Manyak Mı Bunlar?

Kasar Yaza
STANDART
Published in
4 min readMar 6, 2018

Bir taraftarın tuttuğu takıma olan bağı incelenmesi gereken bir olgu. Dünya üzerindeki her bağlılığın bir sebebi veya bir getirisi mutlaka var. Akraba olanların arasında kan bağı, aynı yerde doğanların arasında hemşehrilik bağı var örneğin. Dost, arkadaş veya sevgili olanları birlikte tutan hiç şüphesiz ki geçirdikleri güzel vakitler. Ama bir taraftarın takımıyla olan muhabbeti bunların hepsinden münezzeh bir kavram.

Çocukluğumuzda seçtiğimiz iki renk, bizi kader birliğine sürüklemek için çok yetersiz aslında. Yani böyle olmaması gerekiyordu. Bu durumun fizyolojik, sosyolojik veya psikolojik bir açıklaması yok. Hayatımızın ufak bir ayrıntısı olması gerekiyordu tuttuğumuz takımın. En sevdiğimiz renk gibi, sevdiğimiz kitaplar gibi, tekrar tekrar dinleyip sıkılmadığımız şarkılar gibi olması gerekiyordu.

Peki nasıl oldu da bu renkler koca hayatımızın arka planı haline geliverdi? Neden normal yaşantımızdan feragat edip bu renklerin peşinde koştuk? Neden en çok o statta gülüp, yine o statta gözyaşı döktük? Neden sigaramızdan en derin nefesi mağlubiyet akşamlarında çektik? Bu nasıl bir bağ ki birbirimizi sokakta görünce kardeşimizi görmüşüz gibi hissettirdi? Bir menfaat miydi bizi bir arada tutan, yoksa organik bir bağ mıydı bizlere 50 saat deplasman yolu çektiren?

Bu bağa bir isim koyacaksak, bunun adı kader bağı olurdu. Mücadeleyi, zaferin tadını, mağlubiyetin efkârını, yere düşünce kalkmayı, emeğin karşılığı sonucu alınan başarıyı, iyilerin mutlaka kazandığını biz bu yolda beraber öğrendik. Her ne iş yaparsak, her ne durumda olursak, her ne ruh halinde olursak birlikte sevinip birlikte üzülebileceğimizi, aslında bir olduğumuzu öğrendik bu yolda. Bize hayatı öğreten ve öğretmeye devam eden bu öğretmene her maçta aynı şevkle ve vefayla koşmamızın sebebi de bu işte. Bize öğreteceği daha çok şey var.

O top çizgiyi her geçtiğinde hayatımıza dair umutlarımız canlanıyor bizim. Her geriden gelip kazanılan maçta, işler ne kadar kötü giderse gitsin geri dönüşün olduğuna inanıyoruz. Her mağlubiyette hayatın engebeli yollarını görüyoruz. Yenen her son dakika golünde, hayattaki büyük acıları tadıyor ve bunların üstesinden nasıl gelebileceğimizi öğreniyoruz. Emeğin karşılığında gelen her üç puanda mücadelenin karşılığını alacağımız güne yaklaştığımızı hissediyoruz. Her şampiyonlukta mutlu sonlara olan inancımız tazeleniyor.

Taraftarlık sıfatını taşıyan herkesin “boş beleş adamlar” olduğunu düşünen büyük bir kesim var. Hayattaki tek başarımız olduğu için bu özelliğimizi ön plana çıkarıyoruz sananlar var. Manipüle olduğumuzu, beynimizin yıkandığını, kandırıldığımızı düşünenler var. Birilerine gösteriş yaptığımızı, heyecan aradığımız söyleyenler var. Keşke onlara yaşadıklarımızı anlatabilsek. Keşke milyonlarca kişiyle birlikte aynı sınıfta “hayat bilgisi” dersine girdiğimizi onlara kanıtlayabilsek.

“Futbolcular parayı kazanıyor, üzülen/sevinen siz oluyorsunuz” önermesiyle her taraftar muhatap olmuştur. “Bu takım size ne kazandırıyor” sorusu da hemen arkasından gelir. Cevabı çok belli: büyük çoğunluğumuz, en çok o maç süresince yaşıyor olduğumuzu hissediyoruz. En gerçek mutluluklarımıza, en gerçek hüzünlerimize o stadın koltukları şahit oluyor. 65 yaşında amcaya “Pınarbaşı” çektiren de, en delikanlısına gözyaşı döktüren de işte bu fütursuzca yansıttığımız duygularımız. O tribünlerde binbir çeşit surat görebilirsiniz. Ama maskeli bir tane bile göremezsiniz.

Biz işte bu yüzden o stada, bir balığın denize doğru çırpınışı gibi can havliyle koşuyoruz. Biz bu yüzden her şeyden feragat edip bir camia için kafa patlatıyoruz. Yapay olan her şeyden ve herkesten sıyrılıp yaşam mücadelesinin bir pratiğini yapıyoruz. Kavgamızın, mücadelemizin, çabamızın sebebi belki de en değecek şey için. Bir yaşam felsefesi için.

Şimdi bize “bu takım size ne kazandırıyor” diye soranlara “daha ne kazandırsın” diye cevap verebiliriz. Bir insana sahip olduğu hangi şey bu kadar çok şey kazandırabilir ki? Az bile peşinden gidiyoruz esasında, daha fazlasını hak ediyor her zaman.

Ama bu zevki tatmak bir hastalığın ilk virüsünün vücuda girmesi gibi. Bir kez tadıldı mı ömrü heba ettirecek bir zevk bu. Yaşıyor hissetmek isteği bünyenizde yayıldıkça yayılır. Ve öyle bir hale gelir ki sizi tamamen sarar. İmkan bulduğunuz her anınızı bu yolda geçirmek istersiniz. Eğer bu şifasını istemediğimiz ağır hastalığın ilk virüsü vücudunuza girmediyse bizleri anlayamazsınız.

Bu sebepten bize yapılan yüzeysel yorumlara gülüp geçiyorum. Boş adam diyenlere, manyak diyenlere, serseri diyenlere, deli diyenlere hiç kızmıyorum. Delilikle velilik arasındaki ince çizgide gidip gelmek de hiç örselemiyor beni. Çünkü veli de, deli de hayatın sırrını çözmüş sayılır bana göre. Hayatın bir sırrı olduğundan bile habersiz, simülasyonvari hayat yaşayanlardan bizleri anlamalarını bekleyemeyiz.

Lakin bizi bu yoldan ayırmaya çalışanlara, umudumuzu kesmemizi salık verenlere teessüf ederiz. Bugün mücadeleyi bırakmak, geçmişte yapılan her şeye ihanettir. Stadı görmeye ömrü vefa etmez diye sedyeyle stada giren nineye, romatizmalarına karşı gelip gol sonrası bastonunu sallayan dedeye, eşi doğum yaparken deplasmandan dönen genç adama, okulu kırıp maça kaçan çocuğa ihanettir. Sevinçten uyunamayan gecelere, iştah kesen derin hüzünlere ihanettir bu yoldan yüz çevirmek. Bu hastalık bizi biz yapan şeylerden biri ve bizimle beraber toprağa girecek bir gün. Kaçış yok.

Şimdi selam olsun hangi renge gönül vermiş olursa olsun benimle kader ortağı olan dostlara. Selam olsun bestenin “canım feda olsun sana” kısmını yürekten söyleyenlere. Selam olsun stada girdiği anda çocukça bir neşeye kapılanlara. Selam olsun aynı sınıfta derse girdiğimiz milyonlarca insana. Selam olsun delilere, velilere, hastalara. Çok seviyorsunuz değil mi ? Ben de.

--

--