6. BÖLÜM: Teşhir

Tevfik Uyar
Raftan (Roman)
Published in
7 min readJun 3, 2016

--

Önceki bölüm özeti: Kahramanımız banka soyma işlerine giriştikten bir süre sonra vicdan azabına tutuldu ve kendine yeni bir biş buldu: bilgi hırsızlığı. Avukat olan arkadaşı Melike ile sürdürdüğü çalışma hayatı, Melike’nin ona tutulmasıyla son buldu. Çareyi kendi başına çalışmakta bulan kahramanımız, Muzaffer Kuzucu adlı iş adamından randevu alamayınca, bir gece odasına raftan edip, ona bir not bıraktı. Ertesi gün evinin kapısında bir zırhlı araç durdu…

Beni arabaya bindirdiklerinde ilk olarak üstümü aradılar. Bunu standart bir uygulama olarak düşünmüştüm. Neticede Muzaffer Kuzucu yaptığı işler ve sahip olduğu servet nedeniyle bir miktar paranoyak olmalıydı. Holding binasına götürüleceğimi, Kuzucu ile iş konuşacağımızı sanıyordum. Öyle olmadı. Beni metruk bir binanın oldukça geniş olan bodrumuna götürüp rahatsız bir sandalyeye bağladılar. İstediğim an eve dönebileceğim için yine de rahattım ve korkmuyordum, ancak kıyafetlerimi geride bırakıp ortadan kaybolmayı da pek istemiyordum. Her ne olacaksa görmeye, son ana dek raftan etmemeye kararlıydım.

Az sonra içeriye kılığından hiç hoşlanmadığım bir adam girdi. Çizgili bir takım elbise, uzun burunlu tabanı kösele rugan ayakkabılar, elinde sürekli salladığı tamamı metal bir tesbih ve kocaman ellerinin kalın parmaklarında değerli taşlı iki-üç yüzük. Diğerleri ona “konuşturalım mı abi?” diye sordular.

“Durun hele, kimmiş bi; güzel güzel öğrenelim bakalım” dedi.

Bir sandalye çekip karşıma oturdu; kibar bir üslupla.

“Bak kardeşim. Ben insan sarrafıyım. Seni görür görmez serseri olmadığını anladım. Yoksa karşına böyle sandalye çekip oturmam ben; kemiklerini kırarak başlarım. Fakat temiz bir yüzün var senin. Bu işlerin acemisisin belli. Şimdi güzellikle yanıt ver bakalım; kimsin sen?” diye sordu.

İlginçtir, bu soruyla bu haldeyken karşılaşana kadar kim olduğumu ben bile düşünmemişim. Ben kimdim? Ne sıfatla iş tutmuş, ne yapmıştım? Birisi bana kim olduğumu sorunca ne anlatacaktım?

“Bir tür dedektifim” dedim. Ben öyle deyince diğer adamların yüz ifadeleri çarpılıverdi. Korkusuzluğum ve soğukkanlılığımla birlikte bu söylediklerimden tek bir mana çıkıyordu: Ben bir polistim. Kibar gangster onlar kadar peşin yargılı olmadı ve “ne tür bir dedektif?” diye sordu.

“Özel bir tür dedektif. Bilgi hırsızı da diyebilirsin. Fakat ben kendime hırsız unvanını pek yakıştıramıyorum. O yüzden korsan diyebilirim. Bilgisayar korsanı gibi… Ama bilgisayar kullanmam” dedim. İlk defa kendimi tanımladığım için ben de keyif alıyordum. Lisede bir kızla ilk defa çıktığımda “nelerden hoşlanırsın” sorusunu duymuşum ve ona yanıt veriyormuşum gibiydi heyecanım: Kimlik inşa ediyordum kendime… Ama kibar ganster lise aşkıma benzemiyordu tabii… Söylediklerim onda ne bir şaşkınlık, ne bir küçümseme, ne inanma, ne de inanmama… Hiçbir tesir yaratmıyordu, ama kibarlığı bırakmıştı artık:

“Uzatma lan! Dedektifmiş, korsanmış, bilgi hırsızıymış… Bak… Şimdi sana tek bi soru soracam ve bana doğru yanıt vereceksin. Tamam mı? Kuzucu’yu nereden tanıyorsun ve odasına nasıl girdin?”

Ona avukat Melike Gürer’le birlikte çalıştığımı, Muzaffer Bey’in işini benim çözdüğümü, yeniden onunla birlikte çalışmak istediğimi, defalarca da randevu almaya çalıştığımı ama randevu alamadığım için son çare olarak “kendi bildiğim yolu” kullandığımı söyledim.

“Ne yoluymuş lan o? Gizem yapma yavşak!” dedi.

Bu soruya “Meslek sırrı elbette” diyerek ilk tokadımı hak ettim galiba. Meğer ben hayatımda hiç sağlam tokat yememişim. Üzerinde oturduğum sandalyeyle birlikte yere düştüm. Kendimi koruyamadığım için kafamı da yere vurdum. Tokatı yediğim taraftaki kulağım çın çın çınlıyordu. Artık son derece kaba olan gansterin “kaldırın” diye talimat verdiğini duydum. Sadece komutla hareket ettikleri her hallerinden belli olan iki adam beni sandalyemle beraber doğrultup yeniden herifin karşısına oturttu. Filmlerde izlediğim seri tokat ve yumruk sahnelerinin saçma olduğunu da orada anladım: İnsan ilk okkalı tokatta sandalyeyle birlikte yere devriliyor.

“Sana son bir şans daha ulen! Konuş!” dedi. Ben hala soğukkanlıydım. Tuhaf bir şekilde dayak yemek hoşuma gitmişti. Her an kaçabileceğimi bilmek müthiş bir şeydi.

“Susma hakkımı kullanmak istiyorum” dedim. Ortam müsait olsa kendi gerizekalılığıma kendim gülecektim. Şımarıklığın bu kadarı… Sağolsunlar bedelini bir kaç tokatla ödettiler bana ama inadıma ağzımı açmadım; ve az sonra benim ekmeğime yağ sürecek talimatı verdi adam ve “soyun pezevengi” dedi. Emre tabi android misali adamlar hemen beni soydular. Fazla mukavemet göstermediğim için bu esnada dayak yemedim. Donumu çıkarmadılar ama o kadar da mühim değildi.

Bodrum işkence etmek üzere özel tasarlanmış ve sık sık da bu amaçla kullanılıyor olmalıydı. Sadece donumla bırakıldığım yerde akıbetimi beklerken tesbihli pezevenk bana bakmıyor, telefonla konuşuyordu. Yancılarıysa onun yanında bir av köpeği edasıyla bekliyorlardı. O sırada ben fark etmeden bir talimat vermiş olmalı ki, av köpekleri harekete geçti ve ellerinde bir hortum, hortumun bağlı olduğu bir tank ve kompresörle geri geldiler. Beni tazyikli ve soğuk suyla konuşturacaklarını anlamıştım. Bu kadar mazohizm yeterdi! Av köpeği androidlerin dikkatlerini kompresöre verdikleri bir anda raftan çektim. Kendimi doğrudan Macaristan’a gönderdim. Onların soğuk ve tazyikli suyuyla değil Budapeşte’deki evimin sıcacık suyuyla duş aldım. Patlayan dudaklarıma pansuman yaptım. Tuna nehri kıyısında bir kahve içtim. Buda kalesine çıkıp, var olan bütün gangsterlerle gıyabında alay ettim ve İstanbul’a dönüp her ne olacaksa olmasını beklemeye koyuldum. Aynı akşam telefonum çaldı. Arayan bizzat Muzaffer Kuzucu’ydu ve benimle görüşmek istiyordu. Zor da olsa randevuyu kapmıştım anlayacağın.

Adamları beni dövdüğü ve işkence etmeye yeltendiği için Kuzucu’nun da gerçek yüzünün korkunç olduğunu düşünüyordum fakat o son derece beyefendi, nazik ve naif bir adamdı. Beni “çok yetenekli bir dedektif olmalısınız” övgüsüyle karşıladı, kaliteli viskisinden ikram etti, dünyanın gidişatıyla ilgili kaygılarından bahsetti ve benim de fikirlerimi dikkatle dinledi. Hakikaten de epey hürmet gösterdi bana. Tüm bu nezaketin bazı insanlara gücün sağladığı tevazudan kaynaklandığını düşünüyordum. Nitekim tipi de, giydiği kaliteli takım elbiseyi saymazsak, mahalle esnafından çok da farklı değildi: Kısa kesilmiş kır saçları, sinek kaydı tıraşı, hafif tombul yüzü… Yaklaşımıysa son derece babacandı. O gangsterlerle bu adamın nasıl aynı ortamda bulunup, sadece iş için bile olsa nasıl üç beş cümle konuşabildiklerini aklım almıyordu.

Kuzucu yeteneğimi test etmek için küçük işler verdi önce bana. Her seferinde benden fiyat aldı; söylediğim hiçbir rakama itiraz etmedi. Ben de tutarlı olabilmek için bir gün oturup fiyat tarifesi çıkardım kendime: Bir şeyi sadece yok mu edecektim? Yoksa alıp getirecek miydim? Alacağım şey ağzıma atabileceğim kadar küçük bir şey miydi? Yoksa camdan atıp daha sonra evden araçla gelmemi mi gerektiriyordu? Elbette her iş İstanbul’da değildi. Şehir dışındaki görevlerimde bir evrakı camdan, kapıdan attıktan sonra eve gidip giyinip geri gelmem mümkün değildi. Bu yüzden bir ekip kurmam gerekiyordu bazen. Kuzucu’nun işleri nasıl yaptığımı öğrenebileceğinden korktuğum için ondan adam desteği istemiyor, görev her neredeyse iyi bir miktar para karşılığında istediğim saatte istediğim yerde olacak ve kıymeti olan şey her neyse onu attığım yerden alacak adam tutuyordum. Bu da fiyatı değiştiriyordu.

Yaptığım şeyi gerçek bir meslek gibi icra ediyor olmamı sağladı bu fiyat tarifesi. Ben de mesleğimi geliştirmek, değişen teknolojiye karşı ayak uydurmak için ciddi çalışmalar yapıyordum. Teknoloji hem en büyük düşmanım hem de dostum haline gelmişti. Düşmanımdı, çünkü kıymetli bilgiler matbuu evraklar olmaktan çıkıp, yüksek güvenlikli bilgisayarlarda korunan dijital veriler haline geliyordu. Dostumdu, çünkü dinleme ve izleme teknolojileri gün geçtikçe daha çok gelişiyordu. Bir yerlere böcek veya gizli kamera koymak ve bilgileri bu suretle elde etmek benim için çocuk oyuncağıydı.

Bir süre sonra Kuzucu aracılığıyla başkalarından da iş almaya başladım. Sanırım de yaptığım en büyük hata bu oldu: Melike’yle çalışırken koyduğum gizlilik prensibi aslında beni pek çok belaya bulaşmaktan kurtarmıştı. Melike bana verdiği sözü tutarak neyi nasıl yaptığımı fazla kurcalamadı. Mustafa Kuzucu da saygılı davranmış, o da bilmesini istediğimden fazlasını bilmek için çabalamamış, beni bir profesyonel olarak algılayıp alışverişimizi de profesyonellik sınırları içerisinde tutmuştu. Fakat her müşterim böyle değildi.

Papaz her zaman pilav yemez. Baltayı taşa vuracağım bir gün elbette gelecekti. Ki geldi de. Beni bu yazdıklarımı yazmaya iten olayların başlangıcı oldu o gün. Ünlü işadamlarından biri karısının kendisini aldattığından şüpheleniyordu ve bunu öğrenip belgelemem için beni tutmak istedi. Ahlakî ve ailevi bir mesele olduğu için “böyle bir şeyi yapamam” deyip başımdan savmak son derece kolay olmasına rağmen bilgi çalmaktan sıkıldığım için bu farklı işi oldukça heyecanlı buldum ve kabul ettim.

“Bak bu iş aramızda… Bir başkası duyarsa… Kulağıma gelirse… Yüzüm ekşir. Ben yüzümün ekşimesini sevmem. Yüzümü ekşitenin de nefes almasını sevmem” diyip duruyordu bana; ve bunu söylerken dahi yüzünü ekşittiği için korkutuyordu da beni. Muzaffer Kuzucu’da nezaket adına ne varsa, bu adamda yoktu. Kuzucu için ben bir iş ortağıydım. Bu adam içinse iş verdiği, velinimeti olduğu, paralı adamlardan biriydim sadece. Verdiği iş de riskliydi, işin bana verilmiş olması da… Olur ya, biri sadece tahminle böyle bir söylenti çıkarsa, kıskanç kocanın yüzü ekşiyecek, benim yüzümün ortasına bir mermi girecekti. Kendi kendime “parayı ancak riski yönetebilenler kazanır. Yoksa koy parayı bankaya, faiz gelirini ye” diyip duruyor, gerçek riskleri bu tür düşünceler sayesinde görmezden gelmeyi başarıyordum.

Klasik prosedürü takip ettim: Adamdan evlerinin planını ve fotoğraflarını istedim. İhtiyaç duyabileceğim tüm bilgileri elde ettim: Evde sabit çalışanlar var mı? Bunlar kimler? Kaçta yatarlar, kaçta kalkarlar? Ne zaman temizlik yaparlar? Çöpleri ne zaman çıkarırlar… Bazı yanıtları hiç düşünmeden kendi veriyor, bazı yanıtları has adamından öğreniyor, sıkılınca da “ne bileyim len ben, bilsem evin karısı ben olurdum zaten, o da burada işleri yönetirdi” diyip beni tersliyordu. Ben de başarılı olmak için en küçük detayın bile önemli olduğunu söylüyor, yatıştırıyordum her seferinde.

Elimdeki detaylı bilgilerle iyi bir operasyon planı yaptım ve planın mükemmel olduğuna emin olduğum gün işe koyuldum. Önceliğim gerekli istihbaratı toplamak olduğu için eve bir ses alıcısı ve kamera yerleştirmenin daha uygun olduğunu düşünüyordum. İlk raftanımı da bu amaçla, bir gündüz vakti, doğrudan yatak odasına yaptım.

Tertemiz kokuyordu oda. Edindiğim istihbarattan biliyordum ki, daha bir iki saat önce temizlenmişti. Yatak örtüleri de yeni serilmişti belli… Mis gibi bir yumuşatıcı kokusu vardı odada. Bir de kadın parfümü hakimdi ortama; çok değil, yirmi otuz dakika önce tuvalet aynası önünde süslenilmişti belli ki. Plastik eldivenleri ve parmak kamerayı çıkardım ağzımdan. Kameranın üzerinde yapıştırıcı bantlar hazırdı zaten -evde hazırlıyordum tüm bu malzemeleri-. Radyatörün üzerinde uygun bir boşluk bulup yerleştirdim ki; bir bağırış çağırış gelmeye başladı evin içinden. Bu tartışmadan da önemli bir bilgi elde edebileceğimi düşünerek dinlemeye koyuldum.

“İyice sapıttın sen… İyice… Tımarhaneyi arayıp kapattıracağım seni” diyordu bir kadın sesi. Bir adam da aynı şiddette yanıt veriyor ama ne dediği anlaşılmıyordu. “Manyak mısın bırak” diye çığlık attı kadın. Bir merdivenden aceleyle çıkılmaya başlandı ve sesler giderek yaklaşmaya başladı. Nasılsa dilediğim zaman eve raftan edebileceğimi düşünerek son ana dek beklemekte bir sakınca görmüyordum. Derken “Seni adi karı! Seni lanet!” diye bağıran bir adam sesi duydum. Ses tanıdıktı… İşverenim! Ne olduğunu idrak etmeye çalışırken boş bulunmuş olmalıyım; hiç ummadığım bir anda hızla içeriye daldılar. Sırrımı açık etmemeye olan içsel takıntım ve bir başkasının gözü önünde raftan etmekle ilgili deneyimsizliğimden olsa gerek, olduğum yerde donup kaldım. Adam beni çırılçıplak görünce neye uğradığını tahmin edebilirsin. Zavallı kadın da ağzı bir karış açık bana bakıyor, ne olduğuna anlam veremiyordu.

Bir süre öyle şaşkın, sessiz, donmuş bir halde birbirimize baktık. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama biraz sonra işverenim silahını bana doğrultarak,

“Ulan orospu çocuğu, ulan şerefsiiiz…. Zaten sen miydin lan! Oyun mu yaptınız lan bana!” dedi.

O an bir şey açıklamanın çok anlamsız olduğunu bildiğimden, tüm foyamın ortaya çıkmasını göze alarak raftan ettim eve.

“Bu kez sıçtım galiba…”

Sürecek…

Raftan’ı Medium’dan takip et:
https://medium.com/raftan-roman

Raftan’ı Watpadd’ten takip et:
https://www.wattpad.com/story/68579272-raftan

--

--