Tercih

Avfattas
STANDART
Published in
5 min readJan 4, 2018

“Lig ve Avrupa’yı beraber götürmek zor.”

Bu cümle, hem lig hem de Avrupa’da devam eden takımlarımıza yönelik sıkça kullanılan bir ifadedir. Ancak hemen bir antitez gelir; “Peki Avrupa’daki takımlar nasıl iki kulvarda birden yürüyor?”

Aslında işin aslı öyle değildir. Bakıldığında görülmektedir ki; Real Madrid, Barcelona, Paris Saint Germain, Manchester City, Juventus gibi, devre arası transfer bütçeleri dahi 100 milyon euroları bulan dünya devlerinin dışında iki kulvarda eş veya yakın başarı gösteren, zorlanmayan takım sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hatta bu dünya devlerinin bile, her yıl Şampiyonlar Ligi’ni sonuna kadar götüremedikleri de bir gerçektir. Kendi ligini domine eden Paris Saint Germain, Manchester City en son ne zaman finale kalabilmiştir mesela?

Leicester City, Tottenham hatta yine birer dünya devi olan Liverpool, Arsenal, Napoli gibi takımlar da, konu Avrupa ve ligi beraber götürmeye geldiğinde, iki kulvarda aynı paralellikte ilerleyememektedirler. Bugün, Şampiyonlar Ligi grubunu 16 puanla Real Madrid’in önünde lider tamamlayan Tottenham’ın, Premier Lig’de liderin tam 22 puan arkasında kaldığı, ya da La Liga’da Barcelona’ya en yakın takım durumunda olan Atletico Madrid’in Şampiyonlar Ligi’nden elendiği, İtalya Ligi Seria A’nın lideri Napoli’nin Şampiyonlar Ligi’nden ilk turda elendiği, ancak bir maç eksiği ile Napoli’nin 9 puan gerisinde kalan Roma’nın ise Şampiyonlar Ligi grubunu lider olarak tamamladığı gözden kaçmaktadır.

Konuya, Beşiktaş açısından yaklaştığımızda ise bir farklılık göze çarpar. Zira Beşiktaş, Tottenham vb. takımların aksine lig ve Avrupa’yı birlikte götürebilen devasa bütçelere sahip “elit” kategorideki Avrupa devleri gibi, kendi yerel liginde şampiyonluk için mücadele etmek zorundadır.

İşte bu farklılık nedeniyle sezon başında Beşiktaş, ligde şampiyonluğu tek hedef olarak belirleyip, Şampiyonlar Ligi’nde bir sezon daha gruplarda yer almış olmayı seçebilirdi. Ancak Beşiktaş, bir tercih yaptı. Pepe transferiyle başlayan süreç gösterdi ki, Beşiktaş bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde de ses getirmek istedi. Yani hem Şampiyonlar Ligi’nde hem de ligde başarıya ulaşmak amacıyla yola çıktı. Bu amaçla en önemli gereksinim olan “kadro genişliğini” geçmiş yıllara göre fazlasıyla sağladığı bir gerçek. Elbette Beşiktaş’ın kendi yerel liginde bir Tottenham, Roma ayarında değil de Barcelona, PSG gibi dominant olabilecek bir güce sahip olduğu da yadsınamaz.

Ancak burada Beşiktaş’ı zorlayan bir husus gözden kaçmamalı.

Premier Lig, La Liga gibi liglerde takımların futbol oynama düşüncesi, Türkiye Ligi’ndeki takımlara göre daha ön plandadır. Bir başka deyişle bu ligler, Şampiyonlar Ligi ayarına daha yakın futbola sahne olan liglerdir. Sezonun ilk yarısında Şampiyonlar Ligi seri maçlara sahne olur. Çünkü grup aşamalarında her takım 6’şar maç oynar ve bu maçlar ilk yarı fikstürü içerisinde tamamlanmalıdır.

Bu nedenle bir takım 2 haftada bir Şampiyonlar Ligi maçı oynayıp, 3 gün sonra yerel liginde bir maça çıkar. İşte ligimizin futbol anlayışı da bu noktada bazı zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Çünkü Beşiktaş Şampiyonlar Ligi’nde bir başka anlayışla oynayan rakiple mücadele ettikten 3 gün sonra neredeyse 180 derece farklı anlayışta bir rakibi karşısında bulmaktadır. Zira Beşiktaş Şampiyonlar Ligi’nde sürpriz kovalayan bir takımken, kendi liginde ise favori takım durumundadır. Bu husus oyunculardan teknik direktöre, hatta taraftara oyuna olan adaptasyonun düşmesine neden olur. Geçen sezon da Beşiktaş, lig ve Avrupa’yı bir arada benzer şekilde götürmek zorunda kalmış ve ligin ilk yarısında çok daha fazla puan toplamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki geçen sezon Şampiyonlar Ligi’nde toplanan puan bu sezonun yarısı kadardır.

Geçen sezon bu sürecin sonunda, ilk yarı ligde başarılı bir konum alan Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’nden elenmiş olması, bu sezon stratejisinde bazı farklılıklara yol açtı. Yerel ligin önemsenmediği eleştirileri ayyuka çıksa da, aslında burada yapılan ligin önemsenmemesi değil, “ikinci sıraya” alınmasıydı.

Çünkü Şampiyonlar Ligi’nde 2. tur demek aynı zamanda büyük ekonomik kazanç olduğu kadar itibar da demektir. İki sezon üst üste şampiyon olan, güçlü bir kadro kuran Beşiktaş’ın, ligdeki bu gelişimini Avrupa arenasına taşıyamaması, Şampiyonlar Ligi’nden yine elenerek yoluna Uefa Kupası’nda devam etmesi, Beşiktaş’ın dünya kulübü olma planlamasının duraksaması demektir. Çünkü dünya kulübü olmayı amaçlıyorsanız, dünya sahnesinde bir üst aşamaya geçmeniz gerekir. Aksi durum, parlayan yıldızınızın kısa sürede gözle görülmeyecek hale getirir. Hatta, “şansmış” derler.

Ancak bu noktada bir gerçek vardır ki Şampiyonlar Ligi’nde sürekli olmanın yolu ligde alınan şampiyonluktan geçmektedir. Lig ise, Şampiyonlar Ligi grupları gibi 6 maçlık kısa ama sık bir seri değil, 34 maçlık uzun bir maratondur. Bu nedenle ligde yaşayacağınız kayıpların tolere edilme şansı, Şampiyonlar Ligi’nden çok daha fazladır.

İşte tüm bu hususlar bir araya geldiğinde Beşiktaş’ın en başta yapmış olduğu çifte başarı tercihi, ligi ikinci sıraya almasını zorunlu kıldı. Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi Grup aşamasını geçmeyi ilk hedef olarak belirlemesi, Avrupa ve ligi beraber götürebilmesi için bir anlamda elzemdi. Bu nedenle Beşiktaş ilk yarı stratejisini, Şampiyonlar Ligi’nde turu geçmek, ligde de zirve yarışından kopmamak olarak belirledi. Şampiyonlar Ligi’nde hedefine ulaşan Beşiktaş, ligde ise belirlediği hedeften biraz uzak kaldı. Bunda, 3 günde bir farklı oyun tarzıyla mücadele etmek zorunda kalması etkili olduğu gibi, gözden kaçmaması gereken başka bir husus daha var;

Her ülkede farklı seviyelerde olsa da “kapanan takım” tabirine uygun takımlar bulunmaktadır. Ancak ülkemizde “kapanan takımlar” yerlerini bir anlamda “yerden kalkmayan takımlara” bırakmaktadır.

Kapanan takımı açmak teknik heyetin, oyuncuların sorumluluğunda iken, “yerden kalkmayan takımları” ayağa kaldırmak ise birinci aşamada hakemlerin sorumluluğundadır. Beşiktaş-Akhisar maçında kaleci Lukac’ın 10. dakikada başlayan ve günümüzde sadece bizim ligimizde “profesyonel” olarak nitelenen vakit geçirme hareketleri ancak 90. dakikada sarı kartla cezalandırılmıştır. Özellikle Anadolu takımları tarafından maçların son 15-20 dakikaları adeta topun sahada kalmaması için yoğun çaba sarf edilmektedir. 2 dakikada bir ayağı çekip kendini bırakanlar, 3 dakikada bir sahaya giren sağlık görevlileri, eline çarpan topta yüzünden tedavi olanlar hep hakemlerce tolere edilmekte, maç sonuna 4–5 dakika eklemelerle oyunun soğumasının önüne geçileceği sanılmaktadır. Kendini yere yatan oyuncu için oyun durdurulmakta, bir oyuncu kendini yere bıraktığında tam anlamıyla “numara yapan” oyuncu değil de, topu taca atmayan oyuncu eleştirilmektedir.

Merkez Hakem Kurulu’nun eğitimlerinde bu husus gündeme gelmedikçe veya hakem oyunu durdurmamışken topu taca atan oyuncuya sarı kart verilmedikçe bunun önüne geçilmesi mümkün değildir.

Bu durumda Beşiktaş’ın, erken gol, hatta goller bulmaktan başka bir seçeneği yoktur. Bir başka ifadeyle Beşiktaş, son yarım saate geride ya da berabere girmemelidir. Yoksa yarım saat boyunca izleyeceğimiz tek şey, Türk Futbolunun marka değerinin “yerden kalkamaması” olacaktır.

--

--