Çin’de Bir İş Görüşmesi
--
Şu anda düşününce yıllaaaaar yıllaaaaar önceydi gibi geliyor. Halbuki sadece-iki üç sene öncesine kadar Çin’de çalışıyordum. New York’ta öğrenciyken bir sürü ülkeden ve tabii Çin’den de arkadaşlarım oldu. Ancak bir ülkeden birkaç kişi tanıdınız diye o ülkeyi, kültürünü ve insanlarını çözmüş, anlamış olmuyorsunuz. Hele ki o ülke Çin kadar büyük ve kalabalık bir ülkeyse.
Bu yazıda sizinle paylaşacağım iş görüşmesi deneyimini de “Bak demek ki Çin’de iş görüşmeleri böyle oluyormuş.” diyerek — yani tüm ülkeye ya da Çin’de iş görüşmesi yapmış uluslararası her çalışana genellenebilir bir gerçeklik olarak değil , Münire’nin Çin’de yaşadığı bir olay olarak ele almanızı rica ediyorum.
Çin, kendi kültürel penceremden bakınca hiç beklemeyeceğim durumlarda sıkı kuralları olan bir ülke. Örneğin benim çalıştığım üniversitede ders materyalini kendiniz hazırlamış bile olsanız fotokopi çekmek için gidip izin almak gerekiyordu. Hangi belgenin kaç tane kopyasının yapıldığı kayıtlara geçiriliyordu. Yaşadığım şehirde banka görevlileri bile üniforma giyiyordu. Hatta kadın çalışanların saçlarına taktıkları tokalar ve makyajları da aynıydı. Öğrencilerimi de bir örnek siyah takım elbiseleri, beyaz gömlekleri, siyah, sade ve topuksuz, markası belli olmayan ayakkabılarıyla iş ya da staj görüşmeleri için itinayla hazırlanırlarken görürdüm. Üzerlerinden sosyo-ekonomik sınıf işareti olabilecek kolye, küpe, saat gibi takıları da çıkartır öyle giderlerdi bu görüşmelere.
Bense, size anlatacağım hayatımın bu en ilginç iş görüşmelerinden birine şortla katılmak durumunda kaldım. Çünkü o gün görüşmeye gideceğimi bile bilmiyordum.
Her şey bir arkadaşımın “Üniversiteyi yurt dışında okuyacak lise öğrencileriyle çalışmak ister misin?” diye sormasıyla başladı. Oldukça başarılı bir lise, öğrencileri birazcık TOEFL sınavına ama en çok gidecekleri ülkenin kültürüne hazırlayacak bir öğretmen arıyormuş. Arkadaşımın headhunter — personel avcısı — olan arkadaşı bu işe uygun olmasından ziyade hemen o an gidip okulla görüşebilecek bir aday arıyormuş. Aslında Avcı’nın görüşmeye götüreceği başka bir aday varmış, ama sanırım son anda vazgeçmiş ya da bir aksilik olmuş. Avcı da sözünü tutabilme telaşıyla dört bir yana haber salmış. “Tabii, olabilir.” dememle kendimi bir takside okula giderken bulmam bir oldu.
Gerisi lunapark hız treninde bir tur gibi.
“Evimin önünden geçiyoruz. Dursaydık da üzerimi değiştirseydim.” dediğimi hatırlıyorum. “Duramayız.” diyor Avcı, “vaktimiz yok.” Otların arasında saklanmaya çalışan tavşan gibi kulaklarımı eğip okulla ilgili sıralanan bilgileri dinliyorum:
“Burası çok iyi bir okul. Öğrenciler spor dahil her alanda zor bir sınav geçerek geliyorlar bu okula. Hepsi çok çalışkan. Bazıları Çin’de bazıları yurt dışında üniversite eğitimlerine devam edecekler. Sen işi alırsan bu ikinci ve daha küçük olan grupla çalışacaksın.”
Okulun mini kampüsünden içeri adım atar atmaz yüzüme yüzüme çarpan resmiyet ve düzen karşısında şortlu halimden daha da utanır oluyorum. Bazen uzun yolculuklardan önce gördüğüm kabuslar geliyor aklıma: Hava alanındayım ama pasaportumu bulamıyorum. Ya da Amerika’ya gidiyorum diye çıkmışım yola, ama uçak Hindistan’a iniyor ve benim vizem yok. Bu kabuslarla içinde bulunduğum durumun benzerliğine dışardan bakıp gülmeden de edemiyorum. “Sen değil miydin resmi kıyafetleri sevmeyen, kasıntı bulan, içlerinde annesinin kıyafetlerini giymiş çocuk gibi hisseden?” diyorum kendi kendime, “Al bakalım, bir de böyle dene. Zaten kaybedecek bir şeyin yok.”
Tam da ders arasında varmışız okula. Koridorlardaki öğrenci kalabalığını yara yara ikinci kata ulaşıyoruz. Gerginlikten gözüme beş yüz kişi gibi görünen üç kibar ve güler yüzlü öğretmen karşılıyor bizi. “Hoş geldiniz. Beş dakika sonra, zil çalınca bir sınıfımızda demo ders yapacaksınız. Müdür de sizi izleyecek.” diyorlar. Şortu unutuyorum. “Benim bundan haberim yoktu. Ders hazırlamadım.” diyorum telaştan gözlerim kocaman açılmış vaziyette. Büyük bir sakinlikle “Olsun,” diyorlar, “Hangi konuyu isterseniz onu anlatın.” Ben, koşarak uzaklaşmak isteyenler için şort uygun bir kıyafet diye düşünürken Avcı kolumdan tutup kenara çekiyor beni. “Benim de haberim yoktu ders isteyeceklerinden. Ama bence yapabilirsin. Sana nasıl yardımcı olabilirim?” diyor.
O güne kadar gitmiş olduğum tüm iş görüşmeleri bir film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden. Hiç birisine bu kadar hazırlıksız yakalanmamışım, ancak, aralarında yaptığım işi gösterme şansı verileni de pek az. Bütün ciddiyetimi takınıp, en resmi kıyafetlerimi giyip gittiğim bir görüşmede “Fazla sevimlisin. Hem olduğundan da genç görünüyorsun. Olmaz böyle.” demişlerdi mesela. Başka bir tanesinde “Özgeçmişin dopdolu ama sen çok küçük görünüyorsun.” diyerek özgeçmişimde yazanlara güvenmediklerini ima etmişlerdi. Fiziksel görünümünüzle yaptığınız işin çok alakası varmış gibi… Gene de — ne yazık ki — bunların başka arkadaşlarımın yaşadığı kötü deneyimler yanında lafı bile olmaz.
Film şeridi bitip gerçeğe döndüğümde, Çin’deki bir okulda, hiç tanımadığım ve dillerini de konuşamadığım bir grup meslektaşın karşısında CV’siz, referanssız, en doğal halimle ve en sevdiğim şortumla çıkıp ders anlatmak fikri o kadar da fena gözükmüyor gözüme. Ayrıca merakım, korku ve gerginliğimden daha baskın. Ne de olsa bu, Çin’de bir lisede yapacağım ilk ve son ders olabilir. Elimde tahta ve tebeşir dışında hiçbir materyal yok. Ama zaten eğitim fakültesinde bu gibi durumlara hazırlamamışlar mıydı bizi?
Kalmayı seçiyorum.
“Derse hazırlanmam için on dakika vermelerini rica edebilir misin?” diyorum Avcı’ya, “ beş dakika çok az.” Ricam geri çevrilmiyor. Kendi kendime boş bir masada oturup daha önceden kullandığım bir hikâye anlatıcılığı aktivitesini yeniden düzenliyorum. On dakika sonra, okul müdürü, asistanı ve başka birkaç öğretmenin daha gözleminde yaklaşık 30 öğrenciyle ders işliyorum. Müdür ve asistanı dersin yarısında çıkıp gidiyorlar. Neden diye merak etme lüksüm yok. Öğrencilere odaklanıyorum.
Ders bitiminde ev sahibi öğretmenlerin yönlendirmesiyle Müdür’ü beklemek üzere bir toplantı odasına gidiyorum. Görüyorum ki tek aday ben değilmişim. Meğer Müdür ve asistanı dersin ilk yarısında beni, diğer yarısında da onu izlemiş. Toplantı başlamadan biraz laflıyoruz. İsmi S. olan diğer aday İngiltereli. Peru, Japonya ve Çin’in farklı bölgelerinde çalışmış. S.’nin önceden haberi olmuş görüşmeden. Lacivert takım elbise var üzerinde ve oldukça sakin. Odanın çok şatafatlı oluşu çekiyor ikimizin de dikkatini. Her şey o kadar parlak ki tüm yüzeylerde kendimizi görebiliyoruz. “Acaba bu odaya ilk girenler, bu masada ilk oturanlar biz miyiz?” diye soruyor S. Kısık sesle gülüşüyoruz. Masa ve sandalyeler o kadar büyük ve dekorasyon o kadar cafcaflı ki ben ve şortum kesinlikle oraya ait değiliz. Birkaç saniye önce odaya gelen Müdür’ün masanın diğer ucundan bakınca muhtemelen sadece kafamı görebildiği fikri beni gülümsetiyor. Sandalyemde arkama yaslanıp zaten yere kadar yetişmeyen ayaklarımı keyifle sallıyorum.
“Dersinizi çok güzel anlattınız. Ayrıca tam bir beyefendisiniz.” diyor Müdür.
“Teşekkür ederim.” diye yanıt veriyor S. kibarca.
“Öğrenciler size bayıldı.” diyor Müdür bana dönerek, “Ayrıca güzel bir kalbiniz ve iyi bir karakteriniz olduğunu anlamak için sizi uzun uzun izlemeye gerek yok.”
Ben de S. gibi ama çok daha şaşkın teşekkür ediyorum. Misafir öğretmen olarak arada sırada gidip dokuz — on tane öğrenciyi Amerika ya da Avrupa’da devam edecekleri eğitim hayatlarına hazırlamaya başlıyorum. S.’ye de başka bir grup ders teklif ediliyor. Yani ikimiz de eli boş dönmüyoruz.
“Nerelisin? Hangi okullardan mezunsun? Kendini beş yıl sonra nerede görüyorsun? Kaç yıl deneyimin var? Hangi teknolojileri kullanıyorsun?” gibi standart soruların hiç birisinin sorulmadığı, sadece bilgi ve öğrencilerle iletişimimiz değil aynı zamanda tutum ve davranışlarımızla da alakalı şaşırtıcı yorumlar aldığımız ve hazırlıksız ders anlatmak zorunda bırakıldığımız bu görüşme ile ilgili analiz ve yorumları siz okuyuculara bırakmak istiyorum. Siz olsaydınız ne hissederdiniz ya da ne yapardınız? Bu hikâye size mevcut işiniz ve geçmiş iş görüşmelerinizle ilgili neler düşündürdü; neler hatırlattı? Hikayedeki Müdür ve Avcı sizce kadın mıydı erkek miydi?
Okuduğunuz için teşekkürler.
Münire