RAFTAN 1. Bölüm: Fobi

Tevfik Uyar
Raftan (Roman)
Published in
9 min readApr 10, 2016

Okuyacağınız bu notlar sihirlidir. Sihre inansanız da inanmasanız da bu notları okumakla sihrinden doğan tüm yarar ve zararları kabul etmiş olursunuz. Başınıza bela açabilir; sizi, sizin için çok önemli olan duyguları yaşamaktan alıkoyabilir.

Öte yandan sahip olmayı çok arzuladığınız bir yeteneğe de kavuşturabilir.

Tek bir şartla: Sonuna dek okumak.

1. Bölüm: Fobi

Sanırım doğrudan doğruya her şeyi anlatmam gerekiyor. Ne düzeyde anlatmam gerektiğinden ben de emin değilim ve inanın işe yarayıp yaramayacağını ben de bilmiyorum. Tek bildiğim anlatmaktan başka çarem olmadığı.

Yirmi beş yaşındaydım. Üniversiteden mezun olduktan sonra ilk işim “ya iş bulamazsam” diye panik yapmak oldu. Bu panik psikolojik bir arızaya dönüşmeden evvel, tam da küçük şirkette büyük adam mı yoksa büyük şirkette küçük adam mı olayım diye düşünürken ikincisi oldu: Uluslararası bir şirkette iş buldum. İşim sorumlu olduğum ürünleri tüm dünyada pazarlamaktı. Ne zaman bana ihtiyaç olursa, ilk uçağa atlıyor, başka bir memlekete gidiyor, oradaki potansiyel müşterimiz her kimse ürünlerimizi tanıtıyor, müşteriye sipariş verdirene kadar iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordum. Yani anlayacağın, ben sadece teknik konularda bol bol çene çalıyordum. Siparişi aldıktan sonra işi başka bir ekibe bırakıyordum.

Maalesef işi devretmem sorumluluğumu sona erdirmiyordu: Müşterilerimiz satış veya teknik servis ekibiyle ilgili sorunlar yaşadıklarında yine beni arıyorlardı ve yine ben gidiyor, sorunları dinleyip çözüyordum. Her neyse… Detayı önemsiz: Kısacası kıçımı aynı sınırlar içerisinde beş günden fazla tutmamın mümkün olmadığı bir işti benimki. Ayak işinin prezentabl olanı. Sürekli ama sürekli dünyayı turluyor, bir hostesten ya da bir pilottan daha çok uçağa bindiğimi sanıyordum. Avrupa, Ortadoğu, Güneydoğu Asya… Aklına gelen pek çok ülke, kıta. Kimi zaman başkent, kimi zaman kendi ülkesinin silikon vadisi sayılacak küçük bir şehir ve hatta bazen bir belediye projesi için orta halli bir kasaba. O kadar çok geziyordum ki, kimi gecelerde bir rüyanın ortasında uyanırsam hangi memlekette olduğumu hatırlayana kadar karanlıkta zorlukla seçilen dolaplara, duvarlara bakarak dakikalarca düşünmem gerekiyordu.

Aksi gibi bir de sevgilim vardı. “Aksi gibi” dedim; çünkü bu tempoyla sağlıklı ilişki yürütülebilir mi sence? Sevdiğim kadını ayda ikiden fazla görebiliyorsam iyiydi. Birlikte vakit geçirebildiğimiz zamanlarda da ip üstünde bekliyordum: Her an bir haber gelecek, ilk uçakla bir yerlere gitmek üzere havaalanının yolunu tutacağım diye.

Tabii o zamanın iletişim olanakları şimdiki gibi değildi ki… Otelin internet ağına bağlanayım da sevdiğim kadınla görüşeyim, yazışayım filan… Nerde? Varacağım yere vardığımda anca evini arayabilirdim. Evde bulabilirsem de bir iki dakika konuşurduk. Uluslararası telefon görüşmesi zaten pahalıydı, hele ki otellerde bire beş koyuyorlardı üstüne. Şirket telefon görüşmelerinin günlük sadece beş dakikasını karşıladığından aştığım her dakikayı cebimden ödemek zorunda kalırdım. Hiç unutmam, sevgilimle bir defasında telefonda tartıştık ve ben de tartışma bitene ve tatlıya bağlayana kadar kapayamamıştım telefonu. O ay neredeyse tüm maaşım kesilmişti bu telefon görüşmesi yüzünden. Acıdım mı paraya peki? Hiç acımadım. Pek az kişi bilir ülkesinden saatlerce uzakta bir otel odasında yalnız başına otururken sevdiğiyle arasının açılmasının o yalnızlık hissini kaç misline katladığını. Zaten yabancı bir ülkedesindir. Kökün, bağın olan hiçbir şeyin yoktur. Hiçbir yer evin olmadığı için hiçbir yer tanıdık değildir de.

Peki değer miydi tüm maaşı yakmaya? Onu da anlatacağım az sonra. Bu arada gittiğim her yerden ona hediyeler götürürdüm. Şimdi kuracağım cümleyi kurarak zalimlik ya da haksızlık etmiş olur muyum bilmem ama, çoktan bitmiş olan ilişkimizin süresini hediyelerle uzatıyordum muhtemelen; çünkü hayatımı değiştiren talihsizliği yaşadıktan çok kısa bir süre sonra beni terk etti.

Talihsizliği yaşadığım gün acilen Singapur’dan Almanya’ya geçmem gerekti. İstanbul aktarmalı bir uçuş bulmuştum zar zor ve uçağa son dakikada yetişmiştim. İstanbul’da üç saat beklemem gerekmişti. Bir şekilde orayı terk edip sevgilimi görmeye gitmek istiyordum ancak aktarmayı kaçırmaktan korktuğum için yerimden kıpırdayamıyordum da. Üç saat o kadar kötü bir süreydi ki… İki saat olsa tüm ümitlerimi bir sepete koyup suya bırakacağım… Dört saat olsa gönül rahatlığıyla çıkıp gideceğim. Ama üçtü işte… Ve bu ikilem obsesif bir hal yaratmıştı üzerimde. Stresten tırnaklarımı yiyor, dizlerimi sallıyordum. Stresim artık nasıl beden dilimle dışarıya vurmuşsa, karşımdaki banklarda yaygaracı bir çocuk annesine eliyle beni gösterip duruyor, annesi de elini tutup indiriyordu “ayıp” diye. Saatler, saate bakmakla geçti… Ve nihayet uçağa geçme vakti geldi.

Nasıl yorulmuşsam artık, koltuğumu iki yanlış denemeden sonra ancak kabin memurunun yardımıyla buldum. Artık bir an önce uyumak istiyordum. Eliyle beni gösteren ufaklık annesiyle birlikte hemen arkamda oturuyordu. Uçuş boyunca sessiz kalacağını ümit ederek gözlerimi kapattım. Koltuğumu yatırmama gerek kalmadan uyumuşum bile.

Uyanmam kulaklarımda hissettiğim şiddetli bir acıyla oldu. Uyku sersemliği yüzünden ne kadar süre sonra gerçekleşti bilmiyorum ama sanki çok değil, üç beş saniye sonra üstümüzde bulunan oksijen maskeleri düştü. Uçaktaki tüm yolcuların çığlık çığlığa bağırmaya başlaması da ancak bir kaç saniye almış olmalı… İçgüdüsel olarak ilk işim geriye dönüp çocuğun durumunu kontrol etmek oldu. Anne bayılmış, hem kendinin hem de çocuğunun maskesini takmayı başaramamıştı. O kısacık sürede nasıl karar verdim ve harekete geçtim bilmiyorum ama o hengame içerisinde ikisinin de maskesini taktım. Bir süre sonra nedenini kestiremediğim bir sükunet gelip yerleşti uçağa ve maskedeki oksijeni solurken hepimiz, görebildiğimiz diğerlerine zavallıca ama ortak bir çaresizliği paylaşmanın getirdiği bir anlayışla bakmaya başladık. Derken uçak burnunu eğip hızla düşmeye başladı. Sükunet yeniden yerini manalı söz ve hareketlere bıraktı: İstavroz çıkaranlar, dua edenler, bilmediğim dillerde kimini bildiğim kimini bilmediğim çeşitli tanrılara çeşitli şekilde yalavaranlar… Yanımdaki kadın maskesinin içini kusmuğuyla doldurup boğulma tehlikesi geçirirken, bir yolcunun maskesini takmasına yardım ettikten sonra yerine ulaşmayı başaramadığı için koridorda tutunarak ayakta kalmaya çalışan kabin memuru da önümdeki yolcunun üzerine savruldu ve dirseğiyle yolcunun burnunu kırdı. Tuhaf bir ruh ve akıl haline bürünmüştüm. Algılarım açılmış, düşüncelerim hızlanmış, ama anlamsızca birbirlerine girişmişti. Önümdeki yolcu için “nasılsa ölecek, o yüzden burnuna ihtiyacı yok” diye düşünürken kabin memuru için de “herhalde bu yüzden mesleğini kaybetmez.” diye düşünüyordum.

Bu sırada birden benim de öleceğim geldi aklıma. Gözümün önüne şu hep bahsedilen film şeridinin gelmesini bekledim. Onun yerine sadece sevgilim geldi gözümün önüne. “Ben sana bu iş bir gün seni öldürecek dememiş miydim?” diye soruyor, söyleniyor, hatta azarlıyordu. Zihnim daha da zalimleşti ve bu defa mezarımın başında ağlayan, sızlayan ailemi gösterdi bana. Annem tabutumun başında ağlıyor, babam ayakta zor duruyor ve ağlamamaya çalışıyordu. Biraz sonra şiddetlenen yüklü bir yağmurun altında beni defnediyorlar, kefen giydirilmiş bedenimi çukura koyduktan sonra önce mezarın bir cephesine tuğlalar diziyor, sonra da üzerine kürek kürek toprak atıyorlardı. Her nedense o sahnede sevgilim kaybolmuştu ortadan. Yaşlanan yanaklarımdaki ıslaklık hissinden ağlamaya başladığımı fark etmiştim ki, uçak düşmekten vazgeçip ve doğruldu. Tıkanan kulaklarım yüzünden pilotun anons yapmaya başladığını geç fark ettim. Uçağın basınçlandırma sisteminde bir arıza meydana geldiğini, hızla alçalmak zorunda kaldıklarını, en yakın meydana iniş yapacağımızı söylüyordu. Nitekim on beş dakika kadar sonra Bükreş’e indik. Kimisi bu on beş dakika boyunca ağlamış, bazıları anonsa rağmen dua etmeyi kesmemişti zaten.

İner inmez bir telefon buldum. Önce şirketi arayıp amirime durumu anlattım. Ne yapıp edip bir an önce Almanya’ya gitmem gerektiğini söyledi. O anın şaşkınlığıyla bu talimatı ben de olağan buldum sanırım. Sonra sevgilimi aradım ve başıma gelenleri anlattım. O da bana dönüşte gümrüksüz mağazadan almam için şarap ısmarladı ve geçen defasında markasını tutturduğumu ama üzümünü tutturamadığımı, bu sefer üzümüne dikkat etmemi sıkı sıkı tembihledi. Afalladım. Herhalde “uçakta basınç düştü, maskeler indi, uzun bir süre boşluğa düşer gibi olduk ve acilen Bükreş’e iniş yapmak zorunda kaldık” dediğim zaman yaşadığım dehşeti, ölüm korkusunu ziyadesiyle anlatmış olmuyordum. Bu yüzden ne amirimin ne de sevgilimin durumu yeterince idrak edemediğini düşündüm. Hakları da var zira yaşamayan bilemez. Nihayet annemi aradım. Ne demişler? Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar. Annemi gerçekten de bir şeyim olmadığına ikna edene kadar günlük harcırahımı gömdüm kontörlü telefona.

Bükreş’ten ilk uçakla Münih’e gidip çalışmaya başladım. Müşteriler sağolsunlar, Münih uçağının başına gelenleri duymuşlar haberlerden, pek rahat ettirdiler beni. Ekstra bir gün daha kalıp dinlenmem için ısrar etseler de niyetim bir an önce evime dönmek ve kendimle kalmaktı. Dehşet beni yormuştu. Tuhaftır, Bükreş’ten Münih’e uçmuş ve ciddi bir huzursuzluk yaşamamıştım ama Münih’ten İstanbul’a uçakla döneceğim fikri daha ben Mühin’teyken beni boğmaya başlamıştı. Münih’te geçirdiğim o iki gün boyunca İstanbul’a uçakla döneceğim fikri aklıma her geldiğinde önce uçakta yaşadığım dehşet anları, sonra da hem amirimin hem de sevgilimin kayıtsızlığı geliyordu aklıma. Hani yaralandığında ilk başta çok acı çekmezsin, yara sıcak derler, fakat acıların büyüğünü daha sonra yaşarsın ya, tıpkı onun gibi, olayın hemen ardından rahatlıkla uçmuş olmama rağmen sıradaki uçuş için büyük korku duymaya, kaygılanmaya başlamıştım. Düşününce kalp atışlarımın hiddetlenmesinden, avuçlarımın terlemesinden ve uykumun kaçmasından anlıyordum ki artık benim uçuş fobim vardı. İşlerimi bitirip de Münih Havaalanı’na ulaştığımda uçağa binebileceğimden emin olamayacak kadar korkuyordum. Ayaklarım geri geri gidiyor derler ya… Gidip bileti vermek, karayolu alternatiflerini değerlendirmek üzerine ciddi ciddi düşündüm. Otelde çalışan gurbetçi resepsiyonist İstanbul’a giden otobüsler olduğunu fakat yolculuğun toplamda iki buçuk gün sürdüğünü söyledi. Olacak iş değildi. Hem iş yerim problem çıkarırdı, hem de otobüste o kadar süre seyahat etmek pek akıl kârı bir iş değildi.

Dönüş günü geldi; uçağıma bir saat kala gümrükten geçtim, gümrüksüz mağazaya giderek 50'lik bir viski aldım. O bir saat içerisinde bitti şişe ve sonrasını pek hatırladığım söylenemez. Uçağa bindiğimi, uçaktan indiğimi ve valizimi güçlükle alabildiğimi, sonrasında terminalin içerisinde bir sütuna yaslanıp ayakta uyuyakaldığımı hatırlıyorum. Seren gelip de beni bulduğunda acilen bir kahve içirdi bana da hafiften ayıldım. Kendisine ısmarladığı şarabı almadığım için en az yarım saat söylendi. Neden bu kadar içtiğimi sorup öğrenmek yerine, “neden bu kadar içtiğimi anlayamadığı” için sitem etti. Bir karşılık verecek, açıklama yapacak gücüm, takatim yoktu. O gün akşam beş gibiydi yattığımda, sabaha karşı beş gibi uyandım. Yani anlayacağın, on iki saat boyunca sızmışım.

O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. İki sefer daha yarım litlerik viski gömerek seyahat ettikten sonra yeni fobim yüzünden işimi sürdüremeyeceğimi anlamıştım. Konuyu amirime hiç çekinmeden arz ettim; zira o güne kadar gösterdiğim iyi performanstan ötürü plaketler, tebrikler ve çift kişilik yemek davetiyeleriyle ödüllendirmişlerdi beni. Talebim netti: Daha çok masa başında icra edebileceğim bir pozisyona kaydırılmayı istiyordum. Hem terfi etme zamanım da gelmişti zaten… Niçin olmasın? Hep mi uçaklarda sürünecektim?

Nitekim amirim de hiç yargılamadan dinledi beni, performansımdan çok memnun olduğunu, isteğimi yerine getirebilmek için uçuş fobim dolayısıyla bu işi yapamayacağımı belirten bir dilekçe yazmam gerektiğini söyledi. Müsade isteyip, yazıcıdan bir kağıt, kalemlikten bir kalem kapıp aşağıdaki kafeteryaya gittim. Dilekçeyi yazarken sevinçten elim titriyordu. Zil zurna sarhoş olarak uçağa binmek zorunda kalmayacaktım ve bunca başarıdan sonra beni düşük bir mertebede basit bir beyaz yakalı haline getirmeyeceklerine göre muhtemelen terfi de edecektim. Dilekçeyi o gün bitmeden verdim ve daha bir hafta geçmeden bu dilekçeme dayanarak beni tazminatsız olarak kapının önüne koydular.

Sevgilim de getirmeyi unuttuğum şarabın ve viski kokan nefesimin karşılığını beni terk ederek verdi. Üç hafta gibi kısa bir sürede hem işsiz hem de yalnız kalmıştım. İşsizliği somut bir gerekçeye dayandırabiliyor, durumu kendime açıklayabiliyordum: Benim gibi başarılı bir iletişimci müşteriyle yüz yüze satış görüşmelerine gitmeyecekse ne yapabilirdi ki? Hem amirimin de amirleri vardı; belki de emir büyük yerdendi ve bana açıklamak istememişti. Kim bilir, ben hatırlamıyorum ama belki de şu son bir kaç seferde müşterilerimin yanına ulaştığımda kafam hala güzeldi ve denmeyecek şeyler demiş, yapılmayacak şeyler yapmıştım. Fakat Seren beni niçin terk etmişti? Bir türlü anlayamıyordum. Aksi gibi Seren’e çok bağlanmıştım ve onu çok seviyordum. Bu yüzden de verdiği ayrılık kararını bir türlü kabullenemedim. Aklımı hep aynı sorular kurcalıyordu: En büyük sorunumuz benim işimdi zaten ve artık o işte çalışmıyordum zaten. E o zaman? Yoksa işsiz kaldığım için mi beni bırakmıştı? Ya da artık uçaktan korkan bir erkeği çekici bulmuyor muydu acaba? İki ay boyunca peşinden koştum ve her seferinde bittiğini kabullenemediğim için beni azarladı. Evinin telefon numarasını değiştirince evinin önünde sabahlamaya başladım. Nihayet beni polise şikayet etmekle tehdit edince artık sadece uzaktan izlemeye karar verdim. Vermez olaydım… Günün birinde yalnız dönmedi eve Seren. Apartmanın önüne duran taksiden birlikte indiği adamın koluna girdi. “Arkadaşıdır, kuzenidir… Sarhoştur, ayakta durma için koluna giriyordur” diye düşünerek kendimi avuturken, apartman kapısı önünde, ellerindeki çantaları yere bırakıp öpüştüklerine, sonra da içeri sarmaş dolaş girdiklerine şahit oldu gözlerim. Çantayı dışarıda unutup gözden yittiler. Çatlayan ar damarımın teşvikiyle gidip baktım çantaya. İçinde bir şişe şarap… O benim almayı unuttuğum, Seren’in en sevdiğinden. Beynimden vurulmuşa döndüm oracıkta. Zile basıp rahatsız etmek, hesap sormak, olay çıkarmak istedim ama cesaret edemedim.

İşsizlikten duyduğum hicap Seren’in ihanetinin yanında devede kulak kalmıştı. Yeni sevgilisine takmıştım kafayı. Zihnimde hep aynı döngü vardı: Önce Seren’e kızıyor, nasıl olup da beni bu zor zamanımda böyle kolayca terk edebildiğini sorguluyor, vicdansızlığına lanet ediyordum. Sonra sakin olup gerçekten neyin ilişkimizi bitirmiş olabileceğini anlamaya çalışıyordum. Akabinde kendime kızıyor, nasıl olup da hâlâ bu meseleye kafayı taktığımı, böyle birisi için kendimi nasıl olup da bu kadar heba ettiğimi sorguluyor, elimi sallasam ellisi olduğuna ikna etmeye çalışıyordum kendimi. Elimi o kadar da kolay sallayamayacağımı anladığım anda ağlama krizine tutuluyor, kendi kendime Seren’i sevdiğimi itiraf ediyor, sessiz duvarlara böğürerek bitmesini istemediğimi haykırıyordum. Gözyaşlarımın tükenmesine müteakip yeniden beni bu hale düşürdüğü için Seren’e kızıyor, yani en başa dönüyordum. Abartmıyorum, uyanık veya ayık kaldığım saatler boyunca bu döngüye onlarca ve belki yüzlerce kez girmişimdir. Yemeden tamamen kesilmiştim zaten ama içmeden değil: Uçuş fobimi bastırmaktaki gücünü keşfettiğim viski illeti benim için acıdan kaçmanın da bir yolu olmuştu. Zeki Müren’den “Kahır mektubu”, Müslüm’den “Kaç kadeh kırıldı” ve viski takviyesiyle sızıyordum kendimi hatırladığım en son yerde…

Sürecek…

Raftan’ı Medium’dan takip et:
https://medium.com/raftan-roman

Raftan’ı Watpadd’ten takip et:
https://www.wattpad.com/story/68579272-raftan

--

--