Çin Değişebilir Mi?
‘’Halk zayıf olduğunda devlet güçlü olur. Çünkü devlet… halkın zayıf olması için çaba harcar.’’ Shang Yang
Koronavirüs salgınından sonra Çin bir kez daha eleştiri oklarının hedefindeki ülke haline geldi. Bütün dünya Hong Kong protestolarına ve Uygur Türklerinin yaşadıklarına karşı sessiz kalmayı tercih etmişti. Çin ekonomisinin gücü karşısında ülkeler ‘’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’’ mantığını benimsemişti. Eminim birçok sporsever Houston Rockets genel müdürünün geçen yıl Hong Kong protestolarını desteklediğini açıklamasının ardından NBA başkanı ve LeBron James dahil olmak üzere bütün NBA yönetiminin Çin Komünist Partisi’nin gönlünü almak için ne kadar uğraştığını hatırlıyordur. Fakat koronavirüs salgınının yakın tarihte eşi benzeri olmayan bir hızla birçok ülkede yayılması, ÇKP’yi kızdırmamak için kırk takla atan ülkelerde Çin karşıtı söylemlerin çoğalmasına neden oldu. Çin karşıtlarının lideri ise ABD başkanı Donald Trump olması salgın sonrasında yaşanabileceklerin ne kadar büyük olabileceğini gözler önüne seriyor.
Birçoklarına göre dünyanın daha huzurlu, daha güvenli bir yer haline gelmesi için Çin’in daha demokratik bir ülke olması gerekiyor. Tabi 1.5 milyarlık bir ülkenin, 55 milyonluk İngiltere veya 81 milyonluk Almanya gibi olabilmesi mümkün değil. Lakin, koronavirüs salgınından bile önce, Huawei’nin Çin devletiyle olan ilişkisi nedeniyle ABD’de firmaya ceza kesilmesine rağmen İngiltere’nin 5G altyapsına da talip olmasıyla Çin’in ve Çin Komünist Partisi’nin gücü yeniden tartışılır hale gelmişti. Birçok milliyetçi bu durumu ‘’Çin işgali’’ olarak değerlendirerek Avrupa’nın ve Amerika’nın güvenliğinin tehlikeye atıldığını iddia etmişti. Özellikle de Avrupa ülkeleri Huawei krizinde bir ortaya yok bulmak için uğraşırken koronavirüs salgınının çok hızlı bir şekilde yayılması birçok ülkenin Çin politikasında değişikler yapmasına neden oldu.
Ünlü modernleşme teorisine göre ülkeler zenginleştikçe daha özgür ve daha demokratik hale gelir. Fakat Çin ekonomisi büyüdükçe Çin Komünist Partisi bırakın demokratikleşmeyi, daha da güçlü hale geliyor. Başkan Şi Cinping’nin görev süresinin süresiz olarak uzatılması ve ömür boyu başkanlık yapmasının önünün açılması bu konudaki son örnek oldu. Çin’in ‘’toplumsal kredi sistemine’’ geçişi planlamasıyla Çin devleti için George Orwell’ın 1984 romanındaki Big Brother benzetmeleri yapılmaya başlandı. Teknolojik ilerlemeler anlatıldığı gibi Çin’i daha demokratik bir ülke yapmaktan ziyade dijital bir diktatörlük kurulmasına olanak sağlayacakmış gibi gözüküyor. Büyük Ulusu Öğrenmek veya başkan Cinping’in hayatını anlatan uygulamaların telefonlara indirilmesini teşvik etmek için Çin devleti faturalarda indirim yapmak gibi kolaylıklar sağlamayı taahüt ediyor. Kısacası, Çin’in gittiği yolun sonu onları daha demokratik bir ülke yapmayacak gibi gözüküyor. Çin’deki demokratikleşme hareketlerinin yoksunluğunu üç temel nedene bağlayabiliriz;
1-) Çin tarihi ve demokratik kurumların eksikliği
2–) Çin’in demografik yapısı ve nüfusu
3–) Ekonomik sistem ve devletin gücü
Demokratik rejimlerin inşası için öncelikle demokratik kurumların varlığı gereklidir. Çin tarihine baktığımız zaman ise ülkede demokratik kurumların eksikliği bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Çin’de yayımlanan ilk gazete 1870'lerde İngiliz Ernest Major tarafından yayımlanan Shenbao gazetesiydi. Türkiye’de bile ilk gazete 1830'larda, ilk özel gazete ise 1860 yılında yayımlanmıştı. Ortada henüz cumhuriyet rejimi yokken bile 1920 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Anaolu Ajansı’nı kurmuştu. Günümüzdeki Çin basını ise tamamen partinin denetimi altında. Bu nedenle Çin’de kamusal alan kavramının yeteri kadar gelişebildiğini iddia etmek zor. 1912 yılında Çin Cumhuriyeti ilan edilmesine rağmen sadece üç yıl sonra Yuan Shikai’nin kendini imparator ilan etmesi ve Çin Meclisi olan Ulusal Halk Kongresinin yılda sadece iki haftalığına toplanan bir kurum olması Çin’deki demokratik kurumların zayıflığını net bir şekilde ortaya koyan diğer örnekler olarak dikkat çekiyor.
Başarılı bir demokrasi kurmak için ülkenin demografik yapısının uygun olması gerekiyor. Çin bu konuda da sınıfta kalıyor. Öncelikli olarak insanların modern bir hayat sürmesini sağlayarak onların hayatta kalma tehlikesiyle yüzleşmeden rahat bir yaşam sürmesini sağlamak gerekiyor. Ortalama yaşam beklentisinde Çin henüz ilk 100'e girebilirken bu kadar kalabalık bir ülke olmanın dezavantajı olarak sürekli salgınlarla karşı karşıya kalıyorlar. Çin’de birçok azınlık grup olmasına rağmen en dominant etnik grubun toplam nufüsun %91.5'nı oluşturması ve azınlık grupların fazlalığına rağmen etkinliğinin hiç olmaması bir diğer sorun olarak gözüküyor. Çin’in kentleşme oranın birçok gelişmiş ülkeye göre çok daha düşük olması ve otoriteye itaate eğilimli gelenekçi anlayışın halen hakim konumda olması yakın gelecekte Çin’de büyük değişimler yaşanmasının mümkün olmadığını gösteriyor.
Çin’de soy bağının ne kadar önemli olduğunu anlamak için Hong Kong adasından başlayarak Çin’in içlerine kadar giden Yeni Bölgeler’i ele alalım. 1955'te bu bölge henüz bir Britanya valisi tarafından yönetiliyordu. Vali hazırlattığı bir soru formunu bölgeye göndererek, belirli soyadlarına sahip insanların köylerine ne zaman yerleştiklerini ve kaç kuşaktır burada yaiadıklarını tespit etmeye çalıştı. Ping Shan bölgesinde 34 köy incelendi. Bunların yirmi yedisinde tüm köyde aynı soyadı kullanıyordu. Bunlardan biri 29 kuşak, diğeri 28, diğeri 27, biri 26, biri 25, ikisi 23, ikisi 22 ve üçü de 16,15 ve 14 kuşak geriye gidiyordu. Fakat en çarpıcı şey bu değildi. Atalarını 27 kuşak öncesine götürebilen sekiz köyün yedisinin soyadı Tang’dı.( Dar Koridor, Daron Acemoğlu& James Robinson, syf 253)
Çin ekonomisi her ne kadar büyümeye devam etse de devletin ekonomideki tartışılmaz rolü nedeniyle liberalleşme demokrasinin güçlenmesini sağlamadı. Alibaba’nın kurucusu Jack Ma’nın bile devlet için uygulama hazırladığı bir düzende Çin Komünist Partisinin giderek güçleneceğini ve rejimin Yuval Noah Harari’nin sürekli değindiği gibi dijital bir diktatörlüğe evrileceğini iddia etmek distopik bir yaklaşım olmaz. Bu sebeple, Çin devletiyle Çinli teknoloji şirketleri arasındaki ilişki batı dünyasındaki birçok ülke için ciddi bir sorun olarak değerlendiriliyor. Önümüzdeki on yılda, Huawei ile ABD arasında yaşananların tekrarını farklı özneler ile defalarca yaşanacak gibi gözüküyor.
Çinli şirketler ile Çin devleti arasındaki ilişki birçok Batı devletini rahatsız ediyor. Çin ise kendini diğer Asya ülkelerinin büyüme süreçlerini göstererek savunuyor. Asya ülkelerinin liberalleşmesinde devletin payı yadsınamaz. Güney Kore’nin ekonomik mucizesini, 1960'larda ülkeyi yaklaşak yirmi yıl yönetecek askeri rejim ile chaebol olarak adlandırılan birkaç büyük ailenin işbirliği yapmasına borçluydu. Askeri diktatörlük döneminde yaşananları az çok herkes tahmin edebilir. Bugünkü durumun aksine o dönem Güney Kore için başarılı bir demokrasi ifadesini kullanmak imkansızdı. Japonya’da ise liberal parti LDP elli beş yıl boyunca ülkeyi yönetmişti. Kısacası, Asya ülkelerinin ekonomik büyümesi kendine has bir şekilde olmuştu. Çin Mucizesi, birçok açıdan Japonya ve Güney Kore’de yaşananlara benziyordu ama iki ülkede de liberalleşme süreçleri daha demokratik ülke olmalarını sağlamıştı. Çin’de yaşananlar ise ülkenin tam tersi bir istikamete doğru yola çıktığını ve ÇKP’nin demokratikleşme gibi bir niyetinin olmadığını gösteriyor. Çin’in zaten 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin karşısında olmayı tercih ettiğini de hatırlarsak neden Huawei’nin, Samsung’a göre daha tehlikeli bir şirket olarak görüldüğünü daha rahat anlayabiliyiriz.
‘’ Çin malı alma. Onlar hem dandiktir hem de sağlığa zararlıdır.’’ uyarılarıyla büyümüş nesiller için Çinli teknoloji şirketlerinin bugün ulaştığı konumu anlamak kolay olmasa gerek. Bu şirketlerin ÇKP ile olan ilişkisinin kimse tam olarak bilmiyor ama hepimiz az çok tahmin edebiliyoruz. Yakın gelecekte ne Çinli şirketlerin partiyle olan ilişkilerinin azaltılması ne de bu şirketleri göz ardı etmemiz mümkün gibi gözüküyor. Üstelik Trump’ın başlattığı ticaret savaşları önümüzdeki on yıla damga vuracakmış gibi gözüküyor. Trump başkanlık koltuğunu kaybetse bile de ABD-Çin ilişkilerinin normale dönmesi uzun bir süre için mümkün gözükmüyor. İki tarafın da haksız olduğu bir siyasi kriz kapıda bekliyor. Bu kavganın kaybedenleri ise iki ülke arasında taraf tutamayan diğer ülkeler olacak gibi gözüküyor…