Transdinyester Derken?

Gaetano Badalamenti
STANDART
Published in
7 min readSep 20, 2017

İnternet ortamında bir çok seyahat bloğunda Avrupa ülkeleri ya da ne bileyim Amerika hakkında, Sydney hakkında bilgiler bulabilirsiniz. Gezi notları okuyabilirsiniz. Bunlardan bazıları objektif, bazıları subjektif olabiliyor ama nihayetinde elinizin altında, o ülkeleri tanıyacak ya da en azından o ülkeler hakkında kendi değerlendirmenizi yapabilecek kadar yazılı kaynak var, dijital ortamda.

O nedenle bugün, bir çoğunuzun hiç bilmediği “de facto” bir devlet olan “Transdinyester” hakkında bilgiler içeren bir yazı yazarak başlamak istedim. Size de “Transilvanya” çağrışımı yaptı mı?

Transdinyester; Dinyester ırmağı, Ukrayna ve Moldova arasına sıkışmış, yaklaşık 600 bin nüfuslu “de facto” bir ülke. Neden de facto? Çünkü statü olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden farksız. Dünya üzerinde hiç bir ülke tarafından tanınmıyor ve uluslararası yasalara göre Moldova’ya bağlı. Ancak yaklaşık 20 yıldır o bölgede tek taraflı bağımsızlığını ilan etmiş bir şekilde varlığını sürdürüyormuş.

Uluslararası kaynaklarda “Trinistria” olarak geçiyor. -Nedense bu isimde bana hep “Matrix” filmindeki “Trinity” karakterini hatırlatıyor.- Kendi vatandaşları da ülkelerine “Prinistrovya” diyor.

Para birimleri “Prinistrovya Rublesi” ve 1 dolar yaklaşık olarak 10 Prinistrovya Rublesi ediyor. Aylık asgari ücret 123 dolar, fakat ülkedeki ortalama maaş 210 dolar civarında.

Yönetim biçimi Sosyalist Cumhuriyet fakat “Feministlik kocayı, sosyalistlik parayı bulana kadardır” şeklinde bir uyarlama yaparak bunun sadece teoride böyle olduğunu baştan söyleyeyim. Nedenlerini Sheriff konusuna gelince anlatacağım. Bayrağında orak-çekiç olan dünya üzerindeki tek devlet Transdinyester. Hükümet binalarının önünde de, dev bir Lenin heykeli var.

Başkenti Tiraspol. (Bu konuda küçük bir parantez açmak isterim. Beşiktaş’ımızın 2007–2008 Avrupa Ligi 2. ön eleme turunda oynadığı Sheriff Tiraspol takımı, Transdinyester takımıdır.) Gerçi ülkenin tamamına yakını Sheriff isimli holdingin iştiraklarıyla dolu zaten. Alışveriş merkezleri, akaryakıt istasyonları, bankalar, marketler…

Aklınıza gelebilecek her sektörde, sektör liderliği Sheriff isimli holdinge ait. Yani her ne kadar resmi olarak sosyalizm ile yönetilmekte gibi görünse de, ülkede Sheriff Kapitalizmi yaşanıyor.

Halkının %80'i Rus pasaportuna sahip. Ülkeye Rusya tarafından yıllık 1 milyar dolar hibe destek sağlanıyor. Yani ekonomilerini Rusya ayakta tutuyor diyebiliriz. Bu yüzden de halkı aşırı derecede Rus yanlısı. Zaten yakın dönemde yapılan bir referandumda, halkın ezici çoğunluğu Rusya ile birleşilmesini istemişler. Yalnız burada küçük bir ayrıntı var, Transdinyester’in Rusya ile sınırı yok.

Ülke fakir olduğu için, halkının büyük çoğunluğu da hissedilir derecede fakir. Bir çoğu bu nedenle Rusya, Kazakistan, Gürcistan gibi ülkelerde çalışıyor. Eğitim, sağlık gibi konular halka ücretsiz sunuluyor. Ancak, mesela gıda ürünlerindeki yüksek vergiler sebebiyle, halkın alım gücü oldukça düşük. Evlilik yaşı çok küçük. 20 yaşında bir kızın ya da erkeğin evli ve iki ya da üç çocuklu olduğunu görebilirsiniz. Kızları çok güzel, erkekleri de çok yakışıklıdır. Ancak ülke ekonomisi çok kötü olduğu için, kızlarının bir çoğu Batum, Kiev gibi yerlerde fuhuş sektöründe çalışıyorlar.

Ben dağ, taş, toprak gezmeyi severim. Tarihi eser görmek ilgi alanım diyorsanız, bu açıdan oldukça zengin bir ülke. Eski Sovyetlerden kalan bir çok yapı, savaş sığınakları vb. görebilirsiniz. Ancak eğlence amaçlı bir gezi için oldukça sıkıcı bir ülke. Gece hayatı neredeyse yok. Moldova’nın başkenti Kişinev yaklaşık 55 km uzakta olduğu ve sık ulaşım sağlanabildiği için, genelde gece hayatı ve eğlence için orası tercih ediliyor. Transdinyester’de havalimanı olmadığından ulaşım için genelde Kişinev Havalimanı kullanıyor. Karayoluyla gitmek isteyenler içinse Ukrayna’yı öneririm.

Ben ülkeye ilk gidişimde Ukrayna sınırından karayoluyla girdim. Aslında amacım Moldova’ya gitmekti ve arada böyle bir ülke olduğundan bile haberdar değildim. Daha önceki Moldova seyahatlerimi uçakla yapmıştım. Ukrayna pasaport kontrolünü geçtikten yaklaşık 200 metre sonra inşaat şantiyesine benzer barakalar karşıladı beni.

Moldova sınırında olduğumu düşünerek ilerlerken, sınır kapısı alıştığımız sınır kapılarından farklı ve köhne olduğu için, ilk tepkim “Moldova bitmiş yeaa” yönündeydi.

Yalnız halk tabiriyle beni “ilk kıllandıran” şey, barakaların üstündeki orak çekiçli bayraklar ve ilk başta Moldova sınır görevlisi sandığım kişilerin üniformalarındaki orak çekiçli rozetlerdi. O coğrafyada irili ufaklı bir çok özerk bölge olduğundan; “lan acaba Kuzey Kore benzeri bir yere mi giriyorum ben” korkusu ve aklımda Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı filminde kızılderililer tarafından soyulup, don atlet kaldıktan sonraki “…… bari” repliğiyle barakaya geldim.

Sınır kapısındaki memur pasaportu aldı, baktı ve pasaportun arkasına “Kardeşler Kıraathanesi Adisyon Fişi” tadında bir saman kağıt koydu ve “geçebilirsiniz” dedi.

“İyi lan ne kadar kolaymış” diye düşünürken, 20 adım sonra pasaporta Moldova’ya giriş mührü vurulmadığını farkettim. Tekrar memura dönüp mührü sorduğumda, memurun Erol Taş gülüşüyle yaptığı “No Moldova” “Tiraspol” uyarısıyla karşılaştım.

Ulan tamam; Tiraspol’ü Sheriff Tiraspol maçlarından biliyoruz da, “buranın nasıl Moldova olmadığını” bilmiyoruz. Haritaya göre Moldova çünkü.

“Abi bizim bir Moldova vardı, o ne olacak?” minvalindeki soruma, “Fişi göster geç, sıkıntı çıkmaz!” minvalinde bir cevap alarak yoluma devam ettim ama hala ikna değilim tabii. İçimden bir ses kesin bir sorun çıkacak diyor.

Herkesin “kim lan bu andaval?” tarzı bakışları arasında 200 metre kadar daha yürüyüp, benzerini en son ilk Vizontele filminde gördüğüm 1950 model bir otobüse bindim. Biraz gittikten sonra, tabii ki muavinin ücret toplama faslına geldik. Ukrayna grivnası veriyorum almıyor, euro veriyorum almıyor. Yanımda oturan ve o vesileyle İngilizce bildiğini öğrendiğim (bu bölgede İngilizce bilen birini bulma ihtimali çok düşük) Valentyna isimli kız “minibüslerde sadece Prinistrovya Rublesi, Rus Rublesi ve Moldova Leyigeçerli açıklamasını yaptı, fakat bende üçü de yok. Sonra kıza 10 euro verdim, bana 150 Prinistrovya Rublesi verdi ve ödemeyi yapabildim.

Daha sonra; Valentyna’dan yol boyunca sorularla, “buranın bağımsız bir devlet olduğunu, fakat hiç bir ülke tarafından tanınmadığını ama kendine ait sınır noktaları olduğunu” falan öğrendim ama aklım hala Moldova’ya gidip gidemeyeceğimde.

Valentyna elimdeki “kıraathane adisyonunu” Moldova sınır polisine göstererek girebileceğim konusunda nihayet beni ikna etti. İçimden “ne güzel yol arkadaşısın sen Valentyna diye geçirirken, diğer taraftan “ee hazır bilmediğim bir ülke bulmuşum, bari gezeyim biraz” diyerek Moldova seyahatini bir gün sonraya erteledim. Yine Valentyna’nın yardımıyla kalacak bir yer buldum ve Valentyna’dan akşam buluşma ve beni şehirde gezdirme sözü aldım.

Söz verdiği gibi akşam saat 20:00 sularında Valentyna gelip beni otelimden alarak şehir turu attırmaya başladı. Tiraspol küçük bir şehir. Yerel halk zamanını mesai saatleri dışında daha çok evinde ve AVM’lerde geçiriyor. Bu ikisinin dışında kalan kısım ise Transdinyester Irmağı kullanılarak yapılmış yapay bir gölün etrafındaki parkta ya da bir kaç cafe/bar tarzı yerde geçiriyor. AVM gezmeyi sevmediğimden, yürüyerek yapılan bir şehir turunun ardından Valentyna’nın bana sunduğu seçeneklerden sonuncusunu, yani göl kıyısını seçtim.

Göl kıyısındaki mekanlarda alkol alabilecek olmam da, kararımda önemli bir etken tabii. Bilen bilir; Rockçı Teoman, Quaresma ve alkollü mekanlar kutsalımdır.

Restaurant-Bar tarzı bir yere oturduk ve 35'lik votka, enerji içeceği, salata, domuz eti yemediğim için pizza (dini sebeplerden değil, kokusunu sevmiyorum) ve Valentyna için biftek söyledik.

Yalnız votka içme alışkanlıkları biraz farklı. Ben votka doldurmak için daha büyük bir bardak istediğimde, Valentyna gülerek durumu bir öğretmen edasıyla anlatınca denemeye karar verdim. (Seninle faşist kurşunları altında; “ Nas K torjestvu kommunizma vedyot” diyerek can veririm ben be, votka denemenin lafı mı olur?) Nihayetinde votka konusunun gurmesi bu ırk sayılır. Biz votkayı ve karışım olarak kullanacağımız içeceği aynı bardakta karıştırarak içiyoruz. Burada votka cam bir sürahide geliyor ve ikişer adet shot bardağı eşlik ediyor. Shot bardağının birine tamamen votka, diğerine tamamen enerji içeçeği dolduruyoruz. Önce shot votkayı, üstüne yine shot olarak enerji içeceğini içiyoruz. Karışım midemizde gerçekleşiyor, bardakta değil. Yalnız daha hızlı kafa yapıyor, denemek isteyenlere tavsiye ederim. Neyse yemeğimizi yiyoruz ve votkalarımızı içiyoruz. Hesap 190 Prinistrovya Rublesi. Yani yaklaşık olarak 19 dolar. O da yaklaşık olarak bugünkü kuru baz alırsak 60–65 Türk lirası civarında. Oldukça ucuz.

Daha sonra kalkıp yakındaki marketten ikişer bira alıp göl kıyısına oturuyoruz. Bu arada dünyanın bir çok yerinde bira içmiş biri olarak, dünyanın en kötü biralarının bu coğrafyada yapıldığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ama insan dünyanın neresinde olursa olsun, göl, deniz vb. kıyısında oturunca canı bira istiyor mutlaka. -Alkol kullanmayanlar bu gibi durumlarda ne yapıyorlar acaba hep merak etmişimdir.- Göl kıyısında otururken, Valentyna’dan ülke hakkında her şeyi sorarak öğreniyorum.

Biralarımız bittikten sonra hükümet binasının önündeki Lenin heykeli ile başlayıp, Sovyetler döneminden kalma kilise vb. geziyoruz. Valentyna bir rehber gibi hepsinin tek tek tarihçesini falan anlatıyor ama ciddi anlamda ilgi alanım dışında olduğu için, pek dinlediğim söylenemez. Lakin bu tip şeyleri seven arkadaşlar için oldukça zengin bir yer Tiraspol. Daha sonra Valentyna beni otelime bırakıyor ve ertesi gün sabah kahvaltı için yine sözleşiyoruz.

Sabah 10:00 civarında Valentyna beni otelimden alıyor ve yerel kahvaltı yapabileceğimiz, yine göl kıyısında bir yere götürüyor. Seçimleri kendisine bırakıyorum. Öncelikle “Zoma Çorbası” adında bir çorba geliyor. Daha çok erişte çorbasına benziyor, içinde birazda tavuk var. Tadı fena değil ama sarımsak sevmediğimden, sarımsaklı olması şahsım adına eksi puan vermeme sebep oldu. Ardından “Polenta” isminde poğaça benzeri bir şey geldi. Mısır unundan yapılıyormuş. İçecek olarakta filtre kahve. Hesap 125 Prinistrovya Rublesi. Yaklaşık 12,5 dolar. Kuru artık kendiniz çevirin.

Kahvaltı bitimiyle beraber Valentyna beni Kişinev’e götürecek minibüslerin olduğu yere götürüyor. Elimdeki “Kıraathane Adisyonu” ile rahatça girebileceğimi, endişelenecek bir şey olmadığını tekrar telkin ediyor. Yolum bu topraklara bir kez daha düşerse, yeniden görüşmek üzere sözleşip vedalaşıyoruz. Elbette yolum daha sonra bir kaç kez daha düşüyor.

Ama ben, bir sonraki yazıda fırsat bulursam; yeni ve yine pek bilinmeyen bir ülkeyi anlatarak devam etmeyi umuyorum. Görüşmek üzere.

--

--