Ne Ola Ki Bu Fair Play?

Arda Ünal
STANDART
Published in
12 min readJan 11, 2018

“Fair Play” günümüzde herkesin ağzında. Türkçeye “Adil Oyun” olarak çevrilse de, hepimizin yine de Fair Play olarak kullanığı bir terim; “Fair Play önemli, Fair Play şart, Fair Play yukarı, Fair Play aşağı...”

Fair Play/Adil Oyun hem takım sporlarında hem de bireysel spor branşlarında bütün otoritelerin vurguladığı, önem verdiği bir konu ve aslında ideali vurgulayan bir kavram.

İdealler yaşadığımız hayatın gerçeklerinin ötesinde, olması gerekene atıf yapan kavramlardır. Var olandan değil, olması gerekenden -olması gerektiğini düşündüğümüz şeylerden- bahsederler. Fair Play fikri, bu anlamda hiçbir vicdan sahibi insanın reddedemeyeceği bir takım prensipler bütünüdür. Yine de, prensip olarak “yalan söylemek kötüdür” ama hepimiz yalan söyleriz.

Fair Play/Adil Oyun kavramını konuşurken bol bol “prensip”ten ve “spor”dan bahsetmek gerekir. Sporun ne olduğu genel olarak tartışılan bir kavramdır. Etimolojik olarak spor, “Disport” ya da Fransızca “Desporter”den gelen bir kelimedir ve eğlence, eğlendiren fiziksel aktivite, kafa dağıtacak uğraş, aklı işten alacak meşgale gibi anlamları vardır. Tarih boyunca spor kavramı, farklı zümreler ve hatta birey birey bakarsak, farklı bireyler için oldukça farklı anlamlara gelmiştir. 15. yüzyılda yaşamış bir İngiliz baronu için spor, atla ve tazıyla yapılan av anlamına gelirken; Vikingler için spor kavramı, bir köyü yağmalamak ve sonra “öncelikli tecavüz hakkı” için halat çekme oyununa girişmek olabilirdi. Romalılar için at yarışları ve gladyatör oyunları, Antik Yunan medeniyeti için ise atletizm ve güreş birer spordu.

Hangi tarihte yapılıyor olursa olsun, spor kavramının tanımı ne kadar değişiklik gösterirse göstersin, spor müsabakaları sadece spor olmanın ötesinde sosyal ve siyasal güçlerin bir çatışma alanıdır ve öyle olmaya da devam edecektir.

Spor; içinde bulunduğu medeniyetin özelliklerini yansıtırken, medeniyet de kendi sosyal ve ekonomik temellerini ve dinamiklerini spora yansıtır. Örneğin; Antik Yunan Olimpiyatları, tanrı Zeus adına Olympia’da yapılırmış. Nasıl başladığına dair çeşitli mitolojik rivayetler mevcut. Bu oyunlara katılmak ise herkesin harcı değildi. İstisnalar olsa da, genellikle katılımcılarda sadece Yunanca konuşabilen halis bir Yunan vatandaşı olmak mecburiyeti aranıyordu. Kazanan kişiye zeytin dalından yapılmış bir taç dışında herhangi bir ödül verilmese de oyunların şampiyonu olmak tüm Yunanistan’da büyük şöhrete sahip olmak demekti. Bu sebeple oyunlar Yunan Sitelerinin -Yani bağımsız demokratik şehirler-( Yazar notu: ama o dönem demokrasisi bugünün demokrasi denince anlaşılan şeyin çok basit bir versiyonuydu sadece.) birbirleri üzerinde siyasi güç gösterme ve gösteriş yapma aracıydı.

Antik Olimpiyatlar yine benzer sosyal sebeplerle bitti. MS 393 yılında Roma İmparatoru I. Theodosius, Roma İmparatorluğu’nun dinini Hristiyanlık olarak kabul eden bir kanun çıkardı ve Zeus’a atfedilen Antik Olimpiyatlar, pagan inançların kafir ilan edilmesi sebebiyle kısa sürede yok oldu. Başka kentlerde benzer atletizm müsabakaları yapılsa da yeni bir atletik gelenek oluşmadı ve Avrupa çoğrafyasında spor kavramı genel olarak kanlı bir şekilde icra edilen fiziksel aktiviteler ve at yarışlarıyla sınırlı kaldı.

Bütün tarih boyunca, ister 7000 yıllık mağara resimlerinde kaydedilmiş güreş müsabakaları, ister Japonya’da yapılan Sumo güreşleri, ister bir köydeki kümesin yanında on kişinin toplaşıp horoz dövüştürdüğü müsabakalar, isterse de günümüzde yapılan çağdaş spor müsabakaları olsun, spora bu uzun evrim sürecinde eşlik etmiş yegane bir dost vardır: Bahis.

Spor seyircisi nerede bir spor organizasyonu varsa mutlaka bahis oynamıştır ve bugün bildiğimiz bahis organizasyonlarının temelleri de İngiltere’deki at yarışlarında atılmıştır. Bahis organizatörü ya da İngilizce “Bookmaker” tabir edilen kişiler ilk kez bahisi yasal düzleme oturtmuşlardır. Tahmin edersiniz ki, bahis oynatmak riskli bir iştir. Yarışmacıları tartıp bahis oranlarını doğru bir şekilde belirlemezseniz batarsınız, belki de canınızdan olabilirsiniz. Yine de en zengin bahis oynatıcıları oranları en iyi becerenler değil, yarışmacıları ayarlamayı en iyi becerenlerdir. Bahis oynatan bir kişi denetim olsun olmasın her zaman şike yapmanın yollarını aramıştır. Kasten yenilmek, kokain vb. uyarıcılar enjekte ederek yarışan kişi/hayvana doping yapmak, müsabakadan önce rakipleri sabote etmek gibi eylemler her zaman sporun içindeydi.

Yaşama biçimlerinin ve hayata bakış şekillerinin biçimlendirdiği çağdaş spor tanımı ilk defa 1800’lü yıllarda oluşmaya başladı.

Buraya kadar spordan bahsettik, Fair Play için bahsetmemiz gereken diğer bir kavram da “Prensip”tir. İnsanlar yaşarken farkında olsun olmasın toplumun diğer bireyleriyle maddeleri hiçbir yerde yazılı olmayan ama yine de herkesin bilip riayet ettiği anlaşmalar içinde yaşarlar. Spordan sanata kültürün her alanında bu sözleşmeler vardır ve bunların olumlu yönleri olduğu gibi olumsuz yönleri de olabilir. “Toplumsal Sözleşme” yahut “Toplum Sözleşmesi” adı verilen bu davranışlar bütünü Jean-Jaques Rousseau’nun (Yazar notu: Jan Jak Russo şeklinde okunur.) “Social Contract” eserinde tartışmasıyla birlikte felsefi hayata girmiştir. Her kültürün ve topluluğun farklı sosyal sözleşmeleri vardır. Örneğin; “Beşiktaş/Beşiktaşlı” deyince aklımıza gelen “Efendi davranmak, hakkıyla mücadele etmek ve kazanmak” bu camianın öne çıkardığı ve etrafında birleştiği değerlerdir ve “Beşiktaşlıyım” diyen insanların diğer “Beşiktaşlıyım” diyen insanlardan beklediği bir davranıştır. Bu yasa ya da kağıt üzerinde olmayan bir sözleşmedir ve elbette böyle değerlere sahip olmadan da pekala Beşiktaş desteklenebilir. Öte yandan, insanın kendi kendisiyle de yaptığı benzer bir sözleşme vardır. Kimse zorlamadan, içten gelen bir etkiyle insanın davranışlarını ve yaşama biçimini etkileyip şekillendiren bu sözleşmeye de “Prensip” denir. Prensipler kişinin kendi kendisine koyduğu kurallardır, bu kurallara uyup uymadığını da kendisinden başka kimse denetleyemez.

Rousseau 1712–1768 yılları arasında yaşamış ve Fransız Devrimi’nde düşünsel ilham kaynaklarından biri olmuştur. Dönemin düşünce yapısıyla 1792’de olimpiyat oyunlarının “Fransız Olimpiyatları” olarak yeniden diriltilmeye çalışılması tesadüf değildir. Avrupa’da bir çok komiteler ve organizasyonlar kurulmuş farklı sebepler ve sosyal gerekçeler öne sürülerek sporun özü tartışılmıştır. Filmlerde duyduğumuz “Ladies and Gentleman” lafının o dönemde gerçekten de bir karşılığı vardı aslında. Yani gerçekten de unvan ve toprak sahibi aristokrat Leydi ve Centilmenler bulunuyordu. Centilmenlik de daha önce bahsettiğim türden sanal bir sözleşme olarak düşünülüp algılanabilir. Örneğin; centilmen beyefendiler arasında düello yapılırdı, haysiyet bu şekilde korunurdu ve bunu yapmak için uyulması gereken kurallar vardı. Bu kurallar yazılı değildi ancak onur, haysiyet kişiyi bu kurallara uymaya mecbur ediyordu. Bu centilmenlik fikri, bizim bildiğimiz sporun temellerinde de yer almaktadır.

Spor organizasyonlarının bahis ve şikeden ibaret olduğu yerde, prensip sahibi insanların buna karşı bir sosyal hareket üretmesi de kaçınılmazdı.

http://www.fairplayinternational.org sitesinde Fair Play/Adil Oyun tarihi anlatılırken de denildiği üzere “Fair Play yazılı olmayan bir kuraldır, sporun özüne ve oyun kurallarına uygun davranmak anlamına gelen bir ahlaki değerdir.”

Sporun özünün ne olduğunu uzun uzun tartışabiliriz ancak bu özün tanımı yaparak Antik Olimpiyatlar’ın bugünkü şekilde yeniden dirilmesini sağlayan kişi ise Baron Pierre de Coubertin adlı fransız bir aristokrat olmuştur. Centilmenlik üzerine konuştuklarımızı spor kavramına uyarlamış, “İnsanın ruh ve beden olarak iki parçası yoktur, üç parçası vardır; Ruh, beden ve karakter. Karakter temel olarak ruh ile değil fiziksel durum ile alakalıdır. Antik çağlarda insanlar bunun bilincindeydi.” demiştir. Centilmen sporcuyu ve sporun var olma nedenini tartışırken kazanmanın bir önemi olmadığını, bu fiziksel kaliteye ulaşmak, yarışmacı olmak, kazanma ve kaybetme duygularını tatmak ve bu iki durumda da bir “centilmen”e yakışır şekilde ağır başlı davranmak gerektiğini vurgulamıştır. Daha önceden bahsettiğim gibi, Antik Olimpiyatlar’da zaferin tek ödülü zeytin dallarından örülmüş bir çeşit taçtır. Sosyal getirileri ayrı olsa da “Spor” kavramının özü buraya dayandırılmıştır. “Sportmenlik” de buna uygun şekilde tanımlanmış ve kendisine rakibe saygı duyarak oyun kurallarına uygun bir şekilde yarışmak çağdaş sporculuğun tanımı olmuştur. Aksi davranışlar da “avam” ve “şovenist” birer aldatmaca, zafer ve para hırsı gibi bayağı bir duygunun peşinde her türlü kalleşlik ve hainliğin yer bulduğu bir karakter yapısı olarak tanımlanmıştır. (Yazar Notu:Bu karakter tanımına uyan birkaç kişi tanıyoruz gibi geliyor bana ama neyse!)

Bu sporcu kişiliği de yine bir ideali tanımlamaktadır. Doğal olarak var olan bir özellik değil de insanın ulaşmak için çaba göstermesi gereken bir durumdur. İnsan kişiliği, hayatı boyunca pek değişmese de insan davranışları değişebilir. Kişi yalan söylemeyi seviyor olabilir ama hayatında yaşadığı sıkıntılar sebebiyle artık yalan söylememeye karar verebilir ve bu onun yalan söylemeyi sevdiği gerçeğini değiştirmez. Bahsi geçen sporcu karakterin tanımlanmasındaki en önemli amaç o günlerde yarışmaya katılan yarışmacıların bir anda değişip gelişmesi, yani davranışlarını değiştirmeleri değildi. En önemli amacın yeni doğan nesillerin, yani çocukların ve gençlerin bu “Sportmen” kişilik özellikleri baz alınarak eğitilmesi ve “Sportmen” karakterli bireyler yetiştirilmesi olarak düşünülüyordu.

Günümüz Avrupa ülkelerinde örgün eğitim ve spor eğitimi arasında, işte bu yüz, yüz elli senelik fikirler -ki aslı Antik Yunan’a kadar dayanır- temelinde kurulmuş bir bağlantı var.

Spor endüstrisi ne kadar para üretirse üretsin sporcunun sporu öncelikle para için değil kendi karakterini geliştirmek için bir yol olarak görmesi temelinde eğitim verilmeye çalışılıyor.

Spor ile uğraşanlara sadece profesyonel sporcu adayı olarak değil, hayatında spora yer açmış bir vatandaş olarak da yaklaşılıyor. Atletizmle uğraşmış yarı maraton koşacak fiziksel kapasiteye sahip ve hayatını sporla haşır neşir olarak geçiren bir berberin, uğraşmayana kıyasla hayata bakışının ve kendisini o hayatta konumlandırdığı yerin daha farklı olacağına inanıyorlar. Burada dikkat çekmek istediğim bir husus var. Sporla ilgileniyor olmak bir insanın illa ki profesyonel sporcu olacağı anlamına gelmez. Bir çok spor gazetesi muhabiri gençliğinde amatör yahut profesyonel, sporculuk yapmıştır. Sporcular emekli olduktan sonra antrenörlük, spor yöneticiliği yaparlar. Spor kariyeri parlak olmayan kişiler müsabaka hakemi olmaya karar verebilirler. Antrenör, masör, malzemeci vb. spor endüstrisi içindeki her türden pozisyonda işte bu sporcular yer alır. Dolayısıyla spor ile uğraşan kişilere “Spor”, “Sportmenlik” ve “Fair Play” kavramlarının ne olduğunu iyice anlatmak ve bunların önemli birer karakter özelliği olduğunu kavratmak Avrupa spor eğitimi için mühimdir. Oyuncular karakter gelişimlerini sadece sporla sınırlandırmak zorunda olmadıklarını anladıklarında kendilerine daha da çok şey katmaya başlarlar. Vincent Kompany’nin Manchester Business School, Gerard Pique’nin Harvard Üniversitesi’nden aldıkları diplomalar en bilindik örnekler.

Bu noktada bir parantez açayım: Hiç unutmam, bir keresinde dinlediğim radyo yayınına -Orkan Yazgan’ın bir programıydı sanırım- Beşiktaş altyapısından bir genç bağlanmıştı. Okuduğu liseden öğlen çıktığını, öğleden sonraki dersleri kaçırdığını, hocaların ona anlayış gösterdiğini anlatmıştı. Devamsızlık durumundan zaman zaman sıkıntı yaşadığını, antrenman sahasına gidip gelmenin bir kaç saat sürdüğünü, öğlen yemeğini bazen atladığını bazen de tost yediğini söylemişti. Bunları gülerek anlatmak zorunda kalmıştı çünkü söylediklerinin fena şeyler olduğunun o da farkındaydı ve durumun ağırlığını gizlemek istiyordu. Beşiktaş altyapısında oynayabilmek için eğitimini savsaklamak zorunda kalan bir genç sporcu profili ülke ve kulüp açısından maalesef çok büyük bir sıkıntı.

Uzun uzun bahsettiğimiz üzere bahis ve bahis gelirini maksimize etmek için yapılan şike ve doping yeni yeni spora giren bir olgu değil. “Spor” ve “Sportmenlik” çerçevesinde sporun özüne ve oyun kurallarına uygun davranmak anlamına gelen bir ahlaki değer olarak olarak tanımlanan Fair Play/Adil Oyun kavramı o zamandan bu zamana en büyük mücadelesini hep şike ve dopingle yapmıştır.

Kavram olarak “Fair Play” insanın bir müsabakayı kazanmak değil, kendi fizik ve karakterinin gelişiminde bir araç olarak görmesi gerektiğini, ve bu yüzden müsabakayı kazanmak uğruna alçalmanın kişinin kendini kandırmasından başka bir şey olmadığını söyler.

Kavram olarak değil de düz kelime anlamı olarak alırsak, adil oynamanın ne demek olduğu çok tartışmalıdır. Sportmenlik kavramından ayırarak bu konuyu tartışanlar da çoktur. Bir sporcu hariç herkesin doping yaptığı bir yarışmada, o oyuncunun da doping yapması şartları eşitler. Ancak adil oyun sadece bir slogan olarak ele alınır ve herkesin eşit şartlarda mücadele etmesine indirgenirse, daha açık anlatmak gerekirse sporu sadece bir endüstri olarak gören kişiler sporun tanımını yeniden yaparsa bu tür bir tanım ortaya çıkarabilirler. Bu medeniyet anlamında bir gelişme olmayabilir ama eminim spor endüstrisinin gelirlerini bir kaç katına katlamasına yardımcı olurdu!

Çağdaş spor üzerinde dönen kirli ilişkiler, FIFA ve UEFA yetkililerinin hapis cezalarıyla yüzleşmesi, Rusya gibi spor devi bir ülkenin devlet desteğiyle çoğu sporcusuna doping yaptırdığının ortaya çıkması, Doping Testi yapmakla sorumlu olan WADA’nın bizzat sonuçları manipüle ettiği iddiaları gibi olaylara bakınca çoğu kişi gibi bazen ben de bu olayların sadece buz dağının ucu olduğunu, bu kadar rahat ve alenen yapılabiliyorsa muhtemelen bu işi herkesin yaptığını düşünürken buluyorum kendimi. Milyar dolarların havada uçuştuğu bahis endüstrisi, ülkelerin spor üzerinden birbirine verdikleri göz dağları ve telefonla beş dakika içinde beş kişiyi arayarak her türlü dolabın kısa sürede hızla döndürülebileceğini biliyor olmam da pek yardımcı olmuyor açıkçası. Fair Play’in büyüklerin sıyrılıp geçtiği, küçük balıkların yakalandığı boş bir slogan olmadığına tam da emin değilim. Öte yandan önceden dediğim gibi bu fikir bir ideali simgeliyor. Çoğumuz öyle olmadığımız için inatla vurgulanıyor.

Mevcut jenerasyonları kaybetmiş olsak bile spor ve sportmenlik/sporculuk kavramlarının insan karakterine etkilerini düşünüp bu konularda ilerlemiş bir eğitim sistemi üretmenin gelecek nesillere faydası olacağı kanaatindeyim.

Türkiye’de günümüzde bu “sportmenlik” kavramına en yakın spor kulübü, Altınordu FK. Altyapısı ve as kadrosunda yetiştirdiği futbolculara spor ve sporculuğu sadece meslek olarak değil, onların karakterlerini tanımlayacak bir prensipler bütünü olarak vermeye çalışan bir model Altınordu. Bu doğrultuda uyguladıkları teknikleri tartışabiliriz ancak özün doğru yerde olduğunu düşünüyorum. Büyük şehirlerin lojistik dezavantajlarından sıyrılarak, yetişen oyuncuların eğitimlerini de düşünen, tesisleri içinde eğitim kurumları barındıran komple bir modeli temsil ediyorlar.

Devam edelim; spor artık bir fiziksel aktivite olduğu kadar bir endüstri de aynı zamanda. Buna sadece sahaya çıkan topçular ve maç yayınları olarak bakamayız. Devasa yasal ve yasa dışı bahis organizasyonları, spor gazeteleri, spor televizyonları, spor giyim kuşamı, sporcu yiyecekleri, sosyal aktiviteler ve bir sürü başka eklemin olduğu büyük bir omurga artık spor. Örneğin; bir bilgisayar oyunu olan FIFA serisi 2017 yılında 16 milyon satış rakamına ulaştı. EA firmasının sadece oyunu zaten edinmiş olan kişilere oyun içinde “Ultimate Team” modunda satılan çeşitli ürünlerin, kartların vb. satışından kazandığı para toplam 650M $ seviyesinde. Kazancın büyüklüğü göz kamaştırıcı. Böyle büyük miktar bir kazanç sahibi olmak dolayısıyla daha çok para kazanma hırsı da getiriyor organizasyon paydaşlarına ve bu Fair Play denen “karın doyurmayan prensipler”in muhafaza edilmesini zorlaştırıyor. En üst seviyede top oynanan platformların temiz olduğuna itimat etmek istesek de hiç kuşku duymamak güç. O kadar güçlü ve korkutucu çarklar dönüyor ki, bu makinenin büyüklüğünü tam olarak kavramak, neresinde olduğumuzu, gelecekte başımıza neler geleceğini tam olarak öngörmek çok zor.

Klasik anlamda tanımı yapılmış olan spor ve sporculuk düzenine uymayan bir şeyler var ortada ve sporun tanımı, kimse onu kasten yeniden tanımlamıyor olsa bile değişiyor.

Hukuk kavramı da tabii ilginç bir kavram. Türkçe’de iki karşılığı var. Hukuk sistemleri olan ve bunu işleten Avrupa ve ABD gibi ülkelerde bu tür spor dışı uygulamaların çok ağır yaptırımları olmasına rağmen ülkemiz gibi bu gibi durumlarda kelimenin “bunca yıllık hukukumuz var” anlamının akla geldiği memleketlerde işler birazcık karışık.

Sporun endüstrisini oluşturan tüm etmenlerin klasik spor ve sportmenlik/sporculuk prensiplerinin dışında büyüyüp geliştiği yerlerde, sporda bir hukuksuzluğun olması normal. Neydi Fair Play’in tanımı? Sporun özüne VE KURALLARA uygun davranmak anlamına gelen bir ahlaki değer. Kuralların eylemleri etkileyip dönüştürmesi yerine bu kuralların eylemlere uydurulmaya çalışılması, kuralı koyan kişinin bu “Spor Felsefesi” hakkında hiç bir şey bilmediğinin bir kanıtı. Mesela Caner Erkin’in var olmayan bir kural yüzünden görüntüler kaynak gösterilerek 6 maç ceza alması ve Caner ceza aldıktan sonra kuralların bu eyleme uydurulması çok taze bir örnek.

Sosyal imkanları ve maddi güçleri kısıtlı insanların prensipler çerçevesinde yaşamaya ikna olması zordur. Bu değerler hayatın gerçekleriyle her zaman bağdaşmaz çünkü. Örneğin “Motosiklet ve Bisiklet Giremez” levhası altında park etmiş motorcuların trafik polisiyle şakalaşarak sohbet ettiklerini her gün gören bir gencin, günde iki saat antrenman yaparken hocası tarafından “prensipli yaşamak iyidir, sporcu dediğin adil oynar ve kurallara uyar” diye telkinler görmesi onu bu prensiplere ikna etmeye ne derece yeter bilemiyorum.

Ülkemizde de spor artık oldukça endüstrileşmiş durumda. Sporcular ve spor kulüpleri haricinde paydaş olan çok unsur var. Spor gazete ve televizyonları -futbol diyelim hadi- bu unsurların başında geliyor. İlkeler üzerine kurulu olmayan, sadece şekil ve slogan olarak dilimizde bulunan Fair Play/Adil Oyun prensiplerinin en çok eksikliği hissedilen yerlerden birisi de burası. Bir gazete yazarının veya muhabirin bir takım hocası hakkında inatla spor dışı konularda konuşup yayınlar yaptığı, sosyal medya üzerinden küfür ettiği, başka bir hocaya ise yalakalık yaptığı ve bunların spor içinde kalan ve oyunla alakalı olan hiç bir sebebinin olmadığı bir mecra Türk Spor Basını. Fanatizm, nepotizm (kısaca; akraba ve tanıdık kayırma, insan ilişkileriyle bir makama gelme), para veya başka sebeplerle yayın yapan bir manyaklar ordusu adeta. İçlerinde elbette bir iki istisna vardır.

Futbol kurulları da bu sistemin paydaşlarından. Özellikle Yıldırım Demirören döneminde ağızlardan düşmeyen “gençlerin daha iyi bir spor eğitim alması ve ülke futbolunun gelişmesi” sloganlarının altında, Federasyon’un en çok övündüğü şey kâr ediyor olmak. Ülkemizde spor organizasyonundan sorumlu olan kurumun övündüğü şey işte bu, para kazanmak. Federasyon içi yapılanmaların ve kadroların oluşumunda ise tanıdık ilişkileri, siyasi bağlantılar, spor kulüplerine yakınlık vb. spor ile pek alakası olmayan meziyetlerin ön planda olduğu bir gerçek.

Futbolumuzun içindeki paydaşların sahadaki sporcular hariç büyük bir çoğunluğu Fair Play kavramının ne anlama geldiğinden habersiz. Spor yöneticilerinin “Spor” ve “Sporculuk” üzerine fikirlerinin ayıp olmasın diye yabancılara karşı attıkları birer slogan olmaktan öteye geçmediği bir durumda inanıyorum ki sahanın içinde futbol oynamaya çalışan sporcuların da “Adil Oyun” oynamaları çok zor. Örneğin; Premier Lig’de bu sezon ilginç bir uygulama var. Futbolcu kendini yalandan yere atarsa, hakem maçın içinde görüp ceza veremese bile Premier Lig yönetimi bu oyuncuya 2–3 maç ceza veriyor. Aynı uygulamanın ligimizde uygulanabileceğini hayal etmek bile zor. Oyuncu alışkanlıkları bir yana, kurum ve kurulların verdiği cezalarda hukuki bir zemin olup olmadığından bile emin değiliz hiçbirimiz. Hangi kuralın kime ne şekilde uygulanacağı belli olmaz bu ülkede. Oyuncuların “kazan da nasıl olursa kazan” mantığı etraflarını o kadar çevrelemiş halde ki, onlara kızamıyorum. Ligimizin alamet-i farikası olan “son otuz dakika topu oyunda tutmamak, sakatmış numarası yaparak zaman geçirmek, savunma futbolu oynayarak değil de yere yatarak maç kurtarmak” gibi tüm oynama biçimleri, oyunun paydaşı olan medyamsı cisimciğin oyun ve spora bakışı, sporu yönetmekle ilgili sorumluluğu olan alt yapı antrenöründen spor bakanına tüm yönetim kademelerinin zayıf spor algısı ve kişisel/sosyal çıkarlar gözetmeleri, “Fair Play” anlayışının reddettiği ve mücadele verdiği konular. Bütün bunların alt kademelerinde, oyuncuların bahis ilişkileri, mafya ve karanlık insanların dahil olduğu spor yapılanması sorunları gibi daha büyük meseleler de var. İyi bir altyapı oyuncusunu oynatmaya devam etmek için ailesinden para isteyen, yoksa onu takımdan keseceğini söyleyen hocalar olduğu konuşuluyor. Bu sosyal ve ekonomik anlamda çok çeşitli sebepleri olan bir sorun elbette.

Sonuç olarak “Fair Play” kavramı ve “Sportmenlik” olarak tanımlanan sporcu davranışları sadece sporla ve sporcularla ilgili değil, tüm paydaşların sahip olması gereken ilkeler artık.

Neden medya böyle?”, “Neden TFF böyle?”, “Neden sporumuz bu halde?” gibi soruların cevabını, bu kavramların temel anlamlarını bilmeyi geçtim, var olduğundan bile habersiz, böyle bir gerçeklik içinde yaşamayan, bugünden yarına tek bir muhteşem cevapla bu sorunun çözülemeyeceğini kabul etmeyen kişilerin vermesi biraz zor. Çünkü galiba sorun zaten onlar. Yapılabilecek en önemli şey, bu konularda sürekli konuşmak diye düşünüyorum.

Mark Twain’in çok sevdiğim bir lafı vardır, “Hiçbir zaman okulumun eğitimimi engellemesine izin vermedim.” der.

Belki şu an için örgün eğitimimizde bu prensiplerin pek yeri yok ama hem kendi eğitimimiz, hem de çocuklarımızın eğitimini okula ve başka insanlara bırakmadan, okul ve antrenman saati bitince bu kişisel eğitimin ve gelişmenin bitmediğini akılda tutarak devam ettirmekte ve zorlu bir geleceğe kendimizi hazırlamakta fayda var. Başka insanları değiştirmek mümkün değil, kendimizi değiştirmemiz de çok zor, ama yeni jenerasyonlar henüz yaşken eğilebilirler. Uzun zaman alacak bu sosyal evrime bel bağlamak lazım artık. Çünkü kısa vadede hiçbir şeyin değişeceği yok.

--

--