Subjektif Ahlâk ve Anarko-Kapitalizm

Nazım Eren
9 min readMay 21, 2022

--

Ahlâk Nedir?

Ahlâk en temel anlamıyla neyin doğru, neyin yanlış olduğudur. İnsanda ahlâkın çıkış noktası insanî ilişkilerdir. Tek başına adada yaşayan bir insanı düşünürsek, bu insanın sadece akıllı bir hayvan olacağını, ahlâkî yargılardan, hatta duygulardan, belki de mantıksal düşünmeden bile yoksun olabileceğini görebiliriz. İnsan diğer hayvanlar gibi hayatta kalma içgüdüsüyle doğar ve doğal durumda tek amacı hayatta kalmaktır. Diğer insanlar ve medeniyet insanlığın bu temel içgüdüden sıyrılıp daha bireysel ve farklı sıkıntılarla baş başa kalmasını sağlar.

İnsan dış dünyadan topladığı bilgileri kendi öznel düşünsel ve yargısal mekanizmasıyla yorumlar, bunun sonucunda farklı fikirlere ve yargılara ulaşır. Bu bilgi toplama ve değerlendirme eylemleri bireysel olarak gerçekleştiğinden, her insan farklı ahlâkî yargılara ve değerlere sahip olur. Toplum aracılığıyla aynı çevrede yaşayan insanların ahlâkî yargıları birbirine benzer ve zamanla maruz kaldığı insanların ahlâkî değerleri karşısında ılımlılaşır. Aslında bu bir ahlâkî uzlaşmadır. Eğer ahlâkî uzlaşma olmasaydı, her insanın ahlâkî değişmez kurallar bütünü olsaydı, toplum dediğimiz bireylerin ortak ilişkileri hiçbir zaman bu denli gelişemezdi.

Hiçbir şey doğuştan iyi veya kötü değildir. İyi, kötü gibi değerlendirmeler ve bunlar gibi sıfatlar insanların değerlendirme mekanizmaları tarafından belirlenir. Peki herhangi bir eylem iyi veya kötü değilse, dünyanın bütününde de herkes için doğuştan gelen veya kesin geçerli olan bir yasa yoksa hukuk ve genel kurallar neye göre belirlenmelidir? Bilgi de subjektiftir, herkes tarafından farklı şekillerde algılanır. Bir önermenin doğruluğu ancak herkes tarafından dolaylı yoldan veya direkt olarak kabul ediliyorsa doğru olabilir. Yani yasamızın önermesi öznel değil nesnel (ortak öznellik durumunda) olmalıdır. Örneğin “Dünya belirli fizik yasalarına uyar.” önermesini doğru olarak kabul edebiliriz, çünkü burada ortak bir öznellik söz konusudur. Herkes dünyada belirli fizik yasalarına mecburen uyar .Bunu kabul etmese bile fizik yasalarını delemez, bu yasalara uymaya mecburdur., bu nedenle bizim kurallarımızın da bu ortak öznelliklere, doğru olan bir önermeye dayanması gerekir. İnsanlara baktığımızda herkesin çok çok farklı ahlâkî değerleri, yargıları ve buna bağlı olarak davranışları ve yaşamları vardır .Her ne kadar belirli dinlere inananlar ve toplumdaki yakın ilişkilerde bulunan bireyler arasındaki ahlâkî değerler yakınlık gösterse de bu yakınlıkların çıkışı yine öznel ahlâk ilkelerinin ortaklaşmasına dayanır). Bu noktadan baktığımızda her insanda ortak olan tek bir ilke öne sürülebilir. Bu ilke “Gönüllülük Esası”dır. Peki her birey bu gönüllülük esasını nasıl kabul eder? Bireylerin hakları çerçevesinde izinleri olmaksızın, zorlama durumlarına tâbi tutulmaları her bireyin kendi çapında kendi haklarına yapılan saldırıları kötü olarak nitelendirmesine yol açar. Yani herkesçe “Haklara yapılan saldırılar ve hak ihlalleri gayrimeşrudur” önermesi doğrudur. Bu önerme de bizi “Karşılıklı gönüllülükle gerçekleşen ve herhangi birinin haklarının ihlalini içermeyen eylemler ahlâklıdır, bunun tam tersi yani iki kişiyi ilgilendiren eylemlerde bir tarafın rızası yoksa bu eylem ahlâksızdır” önermesine götürür. Bu, gönüllülük esasıdır ve tüm insanlarca kabul edilen tek yasadır. Eylemleri genel anlamda suç hâline getiren ve ahlâksız kılan şey eylemde karşılıklı gönüllülüğün olmamasıdır. Örneğin tecavüz, mağdur kişinin gönülsüzlüğünden dolayı tecavüzdür, mağdur kişinin gönlü (onayı) varsa bu eylem tecavüz olamaz çünkü karşı tarafa herhangi bir zorlamada bulunulmamıştır. Bir başka örnek olarak kölelik, insanların bedeni üstündeki mülkiyet hakkının zorlama ile gaspıdır. Köle, sahibi tarafından belirli zorlamalarla istemediği şeylerin zorla yaptırılmasına maruz kalır. Eğer köle, sözde sahibinin dediklerini yapmak istiyorsa bu eylem kölelikten çıkar, birey arasındaki karşılıklı gönüllülüğe dayanan ahlâkî bir eyleme dönüşür. Bireyler herhangi bir cebir kullanımı karşısında, karşıdaki bireyin kendi haklarına istemedikleri bir müdahalede bulunmaları karşısında bu eylemi kötü ve ahlâksız olarak nitelendirecektir ki (yani gönüllülük esasını kabul edecektir) eğer bu eylemi istemiyorsa ve haklarına doğrudan, istenmeyen bir müdahale varsa neden iyi ve ahlâklı olarak nitelendirilsin ki? Bu istememe hâli hak ihlali eylemlerinin ahlâksız kabul edildiğinin bir kanıtıdır. Bu kısaca hak sahibi bireyin haklarına, bireyin izni olmadan zor kullanarak müdahale etmenin kötü olduğu yönündedir ve bu ilke herkes tarafından, sözlü olarak tam tersi ifade edilse bile mantıksal olarak kabul edilmiştir, bu da bu ilkeyi bizim için genelgeçer bir doğru ve ahlâkî kural hâline getirir. Bu ilkenin dışındaki her ilke subjektif bir ahlâk yargısıdır, genel çapta hukukî bir kural olması beklenemez.

Peki, tamam, güzel; gönüllülük esası bireylerin haklarının izinsiz kullanılması veya ihlal edilmesi durumunun kötü olduğunu ifade eder fakat “bireylerin hakları” dediğimiz haklar kümesi hangi hakları kapsar? İnsanların tek ve biricik hakkı “Mülkiyet Hakkı”dır. İnsan doğumundan itibaren kendi bedeni üzerindeki sahiplik ve kullanım hakkına sahip olur, bu doğrultuda dışsal ögeleri kendi bedeni üzerindeki mülkiyet hakkını kullanarak işleyebilir ve bunları da kendi sahiplik haklarına katabilir. Diğer bütün haklar da temel olarak mülkiyet hakkından doğar. Örneğin günümüzdeki ana akım yaklaşım her insanın insan olduğu için barınma hakkı, beslenme hakkı, zart hakkı, zurt hakkına sahip olduğudur. Fakat dünyaya gözlerini açan doğadaki bir insan nasıl doğal olarak bu pozitif haklara sahip olabilir? O anda insanın tek sahip olduğu hak kendi üzerindeki sahipliği ve bu sahipliğin yol açacağı potansiyel diğer hakları elde etme hakkıdır.

Devletin Ahlâkî Değerlendirmesi

Devlet her hâlükârda, her şekliyle gönüllülük esasının ihlali yani ahlâksızlık üzerine kurulu bir kurumdur. Devlet işlerini hırsızlıkla yani vergilendirmeyle yürütür, bu tabii ki bireylerin haklarını ihlal eder, işin içinde zorlama vardır. Bu durum bir hırsızın mağdur bir insanın kafasına silahı dayayıp “cebindeki paraları bana ver” demesi gibi bir şeydir, mağdur parayı kendi iradesiyle çıkartıp hırsıza verse dahi bunu mecburiyet doğuran bir tehditle zorlama altındayken yapmıştır. Devlet de buna benzerdir çünkü vergi vermeyen bir insan devlet tarafından belirli cezalandırmalara tâbi tutulur. Diyelim ki vatandaş vergiyi, devletten aldığı hizmetlerin karşılığında gönüllü olarak veriyor. Bu durumda ne olur? Bir katil de bir kişiyi öldürerek o kişinin haklarını çiğnemiş ve o kişiye karşı bir suç işlemiştir fakat geriye kalan 7,7 milyar insana karşı bir suç teşkil edecek eylemde bulunmamıştır. Katil herkese karşı suçlu mudur, değil midir? Bu noktada katil devletle aynı noktadadır. Zaten devlet gelirini gönüllü şekilde elde etseydi devlet olmazdı, piyasadaki kapsamlı sigorta şirketlerinden herhangi biri olurdu. Ayrıca devletin meşruiyetini temellendirdiği ve olmazsa olmaz olarak görülen kamusal hukuk, mülkiyet haklarının sürekli olarak çiğnenmesi ve ihlal edilmesidir. Devlet uyguladığı genel kuralları insanların mülkiyetlerine dayatır ve bunu devletli bir düzende engellemenin bir yolu yoktur. Ayrıca haklara doğrudan bir saldırı durumunda hak sahibinin hakkını koruma hakkı doğabilir, bu bir meşru müdafaadır, yasal bir haktır fakat herhangi suç anı bittikten ve meşru müdafaa hakkı da ortadan kalktıktan sonra suçlu kişinin haklarının çiğnenmesi de herhangi bir hak çiğnenmesi durumuyla aynı durumdur. Örneğin biri bir başkasının arabasına zarar verdiği bir durumda, zarar veren şahıs tabii ki suçludur fakat suçlunun üçüncü bir kişi tarafından veya direkt olarak mağdur kişi tarafından takip edilip öldürülmesi veya herhangi bir hak ihlaline maruz bırakılması da meşru bir eylem değildir. Devlet, suçlu kişilerin daha önceden gönüllülük esasını ihlal etmesi nedeniyle onları yargılayıp, hapse atma hakkına tabii ki sahip değildir. Suçlular özel hukuk şirketlerince ve özel hapishanelerle, devlet hukukundan çok daha iyi bir şekilde, ahlâkî şekilde yargılanabilirler. Ayrıca kamu malları yani devletin sahip olduğu toplumun ortak malları da ahlâkî açıdan belirli sorunlar teşkil etmektedir. Kamu malları herkesçe vergilerle fonlanır ve bu da toplumdaki her bireyin (vergi oranlarını sabit olarak kabul ettiğimizde) bu mallar üzerinde eşit hakka sahip olduğu anlamına gelir, fakat devletin ortak mülklerde yürürlüğe koyduğu ahlâkî ilkeler daha çok toplumun çoğunda ortak olan öznel ahlak yargılarını, yani çoğunluğu yansıtır. Örneğin büyük çoğunluğu Ateist olan bir ülkede devletin kamu alanlarında veya direkt olarak özel mülkiyetleri de dahil ederek bütün mülklerde başörtüsü yasağı ilan edebilir. Vergi mükellefi Müslümanların üzerinde hak sahibi olduğu kamu mülkiyetinde herhangi bir hak ihlali teşkil etmeyen kendi ahlaki yasalarıyla hareket edememesi bu hakkının çiğnendiği anlamına gelir. Bu da herkesin eşit hakka sahip olduğu mallardan eşit şekilde yararlanamaması ve demokratik kanunların da ahlak sınırları içinde olmaması sorununu doğurur. Sonuç olarak devlet belirli subjektif ahlâk ilkelerini (bu ahlâkî ilkeler toplumun genelini veya devleti yöneten zümrenin ahlâkî ilkelerini yansıtabilir.) insanların mülkiyet hakkını hiçe sayarak insanlara dayatır, meşruiyetini de tam olarak bundan kazanır. Aslında en katı devletçi bireyler hatta devlet adamları bile devletin kötü ve ahlâksız olduğunu farkında olmadan kabul etmiş durumdadır.

Anarko-Kapitalizm

Gönüllülük esasını delmeyen tek sistem “Anarko-Kapitalizm” olarak da adlandırılan mülkiyet anarşizmidir. Diğer her sistem direkt olarak gönüllülük esasının yani bireylerin haklarının ihlalini kapsar. Anarko-Kapitalizmde diğer ortakçı sistemlerin aksine bireyler kendi mülkiyetlerinde kendi kurallarını ve kendi ahlâk yargılarını işletebilir, bu da her açıdan ahlâklı bir sistem yaratılmasına olanak sağlar. Ayrıca maksimum kâr hedefine sahip olacak hukuk şirketleri piyasada en geniş çaplı ilke olan gönüllülük esası ilkesini temel alarak bireylere hukuk hizmetini gönüllülük esasını delmeden, etkin bir şekilde sunacak ve işletecektir. Bu sistem birçok ahlâkî sorunu ortadan kaldıracak ve ahlâkî olarak temellendirilebilecek, bireyler arasında karşılıklı gönüllülüğü esas alacak yegâne sistem olarak kalmaya devam edecektir.

Hayvanlar

İnsanların hayvanları avlaması veya başka şekillerde onlardan köleymiş gibi yararlanması gönüllülük esasını delmez mi? Hayvanların da hakları yok mudur? İnsanlar en eski tarihlerden beri dünyasal ögelerden (ağaçlar, bitkiler, hayvanlar ve dünyadaki diğer her şey) faydalanarak hayatını sürdürmüştür ve sürdürmeye de devam eder. Bunun aksinin olduğu bir dünya düşünülemez. Hayvanlar da hayatlarını sürdürmek için diğer hayvanlardan bazı şekillerde faydalanmak zorundadır, bu doğanın kuralıdır. Ahlâkî değerler insanlar içindir ve sadece insanlar arasında var olabilir, kimsenin herhangi bir hayvana karşı ahlâkî bir sorumluluğu yoktur. Ahlâkın insanlar için olmasını sağlayan şey insanların düşünme yetisine, öznel değerlerinin olmasına ve insanî ilişkilere bağlıdır. İnsan dünya üzerinde herhangi bir medeniyet inşa edebilen ve ortaya kurallar koyabilen tek canlıdır. Hayvanlar, insanlar gibi kendi bedeni üzerinde hak sahibi değillerdir çünkü hayvanlar kendi bedenleri üzerindeki sahipliğin farkında değillerdir, bunu yapabilmek için düşünme yetisi ve özgür irade gerekir. Hayvanlar insanların aksine tamamen içgüdüsel hareket eden canlılardır. Subjektif değerleri olamaz, sadece biyolojik özelliklerinin ve deneyimlerinin getirdiği kadar farklı olabilirler, bunlar dışında bütün hayvanlar neredeyse aynıdır. Hepsi doğuştan gelen belirli hareket ve davranışlarla aynı şekilde yaşar ve ölürler, insanların farklı fikirleri, farklı yaşamları, farklı davranışları ve kişilikleri vardır. İçgüdüsellik yerine iradelerini ve düşünme yetilerini kullanarak hareket ederler. Ayrıca insanlar yargılara sahiptir, dünya üzerindeki şeylere kendileri anlam yükleyebilirler. Bu sayede ahlâk anlayışı ortaya çıkar. Ahlâkî değerleri ve yargıları olmayan hiçbir şeye karşı insanların ahlâkî sorumluluğu yoktur. Ayrıca hayvanları dünya üzerindeki bir bitkiden, taştan veya herhangi bir şeyden farklı kılan nedir? Doğuştan gelen canlılık özellikleri mi? İnsanlarla olan benzerlikleri mi? Aynı yaşam yerlerinde bulunmamız mı? Bunların hiçbiri hayvanların belirli haklara sahip olmasını temellendirecek nitelikte argümanlar değildir.

Çocuklar

Peki insanların çocuklara karşı ahlâkî sorumlulukları var mıdır? Çocuklar ebeveynlerinin mülkiyeti midir? Ne zaman birey olurlar? Çocukları yetişkin bireylerden ayıran özellik kuşkusuz tam olarak gelişmemiş insanî fonksiyonlarıdır. Bebekler direkt olarak ebeveynlerinin mülkiyeti kapsamında değerlendirilemez fakat onlardan sorumlu olmayan insanlar olmadıkça yaşayamazlar. En azından belirli bir düzeye kadar sürekli olarak ailelerinin doğrudan desteğine muhtaçlardır. Aileler tabii ki bebekleri üzerinde sorumlulardır, sonuçta onları dünyaya getirme kararı onlarındır ve bu ancak onlar isterseler olur, bu da onlara belirli sorumluluklar yükler. Ebeveynler ve çocuklar arasında doğuştan gelen gizli bir sözleşme vardır, bu sözleşme çocukların en azından kendi kararlarını verebilecek erginliğe erişene kadar belirli haklarının ve hayatındaki kararların, ailesine doğuştan gelen hakla ailesi tarafından işletilmesini içerir. Bu hakların kapsamı çocuk yavaş yavaş büyüdükçe azalır, en sonunda çocuk yetişkin bir birey olduğunda ise ailesinin kendisi üzerinde hiçbir yetkisi ve hakkı kalmaz. Ebeveynler bu hakları başka yetişkin insanlara da devredebilir, piyasada satabilir ancak burada önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum. Ailelerin sattığı veya devrettiği direkt olarak çocuğu veya çocuğun mülkiyet hakkı değildir, sadece çocuğun büyütülmesindeki sınırlı haklardır. Kimsenin çocuğun kendi üzerindeki mülkiyet hakkını bir köle gibi pazarlamaya hakkı yoktur. Ailenin çocuğun hakkını ihlal ettiği durumlarda ise belirli bir yaştaysa çocuğun isteğiyle, hiç karar veremeyecek kadar küçük yaşlarda ise hukuk aracılığıyla bu sözleşme feshedilip, çocuğun başka gönüllü aileler tarafından büyütülmesi sağlanabilir. Aileler çocuklarını dünyaya getirdiğinde âdeta elleri kolları bağlı birinin bütün sorumluluklarını üstlenmiş gibidir, çünkü bebek de elleri kolları bağlı biriyle aynı davranışsal kapasiteye sahiptir. Ailelerin tabii ki çocuklara direkt olarak zarar vermeye ve haklarını hiçe sayacak şeyleri yapmaya hakkı yoktur fakat bunun yanında aileler çocukları üzerinde belirli pozitif davranışları da yerine getirmek zorundadır. Ailelerin kendi istekleriyle can verdiği bir bebeğe herhangi bir pozitif müdahalede bulunmayıp onu direkt olarak ölüme terk etmesi de hakların ihlalini içerir. Bir çocuğun ne zaman tam olarak bir birey olacağı ise tamamıyla belirsizliktir. Bu yaş çocuktan çocuğa değişir fakat bir çocuğun artık bir birey olduğunun en büyük kanıtı dünyadan mantıksal muhakeme yapabilecek kadar çok bilgi toplamış olması ve ailesinin doğrudan müdahalesi olmadan da hayatını sürdürebilmesidir.

Sonuç

Ancak bilginin subjektivizminin sonucunda ortaya çıkan subjektif ahlâkla tutarlı bir ahlâk felsefesi ve buna bağlı olarak da Anarko-Kapitalist bir sistem önerisi ortaya koyulabiliyor. Bugün bu liberteryen (minarşist ve Anarko-Kapitalist) çizgiye yakın olan arkadaşların Ayn Rand’in Objektivizm’i, Rothbardian Etik gibi direkt olarak subjektif ahlâk ilkeleri ve A priori önermeler sunan felsefeleri benimsemesi benim açımdan üzücüdür. Bu tür ahlâkî önermeler benimkine çok yakın hatta aynı olsa dahi temellendirme şekilleri hatalıdır. Çünkü bu tür temellendirmeler, ne kadar altı mantıkla doldurulursa doldurulsun, belirli subjektif yargılar içerdiği için nitelik olarak “Kırmızı en iyi renktir” önermesinden üstün olamaz. Sonuçta kırmızının en iyi renk olduğunu kanıtlamak için de bir takım mantıksal önermeler öne sürülebilir. Herhangi bir objektif ahlâk ve kurallar bütünüyle bireyci bir felsefeyi temellendirmek mümkün değildir. Anarko-Kapitalizm, devletin dayattığı kurallar bütününü eleştirip yine aynı şekilde fakat devletsiz olarak belirli A priori önermeleri genele dayatmak olsaydı kesinlikle kendi içinde çelişkili bir takım mantıksal önermeler kümesi olurdu. Bütün bireyleri içine alan bir sistem önerisini belirli mantıksal önermelere dayandıramayız. Mantıksal önermeler belirli çerçeveler içinde kendileriyle çelişmezse her zaman mantıklı gibi görünür ve bunun herhangi bir sınırı yoktur. Birbiriyle çelişmeyen, genel mantıksal sorulara yanıt veren ve bunlara uyan binlerce önerme sunabiliriz fakat bunların hiçbiri de sistematik bir temellendirme için yeterli olmaz. Mantıksal önermelerin çıkış noktaları da aynı ahlâk gibi subjektiftir ve bir kişinin dünyayı mantıksal olarak incelemesine dayanır. Yani Anarko-Kapitalizmin ve bireyciliğin çelişkisiz ve tutarlı bir temellendirilmesi ancak subjektivizmle mümkündür.

--

--