performans kaydının “gereksiz yerleriyle uğraşmayabilmeye” başladık. Zaman temelli sanatlardan alıntı yapmaya dayalı yeni bir editörlük, kırpmaya ve dizmeye dayalı yeni bir kurgu anlayışı çıktı karşımıza. Telif hakları sorunları olmasa bu alan çok daha hızlı gelişirdi büyük olasılıkla, ama o başka bir konu.

Zamanla başım(ız) dertte başlığı attım yazıya. Dert kısmı, bütün bu değişen algılar, yeni doğan, heyecan ve sabırsızlıkla peşine düşülen deneyimlerin dayattığı dönüşümde gizli. Server Acim nam güzel insanla tanışmak gibi bir şansım oldu. Tatlı sohbetlerimizden birinde ulaşım araçlarının hayatı doğal olmayan şekilde hızlandırdığı yorumunu yapmıştı. Ona göre, eskiden araçların belirli hızlarda seyretmesi, gündelik yaşamdaki diğer birçok işin hızına paralel-doğal bir denge içindeydi. Artık çok daha hızlı ulaşılabiliyor olması, birbirine bağlanan fiziksel mekanlardaki tempoyu da sıkıştırıyor, ama bu mekanlardaki süreçlerin hızlanmasını sağlayacak bir paralel gelişme yaşanmadığı durumlarda sorunlar ortaya çıkıyordu. Sırf Ankara’dan İstanbul’a bir saatte gidilebiliyor diye, gidip dönene kadar yapılması gereken işler de bir saatte yapılabilir hale gelmemişti…

Sonraki günlerde tesadüfen benzeri bir tespit yaptım ve böylesi bir dengenin televizyon yayınlarıyla ev üretimleri arasında olduğunu iddia etmekten fena halde keyif aldım. Behzat Ç. başkalarıyla birlikte İnternet üzerinden izlemeyi tercih ettiğim bir dizi. Sezon finalini biraz meraktan (sonradan ispiyon yememek için) biraz da tesadüfen televizyonda izlemeye karar vermiştik. Yayın başlayacağı sırada ve aç olarak eve girince, yemek hazırlığını reklam aralarında aşama aşama ilerletmek zorunda kalıp, bir kap yemek pişirmenin gerektirdiği; soğanlar pembeleşinceye kadar, suyunu çekinceye kadar, iki tıkırdayana kadar gibi muğlak mutfak zamanlamalarının reklam aralarına nasıl uyduğunu fark ederek şaşırmıştım. Tesadüfe inananlar çoğunlukta olacaktır, ama bu tür eşleşmelerin tesadüfen bile olsa evrimsel olarak başarı şanslarının yüksek olduğunu hesaba katmanın zararı yok.

Velhasıl, bir sürecin kendine has, olması gerektiği ölçüde zaman süresince tamamlanması gerektiğinde aceleye getirmenin alemi yok. Zaman temelli sanat üretenlerin, ürünün algılanabileceği zamanı hesaplarken bu baskı karşısında yaşayacağı dönüşüm kısa vadede olumsuz olacak gibi görünüyor. Belki orta-uzun vadede bunun kendi doğasının güzel sonuçları da olur, hatta belki demek fuzulî, olacaktır…

Öte yandan tek risk bu alanda üretim yapanlar için değil. Bu üretimlerin toplumda karşılığını bulması için kritik öneme sahip olan eleştirmenler, araştırmacılar vb. için de zaman harcamak ne kadar lüks hale gelirse toplamda kültür o kadar lüks hale geliyor. Bir müzik yazarının, uzun uzun müzik dinleyebilmesi, belki klipler, söyleşiler seyretmesi, yazılar okuması gerekli. Bunları paralel hale getirebileceği (yeni bir albümü dinlerken, bir yandan o albüme dair yapılan söyleşileri okuyabileceği) bir olanak değil, kullanılması gereken bir davranış modeli olarak kurgulandığında eleştirmenliğin, araştırmacılığın doğası hesaba yeterince alınıyor mu acaba? Her birine ayrı ayrı zaman ayırmanın gerektirdiği maliyetleri karşılayacak kültür sermayesini harcamazsak barbarlaşmaya başlayacağımızı unutmamalı…

ψ

Bitirirken… Dijital olanın zamanla ilgili bir başka tuhaf sonucu daha var aslında. Yine İnternet ile somutlaşan ama bu yazının geliştiği yolun dışına düşen bir tespit. Bağlamında ona dair bir yazıyla bunu bir araya getirmek üzere son bir not olarak düşeyim:

Maddi nesneler zamanla kurdukları ilişkiyi yaşayan, taşıyan şeyler. Bir dergi, basıldığı anda fiziksel olarak eskimeye başlıyor. Dolayısıyla bir an tesadüfen insanın karşısına çıkan ve fiziksel olarak yirmi yaşını doldurmuş bir dergi, o yaşanmışlıkla birlikte deneyimleniyor. İçindeki her haber, yorum, kanaat ait oldukları zaman dilimini işaret eden bir var oluşun içinde sunulmuş oluyor. Dijital ve ağlı dünyanın sonsuzluğunda (matematiksel evrenin soyutluğunda) zaman sadece bir değişken, bir sayı olarak var oluyor. Okuyucu bir yazı ile karşılaştığında, yazıldığı dönemi göz önünde tutmak için özellikle tarih bilgisini değerlendirmezse, bütün yazılar zamansızlaşıyor… Teorik olarak her daim konuşulabilecek bir konuydu bu da olasılıkla… Ama artık gündelik yaşamın bir çelişkisi olarak hayatımızda…

--

--