Çığlık

m.güneş
Türkçe Yayın
Published in
7 min readMay 27, 2020
Bunworth Banshee, Fairy Legends and Traditions of the South of Ireland, by Thomas Crofton Croker, 1825

Ölüm; pek sıradan ve bir o kadar da olağan. her gün, her an, her yerde karşımıza çıkan o olgu… Birçok kişinin ömrü hayatı boyunca birçok kez karşılaştığı/tecrübe etmek zorunda kaldığı bir şey değil midir ölüm? Yine de herkes için bir o kadar müphem, bilinemez ve korkutucu bir şey. Geride kalanlara da derin ve tükenmeyecek gibi hissettiren bir kederi miras bırakan bir şey.

Kız kardeşimin öldüğünü öğrendiğimde on yedi yaşındaydım, nefret ettiği lisesinden evine yeni dönmüş bir lise öğrencisiydim, ergendim. Çocuk sayılmazdım belki ama –o zamanlar ne kadar reddediyor olsam da bunu- olgun da değildim. Ebeveynlerimi evimizin salonunda oturmayı en sevdiğim mobilya olan l koltukta birbirlerine sarılmış –daha doğrusu ayakta duramayacak kadar titreyen annemi babama sarılmış, zayıflıklarını göstermemesi gerektiğini düşünen babamın ise metanetinden ödün vermeden annemi sarmış bir vaziyette- perişan ve bitkin bulmayı beklemiyordum. Nitekim ne yalan söyleyeyim, yine de bu durumu çok yadırgamamıştım.

Bir gece önce uykumdan çığlıklar atarak ve ağlayarak uyanmıştım. Rüyamda/kâbusumda kız kardeşimin öldüğünü/öldürüldüğünü/öldürdüğümü görmüştüm.

Soğuk bir kış günüydü, bir ormandaydım ve her yer bembeyaz karlarla kaplıydı. Bir şeyin peşindeydim, ava çıkmıştım; elimde uzun namlulu kapkara bir silah vardı, bir çeşit tüfeğe benziyordu. Daha önce hiç silah kullanmamıştım –bir daha da asla kullanmayacaktım- ama silahı elimde tutarken herhangi bir garipseme de hissetmiyordum.

Avımın yerini tespit etmek amacıyla ıssız ormanda etrafı dinlerken sağ tarafımda bulunan bodur maki ağacının ardından gelen bir uluma duydum ve bir an bile tereddüt etmeden silahımın namlusunu o yöne çevirip hedefi vuracağımdan yüzde yüz emin bir şekilde tetiği çektim. Nihayetinde duyduğum inleme sesiyle vücuduma bir rahatlama ve gurur yayıldı. Avım ile aramdaki ağacı aşmak ve avıma ulaşmak için ağacın yanındaki çalının içinden geçtiğimde ise şoka girdim.

Dokuz yaşındaki kardeşimi kendi kanının koyu kırmızıya boyadığı karlı zemin üzerinde yatarken bulmuştum, sarı-kumral arası saçları etrafına yayılmıştı, gözleri açıktı ve acıyla inliyordu. Manzarayla karşı karşıya geldiğim anda gözlerimden yaşlar oluk oluk akmaya başlamıştı ama olayın bilincine varıp hareket edebilecek duruma gelmem birkaç saniyeme mal olmuştu.

Hemen yanına vardım, dizlerimin üstüne çöktüm, gür kabarık saçlarıyla örtülü kafasını dizlerimin üzerine yerleştirdim, koyu kırmızı kanların fışkırdığı göğsüne –nafile bir çaba olduğunu bile bile- bastırarak tampon yapmaya uğraştım. Uzun ve düz kumral kirpiklerle çevrili, ışıltısı sönmekte olan kahverengi gözlerini bana çevirdiğinde bakışlarında gördüğüm tek şey rahatlamaydı ama kısacık bir an sürdü ve gördüğüm gibi de yok oldu.

Pişmanlık ve ızdırap içinde çığlık atmaya başlamıştım ki içinde bulunduğum dehşetengiz sahnenin yerini odam almıştı. Gerçek ile rüyanın birbirine karışmış olduğu o anlarda duyularım her şeyin bir rüya olduğunu söylese de beynim farkına varamamıştı daha. Çok geçmeden çizgi belirginleşmeye, karışım bileşenlerine ayrılmaya başlamıştı. Annem de o anlarda odama girmişti, telaşlı ve kormuş bir hali vardı, uykudan paldır küldür kalktığı ve doğruca odama geldiği dağınık görüntüsünden belli oluyordu.

Tabii ki bilinçaltımın kurduğu ve zorla tecrübe ettirdiği senaryodan sonra kardeşimin ölümünü beklendik ve olağan bir şeymiş gibi karşılamadım lakin ailemi o halde bulunca da olanları öğrenince de yeterince şaşırdığım söylenemez.

Ağlamaya başlayabilmem tam iki saatimi aldı; bir kere başlayınca da ip ellerimden kayıp gitti, önü alamadım, kontrolü kaybettim. Uykuya yenik düşene kadar, saatlerce, aralıksız, hıçkırarak, deli gibi ağladım. Ertesi gün uyandığımda dahi gözlerimin kızarıklığı geçmemiş olacaktı. Belki ağlayamayacaktı gözlerim ama bütün gün yataktan çıkmayıp, sadece, ruhsuz bir şekilde boş bakışlarla odamın duvarlarını seyredecektim.

Ölümü yıllarca peşimi bırakmadı kardeşimin, etkisi git gide azaldı ama hep gölgem gibiydi, her adımımı takip ettiğini hissettim uzun yıllar boyunca.

Şu an bu masada oturmuş yıllardır görüşmediğim arkadaşlarımın, düzenlediğim bu yeniden buluşma gecesine gelmesini beklerken de o hayaletin evin bir köşesinden beni izlediğini hissediyordum. Acı vermiyordu artık varlığı, hatta minnettardım bir şekilde ona. Onunla sarsılmasaydı hayatım, şu an beklemekte olduğum arkadaşlarımı bulamayacağımın gayet de farkındaydım. Aldığım her yaranın beni ben yaptığını öğrenmiştim ve şimdiki hayatımın -eğer onu bir binaya benzetecek olursam- birer tuğlası olduğunu biliyordum.

Kardeşimin ölümünden sonra yaklaşık bir hafta okula gitmemiştim. Sayıları çok olmayan arkadaşlarımın bana attıkları mesajları kısaca cevaplayıp onları durum hakkında bilgilendirmiştim.

Bu kısa toparlama(!) sürecinin ardından okula adım attığım ilk gün kimse benimle baş sağlığı dilemek dışında konuşmadı, çoğuyla olmayan arkadaşlığımız düşünülünce oldukça normaldi tabii, hatta benim için de oldukça iyiydi. İçe dönük kişiliğim böyle daha rahattı. Ne yazık ki üzerimdeki acıyan bakışlar rahat hissetmem önünde büyük bir engeldi. Daha da içime kapandım ve her şeyden geri çektim kendimi, eski arkadaşlarımla da daha az görüşmeye başladım. O sene ve son sınıf boyunca tek meşgalem ders çalışmak oldu. Kederimi ve yasımı ders çalışarak görmezden geldim. Her saniyemi robot gibi test kitapları bitirmek için harcadım, her sorunun altında yer alan beş şıktan birini seçmek için kullandım. Notlarım yükseldi. Üniversite sınavının sonuçlarını aldığımda ise elimde istediğim her üniversiteye girebilmemi sağlayacak bir belge tutuyordum.

Hazırladığım masanın başında oturup beklediğim arkadaşlarımı edindiğim üniversiteye de böyle girmiş olmuştum. Tabii ki onlarla aynı okula girmiş olmam bu yakın arkadaş grubun oluşmasının nedeni değildi. Aynı öğrenci kulübünde yer aldığımız için tanışmıştık. Hazırlık senesinde kurulmuş bir tanışıklığımız vardı. Lakin eğer detaya inecek olursak bizi, -spesifik olarak üçüncü senemizde- bugün buraya gelecek olan sekiz kişiyi, bir araya getiren/birbirine bağlayan şey -benim açımdan- kardeşimden sonra, ölüm dediğimiz olguyla aramda kurulan o garip ve yıpratıcı bağ nedeniyle içine düştüğüm olaylar zinciriydi.

Kapıya vurulduğunda içine gömüldüğüm bu karanlık düşüncelerden kurtulmak adına kafamı salladım, oturduğum sandalyeden kalktım, silkindim ve kapıya ilerledim. Kapı deliğinden bakma alışkanlığım olmadığı için doğrudan kapıyı açtım. Gelen Umut’tu, üniversite hayatımdaki en yakın arkadaşım.

“Hoş geldin.”

“Hoş buldum.” diye cevap verdi gülümsemesi yüzünde ayakkabılarını çıkarırken.

“İlk gelenin sen olması o kadar doğru ki!..” dedim. “Böyle bir buluşma ayarlamak istediğimi ilk senle konuşmuştum, hatta tek senle sanırım. Harika bir fikir olduğunu söylemiştin.”

Gülümsemesi arttı. Öpüştük. Elimle yol gösterip salona yönlendirdim onu. Etrafa bakarak, evimi tanımaya çalışarak ilerledi. Salondaki koltuğa oturana kadar da konuşmadı.

“Evin o kadar sen ki!..”

Ben de gülümsedim. O zamanlardan bu yana estetik anlayışımın pek de değiştiği söylenemezdi, beni yakından tanıyan herkes evimi az çok böyle dekore etmeyi tercih edeceğimi tahmin ederdi. O beni en yakından tanıyan kişi olduğu için bunu fark etmesi de oldukça olağandı dolayısıyla.

“Hâlâ aynı elit zevkleri olan alığım demek ki.” diye yanıt verdim. Beni tanımlarken en çok kullandıkları kelimeydi “alık”. Hep biraz saf ve jetonu geç düşen biriydim, hâlâ da öyleyim.

“Seni o kadar özledim ki!” dedi.

Gözlerimi devirmeme engel olamadım. Üçüncü sınıfa kadar kurulan, büyüyen, evrilen, daralan, parçalanan, yeniden birleşen arkadaş gruplarının hepsinde Umut yer almıştı ama hiçbirinin tam olarak içine girmezdi; hep bir miktar dışarıda kalmayı tercih ederdi. Bağımsız bir kişiliği vardı. O kadar bağımsızdı ki onunla yakın olduğunu hisseden çoğu kişi onun bu bağımsızlığını yanlış anlardı. İnsanları özlerdi ama arayıp sormazdı, mesajlara çok geç dönerdi, kimseyle buluşmak için ekstra bir çaba harcamazdı mesela. Birkaç defa bizim de bu yüzden aramız bozulmuştu. Şartlar görüşmemize el vermediği zamanlarda onun beni yalnız bıraktığını hissettiğim, beni hiç önemsemediğini düşündüğüm zamanlar olmuştu. Umut ile kurulan ilişkiler her zaman bir miktar belirsizlik içerirdi ve bazen diğer kişi için oldukça rahatsız edici bir hâl alabilirdi bu.

“O kadar özlediysen arasaydın, orospu!” diye sitem ettim şaka yollu. Gözlerimdeki neşeli parıltıyı görmüş olacak ki sitemimde ciddi olmadığımı anlamıştı ve neticesinde sözlerimin onu güldürmüştü. Zaten konuşuyorduk, üniversitede olduğu kadar sık değildi çünkü ayrı şehirlerdeydik, farklı şeylerle meşguldük, meşguldük ama iletişimde kalmıştık hep. Yakın olduğumuz zamanlar buluşmalar da ayarlamıştık.

Hayatlarımızdan konuşmaya başladık; yakın geçmişte neler yapıp ettiğimizden, başımızdan geçen olaylardan söz ediyorduk. Biz sohbete başlayalı çok geçmemişti ki kapı zili çaldı. Sesli diyafon aracılığıyla gelenlerin Beyza ve Cenk olduğunu öğrendim. Apartman kapısını açan kırmızı düğmeye basıp dairemin bulunduğu kata çıkmalarını beklemeye başladım. Çok geçmeden asansör kapısı açıldı ve içinden o ikisi çıktı. İkisinin de ellerinde tekellerin kullandığı siyah poşetlerden vardı.

“Hello!” neşeli bir sesle selamladı beni Beyza.

“Selam!” diye karşılık verdim ikisine de. Ellerinden poşetleri alıp içeri geçebilmeleri için yol verdim. Ayakkabılarını çıkartıp portmantoya yerleştirdiler. İkisiyle de öpüşüp Umut’un olduğu salona doğru ilerledim, onlar da peşimden geldi. “Beraber mi geldiniz?” diye sordum.

“Apartmanın önünde karşılaştık.” dedi Cenk.

“Ben tahmin ediyordum karşılaşacağımızı.” diye ilave etti Beyza. O sırada salona girmiştik.

Umut onları karşılamak için ayaktaydı. Neşe içinde selamlaştılar, öpüştüler, sarıldılar. Bir süredir insan yüzü görmemiş, eski moda mobilyalarla döşeli, klasik bir dekorasyona sahip salonumun atmosferi değişmişti sanki bir anda. Artık daha canlıydı, huzur verici bir aurası vardı sanki.

Yalnızlık benim için sorun değildi, zaten çoğu zaman da yalnız değildim. Yani fiziksel olarak bakarsak yalnızdım ama kafamın içindeki -başkalarına ait- sesler, anılar, hisler nadiren beni yalnız bırakırdı. Ben de yalnızlığımla muhatap olmak yerine onlarla haşır neşir oldurdum.

Ölüm ile aramdaki bağı ikinci kez tecrübe edişim on ikinci sınıf ardından gelen yazda gerçekleşti, lise yeni bitmişti, kardeşimin ölümünden sonra bir yıldan biraz fazla bir zaman geçmişti, haziran ayının sonlarındaydı. Ailemin, içinde bulunduğum bu iç karartıcı durumdan rahatsız olmaya başladığı zamanlardı yani. Yalnızlığımı azaltmak için benimle daha çok vakit geçirmeye başlamışlardı o zamanlar, bu nedenle de çok sık birlikte dışarı çıkardık. O hafta sonu da pikniğe götürmüşlerdi beni. Mesire alanı bir vadideydi. Sessiz sakin ormanlık bir alandı, şelaleye varan bir toprak yol boyunca yer alan açıklıklarda piknik yapardı aileler.

İki aile gelmiştik, bizimle birlikte babamın çocukluğunu beraber geçirdiği mahalle arkadaşı ve ailesi. Nagehan babamın arkadaşının tek çocuğuydu, benim de en yakın arkadaşımdı o zamanlar. Babalarımızın uzun süreli dostluğu, bizim aramızda da çocuklukta filizlenen ve uzun yıllar boyunca eksilmeden süregelecek bir dostluğa vesile olmuştu.

Ebeveynlerimize haber verip şelaleye doğru yola çıktık. Şelalenin sesinin iyice duyulabilir olduğu kadar yol kat ettikten sonra benim içimde anlamlandıramadığım bir his peyda oldu, bir şey dikkatimi çekmişti sanki. Durup etrafıma bakındım, neydi o anlamak için. Çok geçmeden anlayacaktım da.

Yolun sağ tarafındaki ağaçlığın içinde bir şey vardı, aslında baktığımda hiçbir şey görünmüyordu ya da dikkatimi çeken bir şey görememiştim ama oradaydı sanki. İçimde peyda olan his orayı işaret ediyordu. Benden azıcık uzaklaşmış Nagehan’a seslendim durması için ve ekledim: “Şurada bir şey gördüm, iki dakika beklesene.”

Yavaş ve temkinli adımlarla ilerledim. Korkmamı gerektirecek bir şey yoktu ama yaşamakta olduğum durumun garipliği tedbirli olma dürtüsü uyandırıyordu doğal olarak. Yirmi-yirmi beş adım ilerlemiştim ki yaptığım şeyin saçmalığının farkına varmış, geri dönmeye karar vermiştim. Yüzümü ellerimin arasına aldım ve yıkarmış gibi ovaladım stresle. Gözlerim kapalı kendimi toparlamak için iki-üç kez derin derin nefes alıp verdim. Artık dönmeye hazırdım. Nitekim hayat beni buradan hiçbir şey olamamış gibi geri döndürmeyecekti.

Gözlerimi açmamla çığlık atmam bir oldu, refleks olarak geriye sıçramış ve dengemi sağlayamadığım için yere düşmüştüm. Ayaklarımın dibinde duran şey yüzünden dehşet içindeydim. Tekrar çığlık attım ve hızla kalkıp Nagihan’a koştum. Korkmuş, şaşkın gözlerle bana bakıyordu.

“Ne oldu, iyi misin, ne bu halin? Meriç, n’oluyor?”

“Telefonun yanında mı?”

O bana kaygıyla bakarken uzattığı telefonu aldım ve polisi aradım. Çok geçmeden açtılar. Vücudum titriyordu, nefes alış verişim çok hızlıydı ve oldukça düzensizdi, zar zor konuşabildim.

“Bir ceset buldum.”

--

--