Beşiktaş Taraftarının Eli

Arda Ünal
STANDART
Published in
3 min readDec 17, 2017

2017–2018 sezonu şu ana kadar Beşiktaş için birçok anlamda
olumlu geçen bir sezon oluyor. Sezon başında dünyaya yayılan
“Come to Beşiktaş” akımı, Çin açılımı ve Çin medyasında çıkmaya
başlayan Beşiktaş haberleri, Şampiyonlar Ligi’nde gösterdiğimiz
başarı ve grup aşamasında ülkemiz adına başardığımız ilkler
gerçekten çok önemli.

Oysa taraftar olarak bunlara rağmen sevincimiz, ligde yaşadığımız
dalgalanmalar yüzünden biraz buruk. Üst üste 3. şampiyonluğu yaşama
arzusu hepimizde çok yüksek. Sezonun ilk yarısının tamamlanmasına
iki maç kala lig liderinin 5 puan gerisinde olmak, büyütülecek bir sorun
olmasa da gol yollarında önceki senelere nispeten yaşadığımız kısırlık
biraz canımızı sıkıyor.

Avrupa başarılarımız dışında, bu sezonun şu ana kadarki en büyük
getirilerinden biri, Beşiktaş’ın “Feda” döneminden beri yaşanan
evriminde yeni bir adım atması oldu.

Türkiye’de futbol ile biraz ilgili olan herkesin ezberden sayabildiği
her türlü pisliğin içinde bile Beşiktaş, bugüne kadar rahmetli Vedat Okyar’ın deyimiyle “gerektiğinde hakemi de yenerek” şampiyon olmaya inanmış bir camiaydı. 2012 yılında “Feda” kampanyası başladığında en görmüş geçirmiş Beşiktaşlının bile derinlerde bir yerde şöyle düşündüğünü hissedebiliyordunuz; “Beşiktaş, bu atılan tohumlar sayesinde belki bugün, belki yarın büyük başarılar yaşayacak, futbol camiamızın içinde barındırdığı tüm pisliklere rağmen art arda şampiyonluklar tadacak, Avrupa Kupaları kazanacak. Gelişip değişecek ve ülke futbolunu da kökünden değiştirecek, yazın bunu bir kenara!”

Bir kısmımız, bu “rağmenlerin” öyle kolay yok olup gitmeyeceğini
2014 yılında Halis Özkahya, bir Galatasaray derbisi öncesi penaltı
atışında Atiba’yı çizgiye basıyor diye attığı zaman anladı. Bir
kısmımız, 2015 yılında bir Fenerbahçe maçında Fırat Aydınus formasını
çıkarıp sahayı terk eden Emenike’yi görmediğini, Bilic’e küfür eden
E.B.’yi duymadığını söyleyerek üç maymuna yattığında. Bir kısmımız ise
yaşanan sayısız hakem hadiselerinden bir başkasında. Basın organlarından
bahsetmiyorum bile.

Beşiktaş camiası o zamandan bu zamana sadece daha çok kenetlenmedi, aynı zamanda romantiklikten gerçekçiliğe kayan zihinsel bir evrimi de tecrübe etti, ediyor.

Başarıların algı medyasına, hakemlere ve kurullara rağmen kolay kolay
sürdürülemeyeceğini, kulüp borçlarının sadece forma satıp şampiyon
olarak ödenemeyeceğini, ülke sınırlarına hapsolmuşken dünya kulübü
olunamayacağını öğrendik, öğreniyoruz. Bu iyi bir şey.

Bir yandan da bazılarımız, sayısı bu kadar çok olan “rağmenlere” karşı mücadele eden oyuncularımızı ve teknik heyetimizi değiştirerek hem saha içi ve hem de saha, spor, etik ve kanun dışı sorunların da üstesinden gelebilecek yeni oyuncular, hocalar bulmamız gerektiğini düşünüyor. Bu ise pek de iyi bir şey değil. Beşiktaş’ın kimseye rağmen bir şey başarmak zorunda olmadığını ne kadar çabuk fark edersek o kadar iyi olacak diye düşünüyorum. Eksik gördüklerimizi konuşup tartışacağız elbette, ama kimseyi haksız yere yok edip sepetlemeden bunu yapabileceğimize inanmak istiyorum.

Bir Beşiktaşlı olarak en büyük korkum sahaya çıkan ekibin, sahada yenmesi gereken başka bir “rağmen” haline gelmektir. Bilirsiniz, futbol tarihinin en önemli anlarından birisi ’86 Dünya Kupası’nda Maradona’nın İngiltere’ye elle gol attığı andır. Henry’nin İrlanda maçındaki asisti ve haksız bir şekilde Fransa’yı kupaya taşıdığı el, ve benzer nice eller futbol tarihi açısından önemlidir. Ama benim için en önemli el, 6–0 yenildiğimiz Kiev maçı sonrasında havalimanına giderek oyuncularımızı alkışlayan, Gökhan Gönül’ün yüzünü yerden kaldıran “Beşiktaş Taraftarının Eli”.

Böyle çalkantılı dönemlerde o eli hatırlamanın ve tekrar tekrar o el olmaya
çalışmanın hepimize çok faydası olacağına inanıyorum
.

--

--