Kuzey Kıbrıs Seyahatim

Fatih Küçükbaltacı
Seyahat
Published in
14 min readFeb 25, 2016

--

28 Ekim — 1 Kasım 2015 arasında, Kuzey Kıbrıs’a bir seyahat gerçekleştirdim. Başımdan geçenler ve gözlemlerimi bu yazıda bulabilirsiniz.

Kuzey Kıbrıs’a, vizesiz olarak Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı ile giriş yapılabiliyor. Pasaport kontrol noktasında üzerine mühür basılan bir kağıt veriyorlar. Seyahatiniz boyunca bu kağıdı yanınızdan ayırmamanız gerekiyor.

Hudut Kapılarıdan Giriş — Çıkış Formu

Kara yolu ile de Kıbrıs’a gitmek mümkün. Mersin’den hareket eden arabalı vapurlarla Girne’ye ulaşım sağlanabiliyor. Sehayatim boyunca bir çok Türk plakalı araçla karşılaştım. Belli bir süre sonra bu durum çok sıradan bir hal alıyor.

Ulaşım

Ercan Havaalanı küçük diyebiliriz. Sadece dört adet kapısı bulunuyor. Kıbhas adı verilen bizdeki Havaş / Havataş benzeri hava alanı taşımacılığı yapan firma ile istediğiniz şehre ulaşmanız mümkün.

İsterseniz hava alanında bulunan firmalardan araç kiralayabilirsiniz. Kıbrıs’ta trafiğin sol şeritten aktığını ve direksiyonların sağda olduğunu hatırlatmam gerekiyor.

Sağ direksiyonlu araçlarda, pedal yerleri değişmiyor. Gaz sağ ayağınızın altında, debriyaj sol ayağınızın alında bulunuyor. Sol elle vites değiştirmeniz gerekiyor. Viteslerin yerleri de değişmiyor. Sağ elle yaptığınız hareketi vites koluna sol elle yaptırmanız gerekiyor. Trafik kuralları çok sıkı bir şekilde takip ediliyor. Araç kullanırken bu sebeple kurallara harfiyyen uymanız lazım. Benim gibi cesaretiniz yok ise araç kiralama işine girişmemenizi öneririm.

Kıbhas havaalanından çıktıktan sonra sol tarafta bulunuyor. Kıbrıs’ta bir çok kafede, restorantda ücretsiz wifi bulunuyor, Kıbhas’ta da var. Seferler saatte bir yapılıyor. Yolda bırakmıyor ama otobüsleri döküntü.

Gazimağusa

Kıbhas ile Gazimağusa’ya gitmem 45 dakika sürdü. Ülke küçük olduğu için bir noktadan diğer noktaya gitmek fazla zaman almıyor. Gazimağusa’ya çoğu yerde “Mağusa” olarak ifade ediyorlar. Tabelalar bu şekilde, konuşmalar da bu şekilde.

Otobüs terminalinde indikten sonra otele yürüyerek gitmeyi tercih ettim. Otel rezervasyonlarımı TatilSepeti.com’dan yapmıştım. Arkın Palm Beach Otel’e Fevzi Çakmak Bulvarı’ndan ulaşmam 45 dk sürdü. Zafer Anıtı’nı ve kale duvarlarını dışarıdan böylelikle görmüş oldum. Dikkatimi çeken şeylerden biri “Şöför Okulu” tabelalarıydı. Bizdeki “Sürücü Kursu” ibaresini bu şekilde kullanıyorlar.

Hava rüzgarlıydı ve otele vardığımda sersemlemiş hissediyordum. Böyle havalar beni hep etkiliyor. Ertesi güne kadar otelden ayrılmayıp, dinlenmeyi ve uyumayı tercih ettim. Öğle ve akşam yemekleri haricinde odamdan dışarı çıkmadım.

Sahildeki askeri bölge.

Kapalı Maraş

Sabah olduğunda kahvaltımı yapıp 08:30 gibi otelden ayrıldım. İlk amacım Maraş’ı görebilmekti. Tabi kapalı olduğu ve resim çekmek yasak olduğu için düşündüğümü gerçekleştiremedim. Askeri PTT Merkezi’nde çalışanlara sordum, en yakından nereden görürüz, nasıl fotoğraf çekeriz diye. Onlarda tatmin edici bir cevap veremediler. O an anladım ki Maraş gerçekten koca bir şehirde büyük bir sır olarak duruyor. Herkes orada bir yer olduğunu biliyor fakat kimse detaylı bir bilgiye sahip değil.

Şehitlik

Yürüyerek liman girişinin yanında bulunan kapıdan Kale İçi’ne giriş yaptım. Bir önceki akşam, otel televizyonundan Ulusal Birlik Partisi başkan adayının reklamını seyretmiştim. Kim olduğunu hatırlamıyorum ama yürüyerek merdivenleri çıkıyor ve şehitlikte dua ediyordu. Kale içine girer girmez televizyonda gördüğüm bir yerin beni karşılamasına şaşırdım.

Otello Kalesi

Yeşil Deniz Caddesinden devam ederek Otello Kalesi’nin yanından geçtim. Caddeden kaleye geçilen kapı kapalıydı. Bu sebeple kale içerisine giremedim.

Tarihi Mağusa Surları

Camları olmayan, çatısı küflenmiş bir kulübenin bulunduğu, yarı açık otopark bariyerinden Tarihi Mağusa Surları’na ulaşmak mümkün. Karşılaştığım bu manzara bu alanın terkedilmiş olduğu izlenimi uyandırdı.

Bu kısımda bulunan kiliseyi de fotoğraflayarak Server Somuncuoğlu Sokak’tan devam ederek ara sokaklardan İstiklal Caddesi’ne ulaştım. Bir kafede çay içtim, internete girdim ve haritayı açarak neler yapabileceğimi planladım.

İstiklal Caddesi’nden yukarı doğru çıkarak Rivellino Kalesi’ndeki kapıdan dışarı çıkıp, içeri girdim ve ara sokaklardan Lala Mustafa Paşa Camii’ne ulaştım.

Lala Mustafa Paşa Camii

1571'de Osmanlı’nın Aziz Nikolas Katedrali’ni camiye çevirmesiyle bu ismi almış. Dışarıdan bakıldığında köşesindeki küçük minaresiyle farklı bir mimari oluşturuyor. Osmanlı hiç dokunmadan sadece minare koyarak katedrali camiye çevirmiş. Kıbrıs’ı Venedikliler’den alıp “Kıbrıs Fatihi” olarak anılan Lala Mustafa Paşa’nın, herkesin kendi camisini yaptırdığı bir gelenekte, katedralden çevirilmiş bir cami ile isminin anılmasını, kendisinin şanssızlığı olarak değerlendiriyorum.

Namık Kemal Zindanı ve Müzesi

Vatan Yahut Silistre oyununun 1 Nisan 1873 gecesi sahnelenmesinden sonra olaylar çıkmış ve Namık Kemal Mağusa’ya sürgün edilmiş. Bu sebeple Lala Mustafa Paşa Camii hemen karşısında Namık Kemal Meydanı, Namık Kemal Zindanı ve Müzesi bulunuyor.

Müzeye giriş, biz TC ve KKTC vatandaşlarına 5 TL. Kıbrıs’taki müze biletleri Türkler’e ve diğer ülke vatandaşlarına farklı fiyatlardan satılıyor.

Dik taşlı merdivenden Namık Kemal ile ilgili belgelerin sergilendiği odaya girerken çekik gözlü, Asya ülkelerinden birinden gelmiş bir abinin, bilet satan görevliye bir şeyler sorduğunu duydum ve görevlinin bilet fiyatı için 8TL dediğini işittim. Sandalyeden kalkerken g.tünün yarısına kadar açıldığını gördüğümden olsa gerek, “adam yabancı olduğu için bileti pahalıya kakalayacak geri kalan parayı cebe indirecek” diye düşünmüştüm. Farklı fiyat uygulamasını o zamana kadar bilmiyordum. Halbuki tatlı adamdı, boşuna günahını almışım. :)

Aşağıya indiğimde Asya’lının hala birşeyler öğrenmeye çalıştığını farkettim. “Atatürk” diyor fakat tam çıkaramıyordu. Bilet satan görevli ve muhabbet ettiği satıcı hanım anlayamamışlardı. “Atatürk diyor galiba.” dedim. “İngilizce biliyorsan konuşsana dediler.” Adamcağız, “Kemal”i görmüş, Mustafa Kemal zannetmiş. “Atatürk mü?” diye sorup duruyormuş. Farklı kişiler olduklarını anlattım, gözlerindeki aydınlanmayı ve rahatlamayı gördükten sonra yoluma devam ettim.

Namık Kemal Zindanı ve Müzesi’ni gezmenizi önermem. Ben gezilmeye değer bulmadım.

Kale içi turistik bir alan olduğu için, öğle yemeğini biraz dışarılarda yemeye karar verdim. Yolum üzerinde bulunan Rivellino Kalesi’ne çıkarak fotoğraf çektim.

İsmet İnönü Bulvarı üzerinde yemek yemek için bir yerler arıyordum. Hafiften yağmur bastırdı ve bir markete kendimi attım. Hem açlığımı bastırsın hemde ayıp olmasın diye mısır patlağı aldım. Meyvelerin bulunduğu kısımda yağmurun dinmesini beklerken, “Kolakas” bitkisi dikkatimi çekti. Market sahibine ne olduğunu sorduğumda, Kıbrıs’ta ve Türkiye’nin güneyinde yetişen, patates gibi bir bitki olduğunu öğrendim.

Yağmur azalınca marketten çıkıp, yürümeye devam ettim ve Gonca Restaurant’a girdim. Şeftali Kebabı’nın tadına baktım. Şeftali Kebabı bana çok farklı bir lezzetmiş gibi gelmedi. Bir daha yemek için özel bir çaba sarfetmem. Kebabın yanında ayran istemiştim. Kapalı bir bardakta gelmesini beklerken, yarım litrelik bir bidonda geldi.

Bir ara hesabı ödeyip yola devam etmeye niyetlendim fakat yağmurun daha da şiddetlendiğini görünce geri dönüp çay içtim. Haritamı açıp neler yapabileceğime baktım. Haritayı görünce, garson yanıma gelip, merak ettiğim bir yer olup olmadığını yardım edebileceğini söyledi. Biraz muhabbet ettik. Mağusa’da arabasız olarak gezilebilecek her yeri gezdiğime o da kanaat getirdi, bende. :)

Restaurant’tan çıkıp, Osman Fazıl Polat Paşa Camii’ne kadar gittim. Çay ocağında çay içtim. Hesabı öderkende ocağı işleten Mustafa Abi’yle sohbet ettik. Bağcılar’da oturuyormuş. Çocuğu üniversitede okuduğu için buradaymış.

Topçular Bulvarı’ndan Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’na geçerek otele doğru yollandım. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Ara sokaklardan dolaşarak otele ulaştım.

Kedi, Osman Fazıl Polat Paşa Camii Helası ve sağdan direksiyonlu bir Renault 9.
K-Pet çok yaygın. Şekerbank ve Mağusa — Girne sefer firmaları.

Girne

Cuma günü kahvaltıyı yapıp, resepsiyona (nasıl gidebileceğimi bildiğim halde) Girne’ye nasıl gidebileceğimi sordum. Onlarda sağolsunlar Kombos firmasını aradılar ve otelden aldırdılar. Otobüs durağına gidip beklemektense, otelde hazırlıklarımı tamamlayıp, çıkış işlemlerimi yapmış oldum. Girne’de şehir içi taksi ücreti 10 TL, Mağusa — Girne arası sefer yapan firmanın tarfesi 10 TL toplamda 20 TL ücret ödedim.

Etrafı seyredebilmek için aracın ön koltuğuna oturmuştum. Şöför ilk defa geldiğimi öğrenince bakışlarımdan belli olduğunu söyledi. :) Bayrak Bahçesi yakınından ve Beş Parmak Dağlarından geçerken bu yerler ile ilgili bilgiler verdi. Bayrak Bahçesi tamamen taşlar dizilerek yapılmış. Beş Parmak Dağları’na da beş parmağı andırdığı için bu isim verilmiş. Bende baktım ama benzetemedim. Nasıl benzetmişler anlayamadım. :)

Girne Merkezi’ne Ramadan Cemil Meydanı’na gelidiğimizde trafik keşmekeşi dikkatimi çekti. Mağusa’da hiç böyle şeyler yoktu. :)

Girne’de otel ve Girne Merkez arasında devamlı dolmuş kulandığım için, insalarla daha çok muhabbet etme ve gözlemle şansım oldu. Girne kozmopolit, koca bir liman kenti olmasına rağmen işler küçük bir Anadolu kasabasındaki gibi yürüyor. Dolmuş şöförleri bir çok kişiyi tanıyor. Dolmuşlar arasında ciddi anlamda bir rekabet söz konusu.

Bir seferinde dolmuşa binip, Girne’ye giderken daha önce binmiş Asya’lı bir hanım vardı. Biraz ilerledik. Afrika kökenli uzun boylu kıvırcık saçlı bir hanım bindi. Girne’ye yaklaştığımızda da karşı şeridin kaldırımından çocuklu tombul teyzeler el edip dolmuşa bindiler. Bu, Girne için sıradan olabilir ama benim için enteresan enstantelerden biri oldu.

Bir çok kişi İstanbul Türkçesi ile konuştuğu için, kim yerli kim yabancı anlamak imkansız. İstanbul’dan geldiğimi söyleyene kadar veya ödeme yapmak için kredi kartını çıkarıp, Kırbırs’ta olmayan bir bankanın kartını görene kadar sizin turist olduğunuzu anlamıyorlar. Tanımadıkları erkeklere “usta”, hanımlara “abla” diye hitap ediyorlar.

Dolmuşlarda ayakta yolcu almak yasak olsa gerek, polisi görünce tahsilat konusunda babasına yardım eden oğlunu şöför, “oğlum çök” diyerek uyarmıştı. Bu sahne bana Kemal Sunal filmlerini anımsattı. Benim hiç yaşamadığım bir durumdu bu. Eski adetlerin yaşadığını görmek Anadolu kasabası tezimi doğrular nitelikte. :)

Mağusa’dan geldiğim aracın şöföründen Mountain View Hotel’e gidebilmek için Lefke dolmuşlarına binmem gerektiğini öğrendim. Dolmuş benim ineceğim yeri geçti ve fazla uzak olmadığı için geri dönüp bıraktı. Bu da ilk defa yaşadığım birşeydi.

Otel kıvrımlı yolların en sonunda bulunuyordu. Yürüyerek tabelaları takip ettim, ulaşmam zor oldu. Böylelikle ilk memnuniyetsizliğim başlamış oldu. Eşyalarımı odama bırakıp, ana caddeye ulaşmak için patika yolu öğrenip otelden ayrıldım.

Girne’ye gittiğimde Cuma için ezan okunuyordu. Bizde ki gibi memurlar yetişebilsin diye 12:00'den sonra kılındığını öğrendim. Ağa Cafer Paşa Camii cemaati sokağa sığmaz durumdaydı. Öğle yemeği için bir kafeteryaya oturdum. İşletmeci Ayşe abla, geleneksel yemek olan “molehiya”yı önerdi. Hayır demedim. Başka bir zaman tekrar aynı soru gelirse evet demeyeceğim. Ayşe ablanın ailesi İstanbul Samandıra’daymış. Çevresel değişiklikleri, metroyu vs anlatmaya çalıştım. “Biliyorum geçen oradaydım, anlatma” dedi. :)

Girne Kalesi ve Batık Gemi Müzesi

Batık Gemi Müzesi, Girne Kalesi içerisinde ziyaret edilebiliyor. Helenistik döneme ait ticaret gemisi ve muhteviyatı sergileniyor. M. Ö. 300 yıllarında battığı tahmin ediliyor. Girne Kalesi’de gerçekten görülmeye değer. Kalenin bir çok bölgesine ulaşılabiliyor ve gezmek için epey efor harcamak gerekiyor.

Kale’yi gezdikten sonra Girne Limanı’nda dolaşırken şans eseri bayrak törenine denk geldim. Herkesin yaptığı gibi bende cep telefonumla töreni kaydettim. Nede olsa turistim değil mi? :)

Otel’e döndüğümde resepsiyonda Türkçe bilmeyen Pakistan’lı bir arkadaş vardı. Giriş yaptığımda odamda havlu olmadığını söyleyip havlu istedim. Yabancı olması normal bir durumdu fakat Türkçe bilmemesi beni şaşırttı. Ülkenin her yerinde Türkçe iletişim kurup, akşam otele döndüğünüzde farklı bir dil kullanmak garip geldi.

Otel odamda dinlenip, televizyon seyrederken banyo tavanından, tamda klozetin üstünden akıttığını farkettim. Resepsiyonu arayıp durumu anlattım. Resepsiyonist tornavidalarla gelip, sorunu çözmeye çalıştı. Sorun üst kattan kaynaklıymış. Tornavidaları kullanmadı ama akan kısmı silerek daha fazla akmasını önlemek için tavandaki havalandırmaya havlu iliştirdi.

Mavi Köşk

Mavi Köşk’ü anlatmaya nereden başlasam bilemiyorum. Biri “Kıbrıs’a gidiyoruz, sadece Mavi Köşk’ü ziyaret edip geleceğiz.” dese, hiç düşünmeden “Bende geliyorum” derim. Hikayesiyle, mimarisiyle, Mavi Köşk beni en çok etkileyen yerlerden biri. Mutlaka ziyaret edilmesi gerekiyor. Belkide en iyisi hiç anlatmamak. Fotoğraf çekmek yasak olduğu için, köşk içinden fotoğraf çekemedim ama bu linkte detaylı bilgi bulabilirsiniz.

Mavi Köşk’e gitmek için Tepebaşı, Çamlıbel dolmuşlarına binmek gerekiyor. Köşk askeri alan içerisinde, bu yüzden yolcu olduğu zaman bu alana giriyor. Yolculuk bir saate yakın sürüyor. Dolmuş şöförü kendisinden sonra sefer yapacak şöföre Mavi Köşk yolcusu olduğunu söylüyor ki, gelip sizi alsın. Bu sebeple ziyaret için bir saatlik bir zamanınız oluyor. Daha fazla vakit geçirmek isterseniz dolmuş şöförleriyle konuşmanız gerekir. Askerlerde, çarşıya çıkmak için kullandıklarından dolmuş şöförlerinin iletişim bilgileri bulunuyor. Benim gezim tam bitmeden dolmuş şöförü gelmiş, “hadi abi gidelim” demişti. Bu sebeple köşkün en uç noktasındaki, konuşulduğunda kendi sesinizi duyduğunuz amfi tiyatroyu deneyemedim. İçimde kaldı. Bu paragraftaki bilgileri sırf bu yüzden yazdım.

Giriş için nizamiyede kimliğinizi bırakıp, ziyaretçi araç kartı alıyorsunuz. Giriş ücreti kişi başı 3TL ve sadece kredi kartı ile ödeme alıyorlar. Benim gördüğüm nakit paranın geçmediği Dünya’daki tek yer. :) Ve askeri alan içindeki tek müze.

Köşk bahçesinde istediğiniz gibi gezebiliyorsunuz. Bahçede kantin bulunuyor. Para geçiyor. Askeri alan olduğu için, çay, tost, su gibi ürünler uygun fiyata. Köşk içini ise asker olan bir rehber eşliğinde gezmenize izin veriliyor. 20 dakika kadar sürüyor.

Bellapais Manastırı

Mavi Köşk’ten döndükten sonra, öğle yemeğini yiyip, Bellapais Manastırı’na gittim. Taksi ile 20TL’ye, toplu taşıma mümkün olmadığından ulaşılabiliyor. Manastır gerçekten çok güzel bir bölgeye kurulmuş. Kendi kendime daha öncesinde “Girne merkezde niye çok katlı bina yok” diye soruyordum. Sorumun cevabını manastırın manzarasını gördükten sonra buldum. Gerçekten muhteşemdi.

Manastır’ı gezdikten sonra, biraz dinlenmek için dış kısımdaki bir banka oturdum. Sağ kulağımdan gelen müzik, sol kulağımdan gelen yabancı turistlerin konuşmaları, ortamın serinliği ve gelip geçen farklı insan profilleri burada on beş dakika kadar kalmama sebep oldu. Gezimin en dingin zamanı bu geçirdiğim süreydi.

Cumartesi öğleden sonrasını manastıra ayırmıştım. Tahminimden daha çabuk bitirdim gezmeyi. Girne’ye yürüyerek dönmeye karar verdim Zafer Caddesi ve Kurtuluş Caddelerini takip ederek 1,5 saatte merkeze ulaştım.

Pazar günü döneceğim için kilosu 21TL’den, bana daha önceden tavsiye edilen Reha marka az tuzlu hellim peyniri aldım. Havaalanında bu fiyat 30TL idi.

Pazar günü sabah otelden çıkış işlemlerim için resepsiyona indim, bu sefer Afrika kökenli siyahi bir arkadaş karşıladı. Kahvaltımı yaparken Türkiye’den gelen bir bey kendisi ve arkadaşları için konaklama ücreti almak istedi. Resepsiyondaki arkadaşa ve ona pazarlık ve fiyat konusunda aracılık edip, otelden memnum olmadığımı başka bir yer bakmasını tavsiye ettim. Fiyat almak için gelen beyi uğurlayıp, kahvaltımı bitirip otelden ayrıldım.

Kıbhas’tan biletimi aldığımda otobüsün kalkmasına bir saat kadar vakit vardı. Valizimi yazıhane önünde bırakıp, son bir tur atmak için Girne Limanı’na indim. Ne olabilirdi ki? Ne de olsa küçük bir Anadolu kasabasındaydım. :)

Deniz dalgalıydı, belkide içimdeki ayrılık hüznünün dalgalarıydı bunlar.

--

--

Fatih Küçükbaltacı
Seyahat

Software Developer, Technology & Food Lover, Exercise Hater