19.Yüzyıl İtibari İle Osmanlı Mimarisinde Görülen Değişimler

Hande Turan
Türkçe Yayın
Published in
28 min readMay 30, 2020

18.YÜZYIL SONU “MİLLİ” İLGİ ODAĞI: MİMARLIK TARİHİ

“O sırada İstanbul’un okuryazar gençleri arasında mimari bir milliyetçilik hüküm sürüyordu. Herkes evvelce işitilmemiş eski bir mimar ismini bulmakla iftihar ediyor, makaleler ihtiyar mermerlerin mana ve asaletinden bahsediyor, şiirler kemer ve sütunların güzelliğini söylüyordu.”
-Ahmet Haşim, Leylek Bakımevi/ Gurebahane-i Laklakan(1)

Osmanlı’da mimarlık tarihinin ortaya çıktığı evre, Ahmet Haşim’in mimarlığın entelektüel bir ilgi alanına dönüştüğünden bahsettiği yüzyıl dönümüne tekabül eder. Bu konuda yapılan çalışmaların hareket noktasını dönemin milliyetçi endişeleri oluşturur. Dönemin aydınları, milletin hem kültürel alanda inşası hem de ulus-devleti talep edebilecek sosyal grupların oluşması için çalışırlar ve bu çerçevede toplum için önemli kültürel yaratı alanlarından biri olan mimarlığın geçmişiyle ilgilenmeleri, ulus-devlet inşa sürecinin bir parçası olarak düşünülebilir. Osmanlı için bu bağlamda ortaya konan metinleri ve çalışmaları önemli kılan, bu ilginin hem disiplinin çok erken ve olabildiğince donanımsız olduğu bir aşamasında ortaya çıkması hem de bu alanın bir kısım aktörlerinin daha profesyonel bir oluşumun beklenebileceği eğitim kurumlarında da görev üstlenmesidir ki bu durum milliyetçi dinamiklerin çıkış noktasını oluşturduğu bakış açısının 20.yüzyılın ortalarında dek Türkiye’deki mimarlık tarihi alanını biçimlendirmesiyle sonuçlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyet’ine geçiş sürecinde tekil bir milliyetçilik anlayışı olmadığını şuradan anlamaktayız: Başlangıçta imparatorluğu oluşturan muhtelif unsurların ayrılma taleplerine cevaben ortaya çıkan çözümler, daha sonra değişen koşullar çerçevesinde farklı biçimlere bürünmüştür. Bu durumun etkisinde farklılaşan milliyetçiliklerin geçmişin mimarlıklarına olan ilgileri de farklılaşmıştır.

Geç Osmanlı dönemi ideolojilerinden İslamcılık, zaten din temelinde tariflenen bir toplumda yeni bir kimlik zemini önermediğinden olsa gerek bunun gereksindiği kültürel alanı inşa etme ihtiyacını da en az hissedendir. İslamcılığın önde gelen yayın organı Sır’at-ı Müstakim dergisi tarandığında mimarlıktan bahseden birkaç yazının başka ülkelerdeki cami inşaatlarına dair kısa haberlerden ibaret olması da bu ilgisizliğin işareti olmalıdır(2).Bu çerçevede mimari geçmiş ilgisini İslamcılığın dışındaki, milliyetçiliklerin, mimarlığın tarihine olan ilgilerinin popülerleşme ve geniş kitlelere ulaşmaya duydukları gereksinimle paralel giden çevrelerde aramak daha uygun olur. Milliyetçilikler var etmeye çalıştıkları milleti geçmişte paylaşmış oldukları ortak mirasa ve gelecekte ise benzerlerini paylaşma isteğine sahip olarak tariflerken milletin tarihinin yazılması da önemli bir etkinlik alanına dönüşür ve tam da bu noktada mimarlık tarihi, bu milli tarihin fertlere ulaşması ve inandırıcılığı yönünden birkaç avantaja sahiptir. Zira milletin geçmişi için önerilen hikaye bu yapılarla ilişkilendirildiği takdirde, yapılar varlıkları ile anlatılan tarihe inanmanın somut delillerini teşkil edebilir.

Bu çerçeveden bakılırsa Osmanlıcılık, zaten amacı ulus-devlet olan bir ideolojinin araçlarıyla imparatorluğu ayakta tutmaya çalıştığı için içsel bir paradoksla yükümlüdür ve yaygınlaşma potansiyeli sınırlıdır. Öte yandan Osmanlıcılığın ortaya çıktığı Tanzimat dönemi aydın ve yöneticilerinin kitlelerin desteğine ihtiyaç duyduklarını söylemek de güçtür. Ayrıca Osmanlı’da daha çok pratik bir uğraş olarak görülen mimarlık, esas meselesi “devleti kurtarmak” olan geniş bir aydın grubunun gündeminden uzaktır. Seçkinlerin seçkinler arasında tartıştığı bir şey olduğu sürece Osmanlıcılık, kolay kavranabilir ve geniş kitlelerce tecrübe edilebilir olmak için mimarlığın somutluğuna gereksinim duymaz. Osmanlıcılık’ın ortaya çıktığı Tanzimat döneminde mimarlık, Osmanlıcılıkla yalnızca güzel sanatlar, arkeoloji, koruma vb. konularla ilgili oldukça sınırlı bir seçkin grubunun gündeminde bir araya gelebilmiş gibi görünmektedir.

Osmanlıcılığa paralel olarak hanedan temelli bir mimarlık tarihi anlatısı ve köken olarak Osmanlı kuruluş dönemi temaları 1910’ların sonlarına kadar geçmişin mimarlığını konu alan metinlerde bir biçimde gözlenir. Ama pek çok yerde Osmanlı telaffuz edilse de içerik giderek “Türk” ile doldurulur.

Türkçülük ise toplumu daha önce kullanılmayan bir kimlik zemininde bir araya getirmeyi hedeflediğinden o kimliği kültürel alanda tariflemek gereksinimini belirgin bir şekilde hissediyor olmalıdır ve bu yüzden de kültürün milletle ilişkilendirilebileceği düşünülen pek çok alanındaki varlığın dökümünü yapma ve bunları milliyet temelinde tekrar anlamlandırma eğilimindedir. Öte yandan dönemin yöneticileri olan İttihat ve Terakki mensupları geleneksel yönetici elitten farklı olarak çoğunlukla orta sınıf denilebilecek bir sosyal konumdan gelmektedirler ve dolayısıyla meşruiyetlerini siyasetlerinin halkın iradesini temsil ettiği savına dayandırmaya ve bunun için kitlelerin desteğine öncellerinden daha fazla gereksinim duymuş olmalıdırlar. Ayrıca Türkçülüğün belirgin bir hale geldiği 20.yüzyıl başında yoğun savaş ortamının gerektirdiği insan gücü için de devleti yönetenlerin kitlelerin katılımına ihtiyaç duyacağı açıktır. Dolayısıyla Türkçülük, milleti sıradan insanlarca da kavranabilir bir biçimde ortaya koyma eğilimindedir ve bu durumda gündelik hayatın içerisinde yer alan ve herkes tarafından tecrübe edilebilir bir şey olarak mimarlık, Türkçülerin gündeminde belirgin bir yer tutar; bu görüşteki milliyetçi cemiyetlerin etkinlik kollarından birine dönüşür. Bu noktada mimari geçmişe yönelik ilginin gelişimini de Türkçülük eksenli milliyetçilik çerçevesinde aramak anlamlı olur.

“Türklere faideli hareketleri teşci ve tahrik” kapsamında “mimari ve bedayi” konularında müzakereler yapmayı öngörüp(3) bu amacı eyleme dönüştürme konusunda en başarılı örneklerden biri Türk Ocağı’dır. Ocağın etkinlik alanı ülke genelindeki kültür varlıklarının ve bu çerçevede mimarlık ürünlerinin belgeleme ve dökümünü yapmaya yöneliktir. Ders ve konferanslarda kullanılan diyapozitifler , sayısı 3000’i bulan, dönemi için oldukça geniş bir koleksiyon oluştururlar(4).Türk Ocağı’nın Türk Ocak’larına dönüşerek ülke geneline yayıldığı ve bölgelerindeki “askeri, dini, mülki mimariye ait abidelerin ve alelade binaların fotoğraflarla tespit ve türlerine göre tasnif edilerek konuşma ve derslerde kullanılmak üzere kütüphanelerde muhafazasını” istediği de bilinmektedir(5).

1926 yılı mesai programında cemiyetin tarihi abidelere ait kitabelerin çıkarılması, yerinde olanların tespiti ve fotoğraflanması ile mimari ve gayri mimari nakışların renkleri ile resmedilerek derlenmesini öngördüğü de ifade edilmektedir(6). Cemiyet üyelerinden Ferid Cansever Ocak anılarında, “Duvarların diplerinden başlarımız öne eğilmiş,yalnız yürüdüğümüz yola bakarak geçen bizler, Hamdullah Subhi Bey’in bıkmadan usanmadan yapığı telkinlerle başlarımızı yavaş yavaş yukarıya kaldırıyor ve bir Süleymaniye’nin, Sultann Ahmed’in, Bayezid’in mimari güzelliklerinin karşısında huşu ile, hürmetle eğiliyor ve aynı zamanda gururla benliğimizi buluyorduk.(7) ” der. Bu ifadeler cemiyetin bir yandan milletin mimari varlığının fotoğraf, çizim vb. yollarla dökümünü yapmaya çalışırken aynı zamanda konferans, ders ve gezilerle bunları nasıl bir kimlik meselesi çerçevesine yerleştirdiğine işaret etmesi bakımından ilginçtir. Cemiyet milli kültürün bileşenlerinden biri olarak Türk mimarlığının bir yandan çerçevesini çizmeye çalışır, bu çerçeveye dahil olanların dökümünü yapar ve fiziksel özelliklerini tespit etmeye çalışır; diğer yandan da bu eserler çevresinde duygusal bağlar inşa ederek kişileri bunlarda somutlaşan milli bir duyguya sadakate davet eder.

Kurumların teşebbüsleri kadar kapsayıcı bir hedefi olmasa da Mehmet Raf’in Mir’at-ı İstanbul’u, Ressam Hüsnü Bey’in Bedayi-i Asar-ı Osmaniye’si gibi risale ölçeğindeki yayınlarda çoğunlukla kronolojik veya konumuna göre tasnif edilmiş eserler, genellikle haklarında benzer bilgiler verilerek sıralanır. Yapının kimin tarafından ve hangi tarihte yaptırıldığı belirtilir, kitabe metinlerine yer verilir, geçirdiği deprem yangın vb. afetlerin yaptığı tahribata ve bunların ardından gerçekleştirilen onarımlara değinilir. Bu çalışmalarda mimari varlığın dökümü yapılmaya çalışılırken söz konusu varlığı millet için öngörülen tarih ile ilişkilendirme çabasının öne çıktığı çalışmalar da yine eşzamanlı olarak üretilir. Örneğin Türkiye’deki popüler tarihçiliğin öncü isimlerinden biri olan Ahmed Refik’in çoğu günlük gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarının geniş skalası içerisinde mimarlığın bu doğrultuda ele alındığını söylemek mümkündür(8).Ahmet Refik’in metinlerinde sözü edilen yapılar büyüklükleri , malzemelerinin kıymeti, göz alıcı ve gönül okşayıcı bezemelerinin zenginliği ile yer alır. Hükümdarın hazinesini milletin malı olarak gören sultan ve yöneticiler bunu imar faaliyetleri ile millerin istifadesine sunar. Yetenekli mimarlar kıymet bilir hükümdarların sunduğu ortamda eserlerini tasarlarlar. Şehir genelinde ise yapılar içinde yer aldıkları peyzaj ile birlikte pastoral bir huzur ortamı betimler, incelikli bir zevkle işlenmiş yaşantıların fiziksel çevresini oluştururlar. Ahmed Refik kendisiyle yapılan bir söyleşide müverrihin vazifesini “bir vakayı canlandırmak yani ikinci defa yaratmak” olarak tarifler. Bunun içinse “mazide yaşanan hayatı canlı bir surette tasvir etmesi, ölüden hayat emareleri çıkarması gerekir” (9).Ahmed Refik’in metinleri bir yandan canlandırma gibidir ve bu canlandırmaların gerçekçi olmak için somut bir zemine gereksinimi vardır. Mimarlık söz konusu metinlerde bu zemini temin eder, anlatılan milli tarih öykülerinin dekorunu oluşturur.

Hüseyin Avni Bey’in Dergah dergisinde yayımlanan yazılarını da yine bu doğrultuda değerlendirmek gerekirse şunu söyleyebiliriz ki mimarlığı ağırlıklı olarak duygularla anlamaya ve ilişkilendirmeye çalışan bu metinler geçmişten intikal eden mimari ürünlere de bu çerçevede yaklaşır. Hüsnü Bey’e göre mimarlık öncelikle ecdadın anılarını iletir: “bu taşlar üzerinden Türk’ü anlayanlar, hatırayı taş üzerine geçiren ebedi ellerin heyecanına tutulur(10) ”. Öte yandan mimarlık vatan olarak belirlenen toprak üzerinde hak iddia edebilmenin de dayanağıdır.

Sonuç olarak, milliyetçiliğin nihai gayesi olan ulus devlet ortaya çıktıktan sonra da, özellikle milletin çıkışına eşlik eden dönemde, geçmişin mimarlık ürünlerine yönelik bakış da söz konusu ürünleri bu ikili sürece tabi tutar. Bunun içinse bir yandan milletin mimari geçmişinin ürünleri döküm niteliği taşıyan çalışmalarda, envanterlerde, kataloglarda ve önceki toplumsal düzenin onları yerleştirdiği bağlamdan koparılarak rasyonel bir düzen içerisine yerleştirilir, standart bilgilerle tariflenir ve türdeş bir biçimde bir araya getirilir. Öte yandan geçmişin mimarlık ürünleri de millete atfedilen ayırt edici vasıflarla ilişkilendirilir, etraflarında milletin öyküsünün örüldüğü tutamaklara dönüştürülür. Bu yolla bireyler örneğin kendi evlerine benzer bir evde yaşayan kişilere karşı gerçek hayatta tanışmasalarda bir yakınlık duygusu besleyebilir ya da kişisel tecrübeleri ile bilmeleri mümkün olmayan uzak atalarla aynı mekanda ibadet ettikleri inancını taşıyarak çok uzun zamanlardan beri var olmuş ve dolayısıyla çok uzun zaman var olacak bir topluluğa karşı aidiyet duygularını pekiştirebilirler. Milliyetçilik de bu gibi yollarla siyasetle sınırlı kalmadan farklı alanlarda üretilmiş olur. Mimarlık Tarihi bu alanlardan biridir ve Türkiye’deki mimarlık tarihinin erken evresi de bu ilişkiyi örneklendirir.

SON DÖNEMİNDE OSMANLI

Osmanlı Devlet’i 18.yüzyıl sonlarında başlayıp gittikçe artan bir ivme ile geri dönüşü olmayan bir değişime girer. Klasik dönem olarak adlandırılan sürecin sonunda bir dünya imparatorluğu haline ulaşmış olan Osmanlı, artık iç ve dış şartlara uyum sağlamakta açıkça zorlanmakta, toprak ve güç kaybetmekteydi. Daha önceleri karşılaşılan askeri veya siyasi zorluk ve kayıplara geçici durumlar olarak bakılmış, Osmanlı’nın klasik dönemde uyguladığı yöntemlerin devletin tüm organlarında yeniden dikkatle yürütülmesi durumunda sorunların çözüleceğine inanılmıştı. Bu yaklaşımda, dünyaya darü’l-harb ve darü’l-islam ayrımıyla bakılmasının, küçük bir sınır beyliğinden çok kısa bir sürede kıtalararası bir güç ve yaptırıma ulaşmış olmanın gururunun ve imparatorluğu doğrudan etkileyen gelişmeler hakkında yeterli bilgi sahibi olunmamasının da etkisi tartışılmazdır(11). Başarısızlıkla sonuçlanan 2.Viyana Kuşatması’nı izleyen yıllardaki uzun savaş ve Karlofça Antlaşması (1699) inişin başlangıcı olarak anılan tarihlerden biri olmakla birlikte, Rusya’nın Müslüman nüfuslu Kırım’a hakimiyetine ve Ortodoks Osmanlı tebaası üzerine hak iddiasına yol açan maddeleriyle Küçük Kaynarca Antlaşması (1774)inişin devamlılığının göstergesidir. Batı destekli bağımsızlık savaşı sonunda (1829) Yunanistan krallığının kurulması, Avrupa siyasi dengelerinin merkezine “Doğu Sorunu” ve “Hasta Adam”ın mirası meselesini artan vaat ve tehditleriyle birlikte yerleştirir. 1.Dünya Savaşı sonunda İstanbul’un işgali bu miras paylaşımının dolayısıyla Osmanlı’nın sonu olarak görünmektedir.

Batı tarafından gelen saldırılar, dışarıdan desteklenen bağımsızlık hareketleri, hatta Kavalalı Mehmed Ali Paşa gibi kendi içinden çıkmış ve baş edilemeyen güçler karşısında Osmanlı’nın mücadelesindeki yetersizlik, birbiriyle bağlantılı askeri mali idari ve sosyal zayıflıklardan kaynaklanmaktaydı. Zaafiyetin kabullenilmesi devletin gücünün yeniden kazanılması için, başlangıçta özellikle askeri alanlarda başlatılan düzenlemelere gidilmesini kaçınılmaz kılsa da bu değişim ve yeni düzenlemeler karşısında kayba uğrayan kesimlerin ayak diremesi, güçleri yettiğinde ayaklanıp sorumlu tuttuklarına bunu hayatlarıyla ödetmeleri yeniliklerin ne denli zor ve dirençli yoldan geçtiğinin kanıtıdır. Osmanlı padişahı, iktidarını -teoride değilse bile uygulamada- sınırlayan dengeleyen, yerine göre ona meydan okuyan gruplarla paylaşmaktadır. Askerin ve ulemanın özellikle hükümdarın otoritesinin sarsıldığı dönemlerde siyasi idarenin işleyişinde etkin olduğu tartışılmaz.

3.Selim (1789–1807) mali idari diplomatik ve askeri alanlarda yeni düzenlemeler getirecek hattı hümayunlarıyla, Nizam-ı Cedid olarak tanınan dönemi başlatır. Şehzadeliği sırasında Fransa ile bağlantı kurmuş olan sultan, askeri alandaki yeniliklerde Batı’yı örnek alır. Nizam-ı Cedid adlı yeni bir ordunun modern silahlarla kurulması, yabancı eğitmenlerin görevlendirilmesi, kıyafet ve talimatleri, yeniçerilerin ayaklanmasına sebep olacaktır. Avrupa hakkında doğrudan bilgi almak, Avrupa diplomasi ve siyasetinde bir yer edinmek amacıyla daimi elçiliklerin açılması da kısa vadede sonuç alınamayacak yeniliklerdendir. Yabancı dilleri, bu konuda eğitim ve tecrübeleri olmayan ulema, elçi olarak kerhen gönderildikleri Avrupa başkentlerinde istihbarat toplamakta da ikili ilişkilerde de pek başarılı olamazlar. Tüm bu yenileşme çabalarının kalıcı olarak görünmemekle birlikte, bir başlangıç önemleri azımsanamaz(12).

2.Mahmud (1808–1839) dönemi sonunda ise Osmanlı Devleti idari ve askeri açıdan yeni bir çehre kazandırmıştır.3.Selim’in yaşatamadığı modern orduyu yeniden kurmak için 2.Mahmud merkezi otoritesinin güçlenmesini beklemek zorundadır. Yeniçeriler kanlı bir şekilde ortadan kaldırılır (1826) ve yine Bstı’dan eğitmen ve teknoloji desteğiyle yeni bir ordu kurulur. İlk resmi gazete Takvim-i Vekayi, ilk nüfus sayımı, yeni okulların açılışı, idari alanda düzenlemeler, yabancı dil bilen memur yetiştirmek amacıyla Tercüme Odası’nın kurulması, nezaretlerin oluşturulması, maaş sisteminin getirilmesi, hukuk ve idari alanlarda şuraların kurulması, reformların daha güçlü daha kalıcı bir şekilde yerleşmesini sağlayacaktır. Maliyenin ve ordunun gücü hala yetersizdir fakat Osmanlı Avrupa’yı daha yakından tanımakta daimi elçiliklerini çoğaltmakta, siyasi güç dengelerini lehine kullanmaya çalışmaktadır. Karargah ve idari birimlerde sultanın portresinin asılı olduğu ulemanın gücünün daraldığı , Batı melodilerinin Mızıka-yı Hümayun tarafından çalındığı, bulaşıcı hastalıklara karşı ilk karantina birimlerinin oluşturulduğu başlarda fes olan bir Osmanlı ortaya çıkmıştır(13).

1839’da Nizip’te Osmanlı ordusu Mehmed Ali Paşa kuvvetleri karşısında ikinci kez yenildi. Durum karşısında Avrupa’nın diplomatik desteğine ve yeni bir reform planına gerek duyuldu. Böylelikle, Abdülmecid (1839–1861) ve Abdülaziz (1861–1876) dönemlerini kapsayan Tanzimat süreci kendisinden önceki Batılılaşma reformlarının geliştirildiği, kemikleşerek kök saldığı bir süreç olacaktır. Açılan kurumlarla altyapının, sosyal hayat ve tüketim kalıplarının ulaşımın büyük şehirlerdeki binaların git gide daha fazla Avrupa’ya benzediği, düşünce ve entelektüel dönüşümlerin edebiyata, basına, siyasete yansıdığı bu dönem Osmanlı’yı Meşrutiyet’e taşımıştır. Tanzimat ilanı (1839)ve daha sonra Islahat Fermanı(1856) ile Osmanlı Devlet’i, siyaset hukuk ve devlet yönetiminde yeni esaslar benimseyerek, devlet ile birey arasındaki ilişkiyi yeniden düzenliyor, bireysel hakları emniyet altına alarak müslim ve gayrimüslim tebaanın eşitliğini öngörüyor, kanunun egemenliğini esas tutarak, hükümdarın yetkilerini sınırlayan bir mutlakiyete dönüşüyordu. Bu süreci hazırlayan Tercüme Odası kökenli ve diplomaside tecrübesi olan devlet adamları pragmatik reformcu olarak tanımlanmakta, daha sonraki dönemde yeni siyasal ideolojilere programlı muhalefete zemin hazırlayıcı olarak değerlendirilmektedir(14).

19.yüzyılın son çeyreği Balkanlar’da ulusal bağımsızlık hareketlerinin başlayıp hızla yayıldığı bir dönemdir. Dış destek ve müdahaleyle artan, devletin sonunu getirebilecek bu tehlikenin Osmanlıcılık, vatan ve meşruti yönetim kavramları ile bertaraf edilebileceği ümit ediliyordu. 2.Abdülhamid(1876–1909)kendisinden önceki 2 sultanın tahttan indirilmesi gibi ciddi siyasi bunalımların sonunda hükümdar olmuş ve ilk Osmanlı anayasasıyla Meşrutiyet’i ilan etmiştir. Bu gelişme Balkanlar’da uygulanacak bir reform planını bir süreliğine durdursa da Rusya ile (1877–1878) savaşı engelleyememiş yenilginin faturası çok ağır olmuştur. Rusya’nın Ayestefanos Antlaşması ile (1878) ile elde ettiği güçten rahatsız olan Avrupa devletleri aynı yıl imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı’nın kayıplarını azaltan bir düzenlemeye gider. Savaşın yol açtığı siyasi iklimde daha bir sene evvel açılan Meclis-i Mebusan sultan tarafından süresiz tatil edilmiş anayasa rafa kaldırılmış ve 30 senelik bir istibdat dönemine girilmiştir(15). 1889 yılına gelindiğinde 2.Abdülhamid yönetimine muhalif harbiye ve tıbbiye mektebi öğrencileri tarafından İttihat ve Terakki adını alacak cemiyet kuruldu. Kısa sayılacak bir sürede gizli hücreler şeklinde yayılarak orduda ve bürokraside görev yapan eğitimli genç kadrolar tarafından desteklendiler. Amaçları istibdat rejiminin devrilmesi ve Meşrutiyet’in ilanı olup bu gelişmelerin özellikle Balkanlar’da hızla patlamaya hazırlanan bağımsızlık hareketlerine de bir set çekmesi bekleniyordu.2.Abdülhamit 24 Temmuz’da anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu ilan etmiştir.2.Meşrutiyet’in ilanını Avusturya Macaristan’ın Bosna Hersek’i ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi,31 Mart ayaklanmasının bastırılması izlemiştir. Balkan Savaşları’nın ilki Trablus ve Bingazi’nin kaybedilmesine ve On İki Adaların işgaline sebep olmuştur fakat ikincisi neredeyse tüm Rumeli’yi elden çıkaran büyük bir hezimettir. Edirne ise güçlükle geri alınmıştır fakat 1 sene sonra Osmanlı kendini İtilaf Devletleri’nin yanında bir dünya savaşı içerisinde bulacaktır(16).

İttihatçılar iktidarı ele geçirdiklerinde devlet üçlü yönetim olarak da adlandırılan Enver, Cemal ve Talat paşalar tarafından yönetilmektedir. Balkan Savaşları ile büyük bir darbe almış Osmanlılık ideolojisinin kaderini şimdi ilan edilen cihat karşısında bile destek bulamayan Panislamizm de paylaşacak, giderek homojenleşen nüfusun güçlenmekte olan Türkçülük şemsiyesinin altında toplanması yolunda gidilecektir.

1.Dünya Savaşı umulduğundan çok daha uzun sürmüş; Galiçya, Çanakkale, Irak, Süveyş, Filistin, Suriye, Kafkas ve Doğu Anadolu’da açılan cephelerde Osmanlı başarısızlıkla sonuçlanarak bir varlık yokluk savaşı vermiş ve yenilmiştir. Ne Mustafa Kemal’in tarihe armağan ettiği Çanakkale müdafaası ne Rusya’daki devrim ne tehcir ne de savaş sırasında 1916–1917’de Avrupa Devletleri arasında yapılan ve Osmanlı;’nın parçalanmasını öngören gizli anlaşmaların meydana çıkması sonucu değiştirmedi. Osmanlı Mondros Mütakeresi ile teslim oldu. Boğazlar ve limanlar açıldı; ordunun dağıtılması İtilaf Devletleri’nin kendileri için haiz gördüğü noktaların işgal edilme koşulu kabullenildi.

Osmanlı Devleti’nin son yılları her şeye rağmen Batılılaşmanın ve modernleşmenin izlerini de taşır. İstanbul’un su ve kanalizasyon, telefon tramvay gaz ve elektrik hatları geliştirilmiş, belediye örgütleri ve hizmetleri yeniden tanzim edilmiş, ordu yabancı danışmanlarca yeniden düzenlenerek Alman silah ve teçhizatlarıyla yenilenmiştir. Laik hukuk sisteminde ilerlemeler kaydedilmiş, ser’i mahkeme ve vakıfların etki alanı sınırlandırılıp devletin idari yetkilerinin içine çekilmiş ,özellikle kadının toplumdaki yeri ve eğitiminde ilerlemeler yapılmış bu sayede kadınların sosyal hayatta görünürlükleri artmıştır. Kapitülasyonlar savaşın ilanında tek taraflı kaldırılmış maliyenin devletin kontrolüne geçmesine çalışılmıştır. Bununla beraber Balkan Savaşları’yla başlamış olan ve 1.Dünya Savaşı sonucu doruğa ulaşan mühacir nüfusundaki artış ve ulaşımdaki kopukluklar özellikle büyük şehirlerde iskan sorununa yol açmış baş edilemeyen bir enflasyonla yaşama mecburiyeti getirmiştir.1789’da 3.Selim’in tahta geçmesi ve 1918 sonunda İstanbul’un işgali ile son bulan bu dönem bir yandan azımsanmayacak bir yenilenme düzenlenme Batılılaşma çabasının resmi diğer yandan ise adım adım gelen bir parçalanma ve siyasi yok oluşun hikayesi olması sebebiyle büyük bir tezat olarak görülebilir. Ancak asker alanda başlatılan değişimin, eğitim, merkezi idare, hukuk ve sosyal hayatta genişleyerek kapsadıkları alanı artıran dalgalar şeklinde Cumhuriyet döneminde de devam etmesi, zamana ve şartlara uyarak değişen ideolojilerle desteklenmesi kısa vadeli acil pragmatik çözümlere ulaşmayı hedefleyen bir düşünce yapısının varlığından çok daha fazlasına işaret eder.

18.yüzyılın sonundan başlayarak zaman zaman akamete uğratılsa da oldukça istikrarlı sayılacak bir şekilde ve her alanda yapılan yenilikler devletin yapısından bireyin hayatına uzanan bir kimlik değişiminin bir seçimin göstergesidir. Osmanlı,20.yüzyılın başlarına tüm tebaasının eşit haklara sahip olduğu, meşruti yönetim deneyimi kazanmış, laik değerlerle tanışarak benimseme yolunda ilerlemiş, kadının toplumsal yerinin belirginleştiği, günlük hayat gereçlerinin tüketim ve ulaşımın Batılılaştığı basın yayın ve edebiyatta yeniliklerin hızla kabul gördüğü, mimaride kendi kimliğini yaratmaya çalışan Avrupa’ya kültür ve sosyal yaşam dahil olmak üzere hiç olmadığı kadar yakınlaşmış bir toplum olarak ulaşmıştır. Kayıplar azımsanamayacak kadar çoktur fakat kazanılan tecrübeler ve kurulmuş altyapı, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyet’ini yaratacak kadar öğretici olmuştur.

TANZİMAT DÖNEMİ’NİN YENİ MİMARİ YÜZÜ

Osmanlı Devleti 19.yüzyılda 2.Mahmud’un modernleşme çabaları ile ortaya çıkan ve Tanzimat Dönemi ile ağırlık kazanan bir dizi sosyal ve kurumsal reform gerçekleştirmeye çalışmış, bu süreçte devlet yapısı önemli bir değişim geçirmiştir. Mustafa Reşid Paşa’nın hazırladığı Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla başlayan, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in saltanat yıllarını kapsayan (1839–1876) Tanzimat Dönemi, Osmanlı tarihinde bir kırılma noktası olmuştur. Osmanlı Devleti’nin modernelşme politikasının resmiyet kazandığı bu dönemde Batı ile diplomatik ilişkilerin artması ve bürokratların mevcut sistemi iyileştirme çabaları ile siyasette başlayan değişim, zamanla günlük hayatın her alanına yayılmış fiziksel çevrede de gözle görülür etkiler yapmıştır.

İstanbul’un Tanzimat ile geçirdiği kentsel değişiminde yeni benimsenen ekonomik ilişkiler ve yaşantı biçimi rol oynamıştır. Bu süreçte yeni bir kentsel altyapı ve kanunlara ihtiyaç duyulmuş çözüm olarak geliştirilen yasal çerçeve ve idari örgütlenmeler sonucu kent ölçeğinde planlamaya gidilmiştir. Başkentte 18.yüzyıldan itibaren geleneksel çekirdeği oluşturan Tarihi Yarımada’nın dışına doğru bir büyüme söz konusudur. Saray ve çevresi, saray, kasır, köşk ve yalılarla Haliç ve Boğaz boyunca yayılmış, devletin askeri yapısı da kuzeyde ve Anadolu yakasında inşa edilen kışlalarla yeni yerleşim alanları meydana getirmiştir. Bunlara ek olarak gayrimüslim toplumda birikmeye başlayan sermayenin kendine güvenli bir ortam yaratma çabaları sonucunda yerleşim alanı Galata’dan başlayarak Beyoğlu sırtlarına doğru genişlemiş sefaretlerin varlığı ve Kırım Savaşı’nın neden olduğu Batı ile etkileşim bu değişimde ağırlıklı rol oynamıştır.19.yüzyılda Beyoğlu Karaköy hattında finans ticaret konaklama eğlence ve depolama alanlarının belli bölgelerde toplanmasıyla İstanbul 2 merkezli bir metropol haline gelmiştir(17).18558’de Beyoğlu’nda bağımsız yapıya sahip Altıncı Daire-i Belediye’nin göreve başlaması bu bölgenin imarını sağlamıştır(18).Tanzimat Dönemi’nde bürokrasinin temel kurumları ve bunların işleyiş biçiminde gözlenen yeniden düzenleme Tarihi Yarımada’nın geçirdiği değişimin izlenebilmesinde referans noktası olarak alınabilir. Tanzimat temelde Sadık Rıfat Paşa, Mustafa Reşid Paşa, Ali Paşa, Fuad Paşa, Cevdet Paşa, Ahmet Vefik Paşa gibi entelektüel devlet adamlarının kararlı yaklaşımları ile şekillenen bir zihniyet değişimine işaret eder. Bu değişimin izlerine kentsel ölçekte şehircilik çalışmalarından tek tek yapılar bazında oluşturulan yeni inşaat programlarına kısaca değinilecektir.

19.yüzyılın 2.yarısında ahşap evlerden meydana gelen yoğun kentsel dokuya sahip Tarihi Yarımada’da gerçekleşen büyük yangınlar fiziksel değişimin çıkış noktasıdır; bu yangınlarla harap olan alanlarda parseller geometrik kurallara göre yeniden düzenlenmiştir. Bölge İstanbul genelinde olduğu gibi yangın tehlikesini azaltacak yeni inşaat teknikleri, yeni ulaşım teknolojisine uygun olarak genişletilmesi, kent mekanının yeniden inşa edilmesi çalışmalarıyla şekillenmiştir(19).Şehir planlaması ve mimari alandaki ilk öneri devletin önde gelen devlet adamı Mustafa Reşid Paşa’dan gelmiştir. Mustafa Reşid Bey 1836’da Londra’daki diplomatik görevi sırasında 2.Mahmud’a gönderdiği resmi yazılarda yanan bölgelerde İngiltere’den getirilecek mühendis askerler ve mimarlar yardımıyla sokak parsel planlamasının ve kagir binaların yapımının teşvik edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede sokakların genişletilmesi “resimsiz veyahut plansız ahşap evlerin” yapılmaması ile ilgili hususlar ilk kez 1839 İlmühaberi’nde yer almıştır. 2.Mahmud türbe kompleksi(20) gibi devlet tarafından inşa ettirilen resmi binalar Tarihi Yarımada’nın imar edilmesinde ağırlıklı rol oynamıştır. 1.ve 2.Darülfünun, Hazine-i Evrak, Telgrafhane-i Amire gibi resmi kurumlara hizmet eden binalar, işlev ,konum , ebat ve üslup gibi değişik kriterler açısından Tanzimat zihniyetini yansıtan mimarlık ürünleridir.

Tarihi Yarımada’da Gaspare Fossati tarafından tasarlanan Bab-ı Seraskeri Hastanesi ise Tanzimat döneminde diplomalı yabancı bir mimara yaptırdıkları ilk yapıdır. Gaspare Fossati bu yapıdan sonra Tanzimat yöneticilerine hizmet etmeye devam etmiş ve Tarihi Yarımada’da iki sıra dışı yapıya daha imza atmıştır. 1846’da inşa edilmesine karar verilen bu yapılardan ilki Darülfünun binasıdır. Tanzimat bürokratlarının eğitime verdikleri değer doğrultusunda bir üniversite kurma konusundaki girişime paralel olarak üniversiteyi barındıracak binanın Gaspare Fossati tarafından Ayasofya ile Sultanahmet Camisi arasındaki alana inşa edilmesi kararlaştırılmıştır. Birçok yapının istimlak edilmesi suretiyle 20 yıla yakın sürede inşa edilen ve 1865 yılında tamamlanan yapı üniversite olarak kullanılamamış 2 yıl kadar serbest konferanslara sonrada çeşitli nezaretlere ve meclislere ev sahipliği yapmıştır. Meşrutiyet dönemlerinde parlementonun toplandığı sonrasında adliye dairelerini ve mahkemelerini barındıran yapı 1933 yılında bir yangınla ortadan kalkmıştır(21).Neoklasik üslupta tasarlanan 4 katlı yapı simetrik biçimlenmişti, plan düzenlemesi ortası avlulu 2 kanat ve bunları birleştiren prizmatik kütleden oluşmaktaydı. Binanın kara tarafına bakan cephesi arkadlı zemin katı ile Ayasofya Meydanı’na açılmaktaydı. Marmara Denizi’ne bakan cephe ise Ayasofya’nın hemen yanında ezici boyutlardaki kütlesi ve merkezde kolosal sütunların taşıdığı üçgen alınlıklı tasarımı ile dikkat çekmekteydi. Yapımından sonra devlet kurumlarına tahsis edilen Darülfünun kent dokusuna tezat oluşturan ölçeği ve üslubu ile ayrıksı bir yapı olmuştur.

Tanzimat döneminde görev alan mimarlar incelendiğinde çoğunluğu yabancı veya levanten mimarların oluşturduğu gözlenmektedir. Gaspare Fossati bu dönemde Tarihi Yarımada’da gerçekleştirdiği yeni işlevli ve modern yapım tekniklerine dayanan binalarıyla öne çıkan bir isimdir.

Devlet tarafından yaptırılan binalarda ve paşa konaklarında 19.yüzyıl başında görülmeye başlanan Ampir ve Neoklasik üslup kullanılmış, Bab-ı Seraskeri kompleksinde Neoklasik üslubun yanı sıra oryantalist ögeler de tasarıma katılmıştır. Simetri, konaklar ve devlet yapılarında bir güç ifadesi olarak tercih edilmektedir. Babıali ve 1.Darülfünun deniz cephelerinin tasarımında üçgen alınlık ve kolosal sütun kullanımıyla Tarihi Yarımada’yı ilk defa denizden yaklaşarak gören yabancıların gözünde yaratılmak istenen Batılı imaja katkıda bulunmaktadır. Kara cepheleri ise daha sade bir yaklaşımla oluşturulmuştur. Cepheler arasındaki bu farklılaşma dönem yapılarının Batılı bir kimlik yansıtılması yolunda araç olarak kullanıldığını düşündürmektedir. Tarihi Yarımada’da bu dönemde bürokratlar tarafından inşa edilmiş yapıların konum boyut malzeme işlev ve üsluplarıyla Tanzimat ideolojisini destekleyen niteliklere sahip olduğu gözlemlenmektedir.

SON DÖNEM OSMANLI’SINDA MESLEK ÖĞRENİM BİNALARI: SANAYİ MEKTEPLERİ

-Tanzimat Sonrası Osmanlı Kentindeki Değişimler ve Kamu Binaları

Osmanlı’nın Batılılaşma hareketinin mimaride yansımalarından biri 19.yüzyılın 3.çeyreğinde hızlanan okul inşaatıdır. Tanzimat sonrası yeniden düzenlenen bürokrasi ve eğitim sisteminin sonucunda 1860lı yıllarından itibaren çeşitli düzeyde eğitim kurumlarına ait yapıların Osmanlı coğrafyasında yaygın bir biçimde inşa edildiği görülmektedir. Eğitim binaları açısından rüştiyeler ve askeri okullar ile başlayan yapım etkinliği daha sonra idadiler iptidailer ve sanayi mektepleri ile devam etmiştir. Klasik dönemde inşa edilen vakıf binaları kentte nasıl bir ortak mimari dil meydana getirmişse Osmanlı’nın son yüzyılında ortaya çıkan kamu binaları da belirgin bir üslupsal ve tipolojik yaklaşım ile inşa edilerek vilayetlerde ortak bir mimari dilin devamı hedeflenmiştir.1860’lı yıllardan 1900’lerin başlarına kadar inşa edilen özgün kamu binalarında yeni klasikçiliğin üslupsal birlikteliğini görmekteyiz ve Osmanlı’nın bilinçli olarak desteklediği bu üslup 1880’lerden itibaren mimarlık eğitiminin de bir parçası haline gelmiştir.

Osmanlı mimarisinin son döneminde ortaya çıkan yeni klasikçilik sadece kentlerde uygulanan Batılılaşma eğiliminin dekoratif bir göstergesi değildi; aynı zamanda bu üslubun akılcı unsurlarını toplumun yeni gelişen gereksinimlerine uyarlama amacını taşıyordu. Sait Paşa’nın “geleneksel mimariyi uygulamak isterdik, ama..(22) ” diye başlayan yakınması, geleneksel yapım yöntemlerinin günün koşullarını karşılayacak nitelikte olmadığına bu nedenle mimarı üslubun dışarıdan aktarılması zorunluluğuna işaret etmekteydi.

-Sanayi Mekteplerinin Kuruluşu ve Gelişimi

Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan yeni koşullar arasında 2 önemli akım göze çarpar. Bunlardan birincisi adım adım Osmanlı topraklarında ortaya çıkan milliyetçilik akımı ikincisi ise sanayi devrimidir. Milliyetçilik akımıyla cereyan eden isyanlar sonucu Osmanlı merkezi idaresi öncelikle Balkanlar’a müfettişler göndererek durum saptaması yapar. Devlet vilayetlerde kurulan binalarla özellikle sınırlarda yaşayan halkın Osmanlı yanlısı tutum izlemesine yönelik fiziki koşulları yaratmaya çalışır. Ekonomiyi temelden sarsan Avrupa sanayileşmesi karşısında Osmanlı, bir yandan sınırlı sayıdaki yerli üretim tesisini desteklerken diğer yandan da çağın üretim koşulları için nitelikli kalfa yetiştirmeyi hedefler. Sanayi mektepleri yerli endüstrinin eleman gereksinimini karşılamak amacıyla kurulan meslek okullarıdır. Bu mektepler Abdülhamid döneminde yaygınlaştırıldığı ve hemen her büyük vilayette kurulduğu için Hamidiye Sanayi Mektebi olarak da adlandırılmaktadır. Başkentte ilk meslek okulunun açılış tarihi 1848 yılına kadar uzanır ancak bu erken girişim yarıda kalır. Abdülmecid dönemi modern ziraat projelerinden “Numune Çiftliği”ne öncülük eden Barutçubaşı Ohannes Dadyan’ın sanayi mektebine de dönük bazı önerileri olduğu sanılmaktadır(23). Açılması öngörülen sanayi okulunun programı gözden geçirilerek padişah himayesinde “Mekteb-i Sanayi-i Şahane-i Ulum” adı ile Sultanahmet’te yeni bir okul tesis edilir.3. Selim döneminde yeniçeri kılıçlarının imal edildiği Kılıçhane binası, çevresi istimlak edilerek okula tahsis edilir ve kurum 1867’de törenle açılır. Okulda temel bilimler inşaat ve mimarlık teknikleri de öğretilecek ayrıca maden ve ahşap atölyeleri de kurulacaktır. 1894’e kadar mektep olarak kullanılan bina büyük İstanbul depremi sonrası hasar görmüş ve öğrenciler Sultanahmet’te geçici bir yapıya nakledilmiş, okul 1899’da Sultanahmet Vakfı’na ait imarette ve çevresinde bulunan vakıf binalarında tekrar açılmıştır. 1867 tarihli bir rapor mektebin kuruluş amacını şu şekilde beyan etmektedir: “ Haliç kıyıları civarında bulunan kiremit ve tuğla fabrikalarının ve boyacılık ve debbağlık sanatları için dahi Beykoz debbağhanesiyle Veliefendi’deki bez fabrikasının numune sanathanesi ittihazı ve her sanat için beher sene mektebe 88 nefer şakirt alınacağı(24) ” ifadesiyle dönemin sanayi tesisleriyle mektep arasındaki organik işbirliği belirtilmiştir.

-Sanayi Mektepleri’nin Mimari Özellikleri

Osmanlı’da meslek okulları imparatorluk coğrafyasının hemen her yerine yayılmış durumdadır. Anadolu dışında Manastır, Üsküp, Selanik gibi Balkan şehirlerinde ve Bağdat, Musul , Beyrut gibi Orta Doğu’nun önemli merkezlerinde Tanzimat sonrası eğitim sisteminin bina tipleri inşa edilmiştir. Islahhaneler ve devamında Hamidiye Sanayi Mektepleri de Tanzimat sonrası eğitim yöntemlerini yansıtır. Vilayetlerde ıslahhane olarak kullanılan binalar gereksinimlere cevap veremeyince yıktırılır ve Hamidiye Sanayi Mektepleri olarak yeniden inşa ettirilir. Binalar 2–3 bloktan ve ön bahçe ile avludan oluşan geniş alana yayılmış binalar topluluğu olarak düzenlenir. Ana blokta giriş yönetim bölümleri ve derslikler, diğer bloklarda atölyeler ile uygulamalı derslerin işlendiği alanlar vardır. Bir üçüncü bölüm ise yatılı öğrencilere yönelik servis hacimlerini içerir.

Planlar: 1880’lerden sonra inşa edilen Hamidiye Sanayi Mektepleri yığma kagir olup 2–3 katlı bloklardan ve tek katlı yan bloklardan oluşmaktadır. Mimari plan olarak 2 örnek mevcuttur: Yüzyıl başlarına tarihlenen Üsküp Sanayi Mektebi ve 1902 tarihli Musul Sanayi Mektebi. Üsküp’teki mektep planı 3 katlı bir ana blok ile buna eklenen uzun bir avlu ve çevresindeki tek katlı bloktan oluşmaktadır. Bina ana blok giriş aksı ile simetrik kanatlarda bulunan altışar odadan meydana gelir. Dersliklerin müderrishane ve büro gibi hacimlerin yanı sıra yatılı öğrenciler için hamam debboy mutfak ve ambar gibi yan hacimler meydana getirilmiştir. Ana blok ile avlu çevresindeki servis birimi doğrudan bir geçiş ile bağlanmış ancak bu koridorun ucuna helalar ayrı bir bölüm olarak yerleştirilmiştir. Servis biriminde mekanlar tek pencereli hamam dışında hem sokağa hem de avluya açılan pencerelerle aydınlanmaktadır. Musul Sanayi Mektebi’nde de yine aynı biçimde bina grubuna bağlı ana derslikler ve atölyeler bulunduğu gibi yatılı öğrenciler için hizmet mekanları da yer almaktadır.

Üslupsal Özellikler:Yukarıda sözü edilen mimari planlarda da görüldüğü üzere Hamidiye Sanayi Mektepleri belirgin bir akılcı düzen esasına uygun hazırlanmıştır. 1880’lerden sonra tip plana uygun inşa edilen idadilerde olduğu gibi bahsedilen sanayi mekteplerinin cephelerinde de sadeleştirilmiş yeni klasik üslubun etkili olduğu görülmektedir. Pencere oranlarında simetrik kompozisyonda söveler kat kornişleri saçaklı girişler ve köşe vurgularında bu üslubun yansımaları izlenir. Diyarbakır, Bursa ve Edirne’de olduğu gibi girişin üzerindeki gösterişli Osmanlı armaları da mekteplerin belirgin özellikleri arasındadır.

Sonuç olarak Batılılaşma dönemi Osmanlı kentlerindeki kamu yapılarından olan sanayi mektebi binaları modern görünümleri işlevsel ve geniş programlı yapı grubu olarak düzenlenmeleri nedeniyle vilayetlerin övünç kaynağı haline gelmiştir. Günümüzde halen farklı amaçlarla da olsa kullanılan bu binalar geç Osmanlı kentinin resmi yapıları içinde yerini almış içerdiği program nedeniyle hem vilayetlerde küçük sanayiyi desteklemiş hem de toplumsal bir proje olarak Cumuriyet dönemşne aktarılarak geliştirilmiştir.

19.YÜZYIL İSTANBUL SEYAHATNAMELERİNDE SANAYİ YAPILARINDAN İZLER

Osmanlı Devleti’nde 18.yüzyıla kadar sanayi alanında yapılan çalışmalar zanaatkarlar ve loncalar çevresinde geleneksel yöntemlerle şekillenmiştir. Savaş sırasındaki aksaklıklardan dolayı ithalat da aksamış ve yeniden ülke içinde bolluğu yaratabilme arzusu ile devlet , ihtiyacı yerli üretimle karşılamaya yönelik sınırlı da olsa bir sanayi girişimi başlatmıştır.1703 yılında kurulan yünlü dokuma imalathanesi,1709 yılında kurulan yelken bezi imalathanesi yine 1709 yılında tersane bünyesinde kurulan dökümhane 1720 yılında kurulan ipekli dokuma imalathanesi bu kapsamda gerçekleştirilmiş yatırımlardır. Bundan sonraki sanayi tesisleri yine ağırlıklı olarak askeri amaçlı kurulmuştur.3.Selim zamanında Azatlı Baruthanesi, Dolmabahçe Tüfek Fabrikası, Beykoz Kağıt Fabrikası, Üsküdar İpek Fabrikası, ve İncirköy Cam ve Porselen İmalathanesi gibi tesisler de işletmeye açılmıştır. Osmanlı Devleti’nin sanayileşme çabaları bu şekilde 18.yüzyıla uzanmakla birlikte asıl gelişim 19.yüzyılda yaşanmıştır.1826–1838 yılları arasında devlet mülkiyetinde ve ordunun, donanmanın ve sarayın taleplerine hizmet edecek bir dizi fabrika işletmeye açılmıştır. Haliç kıyısında 1827 yılında inşa edilen iplik fabrikası ve ordunun kundura ihtiyacına cevap vermek üzere kurulan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası bunlara örnek teşkil etmektedir.

1838 yılında Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında imzalanan Balta Limanı Ticaret Antlaşması yerli sanayiyi güç durumda bırakan olumsuz bir gelişme olmuştur. Bu anlaşma dış ticaretteki her türlü sınırlamayı kaldırarak yabancı malların ülkeye kolayca girişini yerli mahsullerin ise hammadde olarak büyük miktarlarda yurtdışına götürülmesini kolaylaştırmıştır(25).Tanzimat yönetimi 1840ların başında modern Osmanlı sanayisini kurmaya yönelik iddialı projeler gündeme getirmiştir. Veliefendi Basma-Kumaş fabrikası, Feshane-i Amire, Zeytinburnu Demir Fabrikası, Hereke Fabrikası gibi büyük tesisler bu kapsamda inşa edilmiş yapılardır. Tanzimat yönetiminin 2.girişimi ise bu kez küçük işletmeleri ve esnafı kalkındırmaya yönelik çalışmalar olmuştur. Bu amaçla 1863–1865 yılları arasında Islah-ı Sanayi Komisyonu kurulmuştur. Komisyonun çalışmalarıyla 1868 yılında İstanbul’da bir sanayi mektebi kurulmuştur. Sanayi mekteplerinin zaman içinde diğer vilayetlere de yayılmasına çabalanmış yurtdışına öğrenciler gönderilmeye başlanmıştır. Bundan sonra devlet fabrika kurmak yerine özel sektörün fabrika kurmasını kolaylaştıracak önlemler almayı tercih etmiştir bu nedenle özel teşebbüse ait fabrikaların sayısında 1880’lerden sonra ciddi bir artış görülmektedir. Bomonti Bira Fabrikası ,Küçük Çekmece Kibrit Fabrikası ve Kasımpaşa Un Fabrikası gibi yapılar İstanbul’daki özel işletmelerin bazılarıdır.1.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte sanayi girişimleri neredeyse durma noktasına gelmiştir. Osmanlı sanayileşmesi makineleri işgücü ve mühendisleriyle tümüyle Batı’ya bağlı bir gelişim göstermiştir. Teknolojinin, teknik uzmanların bazı durumlarda ise hammaddenin bile yurtdışından getiriliyor olması çeşitli sıkıntılara yol açmış ve fabrikaların üretimi durdurmasına veya kapatılmasına kadar varan sonuçlar doğurmuştur. Kurulan sanayi tesisleri İstanbul’a gelen birçok gezginin dikkatini çekmiş ve seyahatnamelerde bu yapılara az ya da çok yer verilmiştir.

Bu seyahatnamelerde öne çıkan yapılar Tophane-i Amire ve Tersane-i Amire gibi 15.yüzyıla dayanan tesislerin yanı sıra,3.Selim dönemi girişimleri olan Beykoz Kağıt Fabrikası ve İncirköy Cam ve Porselen İmalathanesi ile Tanzimat dönemi tesisleri olan Feshane-i Amire ve Zeytinburnu Demir Fabrikası gibi yapılardır. Tersane ve Tophane’deki faaliyetler askeri önemlerinden dolayı yabancı gözlemciler tarafından daima izlenir olmuştur. Tersane’deki kuru havuzlar en çok üzerinde durulan konudur. Kuru havuzların işleyişivle boyutları da ayrıntılı şekilde ele alınmıştır. 2 büyük kuru havuz nitelikli kireçtaşından inşa edilmiştir. En büyüğü yaklaşık 103 metre uzunluğunda 24 metre genişliğinde ve 9 metre derinliğindedir; 1400 ton su aldığı tahmin edilmektedir. Kalafatlanmış bir kapı ile havuz kapatılır ve deniz suyu pompalar yardımıyla boşaltıldıktan sonra geminin tamirine geçilir. Kuru havuzlardan ne kadar övgüyle bahsedilse de tersane genelinde kargaşa ve düzensizliğin hakim olduğu anlatılmaktadır(26).

19.yüzyılın ilk yarısında İstanbul’a gelen gezginlerin dikkatini çeken yapılardan bir diğeri de Beykoz Kağıt Fabrikası’dır ve seyahatnamelerde 3.Selim zamanında sultanın eski bir yazlık kasrının kağıt imalathanesine dönüştürdüğü yazmaktadır. Genellikle 20kişinin çalıştığı işletmede günde 8 top kağıt üretilmektedir. Bu büyük binanın bir kısmında aynı zamanda kumaş üretimi yapılmaktadır.3.Selim ayrıca fabrikadaki işleri denetlemeye geldiğinde kullanmak üzere yakınlarda zarif bir köşk inşa ettirmiştir. MacFarlane seyahatnamesinde Beykoz’da Ermeni ve Türkler tarafından yönetilen küçük bir kumaş fabrikasından bahsedilmektedir; işçilerin bir kısmının koleradan ölmesi sonucu işlerin askıya alındığı da anlatılmaktadır. İncirköy’deki Cam ve Porselen İmalathanesi başlangıç devresi 3.Selim dönemine dayanan bir başka yapıdır. MacFarlane seyahatnamesinde işletmenin verimli çalıştırılmadığından bahsetmektedir. Makinelerin donanımın ve çalışanların hepsi Avrupa’lıdır. Fabrikada lüks cam objelerin yapımı tercih edilmiştir fakat bunlar Fransız ve Alman mallarından pahalı olduğundan rekabette sıkıntılar yaşanmıştır.

Seyahatnamelerde işleyişindeki düzenden övgüyle bahsedilen tek işletme 2.Mahmud döneminde kurulan Feshane-i Amire’dir. Eyüp’te Haliç kıyısında sultanın harap durumundaki köşklerinden birinin arazisine inşa edilen yapının modern ve hayran olunacak şekilde amacına adapte edilmiş olması seyyahları şaşırtmıştır. İşletme Ömer Lütfi Efendi tarafından kurulmuştur. Tüm taraklama boyama örme kalıplama işlemleri burada yapılmasına karşın, başkentin yakınlarında yeterince güçlü su olmadığından yıkama işlemi için feslerin İzmit’e gönderilmesi gerekmiştir. İşletmede çoğu Ermeni Rum Türk ve Yahudi kadınlarından oluşan 3000 işçi çalışmaktadır.

Tanzimat döneminin bir başka büyük yatırımı Grande Fabrique diye adlandırılan Zeytinburnu Demir Fabrika’sıdır.1845 yılında Ohannes ve Boghos Dadyan tarafından kurulmuştur. Fabrika dış ölçüleri bakımından oldukça geniş bir yerdir. Geniş bir meydanın üç tarafı taş duvarlarla çevrilmiş ön tarafı ise Marmara’ya doğru açık bırakılmıştır. İşçileri barındıran baraka 2 katlı olup üst katı boyunca 198 metre uzunluğunda dar bir koridor uzanmaktadır. Meydanın güney bölümü neredeyse tamamını kaplayan bu yapının duvarları taş olmasına rağmen merdiven döşeme bölme duvarları dahil içerideki her şey ahşaptandır ve yangına karşı hiçbir önlem alınmamıştır. Alanın batı duvarı tarafında büyük kare planlı bir kule inşa edilmektedir. Yapım esnasında bir kez yıkılmış ve 2.kez yeniden yapımına başlanmış olan kule bu sefer de parasızlıktan ötürü tamamlanamamıştır. Zeytinburnu Demir Fabrikası iddialı bir yatırımdır. Sadece çakı jilet ray boru ve kilit gibi malzemelerin değil aynı zamanda makine ve el aletlerinin de üretilmesi planlanmıştır. MacFarlane yazısının bundan sonraki bölümünde fabrikanın nasıl işletilemediğini makinelerin çürümeye bırakıldığını ve pek çok malzemenin nasıl yağmalandığını anlatır(27).

19.yüzyılın ilk yarısında büyük devlet girişimleri olarak daha sonra ise ağırlıklı olarak özel sektör tarafından kurulan ve işletilen fabrikalar, Avrupa’daki gibi köklü bir dönüşüm yaratacak devrimsel bir nitelik taşımamaktadır.

SON DÖNEM OSMANLI İSTANBULU’NDA TİCARET YAPILARI

Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma sürecinin 1683’teki 2.Viyana bozgunundan sonra Sultan 3.Ahmed zamanında (1703–1730) başladığı tarihçiler arasında genel olarak kabul görür.18.yüzyılda Batılılaşma yukarıdan aşağı padişahın yeniliklere taraf olup olmamasına bağlı olduğu için bireysel ve modern ile gelenekseli bir arada barındıran ikili niteliktedir. Batı’nın bütün yönleriyle örnek alınması fikri ise Sultan 2.Mahmud 1808–1839 döneminde gelişmiş ve başta devlet yapısı olmak üzere birçok alanda reformlar yapılmıştır. En önemli olayı İngilizlerle 1838’de yapılan ticaret antlaşmasıdır.1838 Serbest Ticaret Antlaşması’nı diğer adıyla Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nı yapmıştır. Batılılaşma 1842’ye kadar hemen hemen diğer tüm Avrupa ülkeleriyle yapılan ticaret antlaşmalarından sonra gerçekleşir. Bu antlaşmalar Osmanlı ekonomisinin liberalleşmesi ve kapitalist dünya ekonomisine açılması sürecinde önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Klasik Osmanlı toplumsal yapısı pre-kapitalist özellikler gösterirdi. Osmanlı ekonomisinin kapitalist dünya ekonomisine katılmasının ilk aşamasında ticaret hacminde o güne dek görülmemiş bir genişleme ortaya çıkmıştır.19.yüzyıl başında tarım ve tarım dışı alanlarda kapitalist olmayan üretim ilişkilerinin hakim olduğu durağan bir ekonomi görünümünde olan Osmanlı ekonomisi kapitalist dünya ekonomisi ile birleşerek hammadde ihraç edip mamul mallar ithal eden bir ekonomi durumuna gelmiştir. Avrupa’dan Osmanlı ülkelerine sermaye ihracı boyutu eklenmiştir. Bu gelişme 2 şekilde olmuştur : 1854’ten itibaren Osmanlı Devleti’ne büyük miktarlarda borç verilerek ve başta demiryolları ile limanlar olmak üzere ticari genişlemeye yönelik altyapı tesislerine; ardından bankacılık sanayi belediye hizmetleri ticaret madencilik sigortacılık gibi alanlara yatırımlar yapılarak. Yatırımlarla beraber şirketleşmede başlamış başta anonim şirketler olmak üzere birçok şirket kurulmuştur.

Ticaretin miktar ve kalem olarak katlanarak artması birbiri ardına birçok şirket kurulması avukatlık mimarlık mühendislik sigortacılık bankacılık gibi modern meslek dallarında faaliyet gösterenlerin ortaya çıkması ve önemli bir kısmı Avrupalı olan bu iş sahiplerinin zamanına göre modern büro olarak kullanılabilecek işyerlerine gereksinim duymaları sonucu 19.yüzyılın 2.yarısında Haliç’in hem güney hem kuzey kıyısı hızlı bir yapılaşmaya sahne olmuştur. İstanbul’un ticaret merkezi Haliç’in güneyinde Eminönü-Unkapanı-Beyazıt arasında Kapalıçarşı’yı da içine alan ve hanlar bölgesi tabir edilen alandır. Gayrimüslim girişimcilerin hemen hepsi Galata ve Pera’ya yerleşmişler Avrupalılar ile işbirliği içindeki Osmanlı vatandaşı gayrimüslimler ile birlikte ihtiyaç duydukları büro alanlarını hanlar bölgesinden ziyade ağırlıkla Haliç’in kuzey kıyısında Bankalar Caddesi(eski Voyvoda Caddesi) ve Azapkapı-Tophane arasındaki bölgede inşa ettirmişlerdir.19.yüzyılın 2.yarısı ile 20.yüzyılın hemen başı arasındaki dönemde bu bölgede 117 büro binası yapılmış bunların 32’si ayakta kalmıştır. Ayrıca Haliç’in güneyindeki hanlar bölgesinde de 136 kadar büro binası yapılmış, 70 kadarı ayakta kalmıştır.

19.yüzyıl başlarına kadar Osmanlı şehirlerinde, değerli malların ticaretinin yapıldığı bedestenlerin etrafına çok sayıda han yapılmış bunlara zamanla 2 tarafı dükkanlı yollar yani arastaların eklenmesiyle ticaret merkezleri organik bir biçimde oluşmuştur. Kapalıçarşı’nın yanı sıra 15.yüzyıl ve 19.yüzyıl başı arasında 150’ye yakın han inşa edilmiş kısmen değişerek de olsa 100’e yakını ayakta kalmıştır .Mimari özellikler ve işlev itibariyle klasik Osmanlı ticaret hanları adı verilen bu yapıları başta Osmanlı padişahları vezirler veya devletin diğer önde gelenleri vakıflarına gelir sağlamak amacıyla yaptırmışlardır. Klasik Osmanlı ticaret hanlarında sadece dükkan imalathane depo ve bürolar bulunuyordu. Pek azında yük hayvanları için ahır bulunan ticaret hanlarının zemin katında depo veya dükkanlar üst katlarda imalathane ve ticarethaneler vardır. Söz konusu yapıların avluyu çeviren revaklara açılan mekanlarının her birinin içinde ocak ve dolaplar bulunur. Mekanlar kapılarla içeriden birbiriyle bağlantılıdır .Örtü sistemi genellikle en üst katta kubbe alt katlarda tonoz şeklindedir. Cephelerin tuğla taş almaşık örgülü sıvasız hareketsiz ve bezemesiz olduğu, nispeten az ve küçük pencere açıklıklarına sahip en fazla 3 katlı iç avlulu bu yapılar klasik Osmanlı sivil mimari özelliklerini gösterir.18.yüzyıla gelindiğinde güvenlik nedeniyle dışa kapalı olan zemin katlar dükkanlarla dışa açılmış cepheler hareketlenmiş ve yer sıkışıklığı nedeniyle kat sayısında artış planlarda deformasyon görülmüşse de klasik Osmanlı ticaret hanları özelliklerinden bir şey yitirmemişlerdir. Eminönü bölgesi Çakmakçılar Yokuşu’ndaki 18.yüzyıl yapısı Büyük Yeni Han bahsedilen bu özelliklere sahip bir örnektir.

19.yüzyılın 2.yarısında han mimarisinde köklü bir değişim ortaya çıkmıştır ki bu değişim klasik Osmanlı ticaret hanlarından büro hanlarına geçiş olarak tanımlanabilir. Uluslararası literatürde bu yapıların adı büro hanlarıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda en büyük yatırım dalgası 1888–1896 yıllarında ortaya çıkmış dolayısıyla en çok büro hanı da bu dönemde yapılmıştır. En çok yatırım yapılan alanlar ise demiryolları, bankacılık, sanayi, su ve gaz gibi belediye hizmetleri ticaret ve madenciliktir(28).1905–1913 arasındaki 2.büyük yatırım dalgasında bir önceki dönemin öncelikli yatırım alanlarına sigortacılık da eklenmiştir.19.yüzyılın son çeyreğinde yapılmış olan büro hanları ile klasik Osmanlı ticaret hanları arasında mimari özellikler ve işlev bakımından benzerlikler olsa da farklılıklar ağırlıktadır. İlk bakışta göze çarpan fark cephe dekorasyonunda görülür. Yeni yapılan hanların cepheleri Batı’dakiler gibi sıvanmaya başlamış o sırada Avrupa’da yaygın olan tarihselci ve yeniden canlandırmacı akımların etkisiyle Neoklasik, Neorönesans, Neobarok, Art Nouvau, Oryantalist, Neogotik üsluplarda ve daha çok da adı geçen üsluplardan birinin ağır bastığı ve birçoğunun bir arada görüldüğü eklektik üslup özelliklerini gösterecek şekilde bezenmeye başlanmıştır.Han mimarisinde diğer farklar kat sayısı, planlar, avlu durumu, malzeme ve örtü sisteminde kendini göstermiştir. Avlusu olmayan hanlar inşa edilmiş dönemin teknolojik imkanları sayesinde mimaride çelik ve cam kullanımı artmış böylece avluların ve ışıklıkların üzeri çelik cam çatılarla örtülmüş pencere açıklıkları büyümüş, örtü sisteminde kubbe ve tonozun yerini demir putrel almış, ahşap strüktürlü ve tuğla kaplı çatılar yapının planına göre 4 veya 2 yana eğimli olarak tasarlanmış hatta Mansard çatı uygulamaları örnekler arasında yer almıştır. Revaklar yerini galerilere, koridorlara veya hollere bırakmış zemin kat bu dönemde yapılan hanların çoğunda değişen ekonominin tüketime yönelik arz modeline uygun olarak dükkanlarla sokağa açılmıştır. Ayrıca bazı büro hanlarına asansör ve kalorifer sistemi yerleştirilmiştir. Dönemin gereği uzmanlaşma sonucu klasik Osmanlı ticaret hanlarının diğer işlevleri olan imalat fabrikalara depolama ise depo ve antrepolara kaymıştır. Çoğunluğu oda oda veya kat kat kiraya verilen bu yapıların birçoğu halen benzer şekilde değerlendirilmektedir.

Karaköy’de bulunan Neogotik üsluptaki Nordstern Han tek bir şirketin hizmetinde olan hanların bir örneğidir. 1889 tarihli bina 1928’den beri Nordstern Anonim Şirketi’nin binasıyken birkaç yıl önce mülkiyet değiştirip otele çevrilmiştir. Yine Karaköy’de Bankalar Caddesi üzerinde bulunan eklektik üsluptaki Generali Han’da ise bir katın tümü yapıldığı yıllarda merkezi İtalya’da olan Generali Sigorta Şirketi’nin kullanımındaydı. Yapıda 14 avukat 2 banker 4 mühendis ünlü Mongeri ile birlikte De Nari ve Langas adlı mimarların faaliyet gösterdikleri Societe Anonim de Construction isimli inşaat şirketi bulunuyordu. Ünlü İtalyan Mimar Mongeri’nin yüzyıl dönümünde inşa ettiği süslü ve hareketli cephesiyle dikkat çeken bu görkemli yapıda 19.yüzyıla ait pek çok örnekte görülen kapalı avlıya, avluyu çeviren ve odaların açıldığı galeri sistemine yer verilmeyip koridor sisteminin tercih edilmiş olması han mimarisinde bir değişime işaret etmekteydi. Handa o yıllarda faaliyet gösteren şirketlerin birçoğunun yabancı sermayeli oluşu ve Osmanlı ekonomisinin Batı ekonomisine entegrasyonu süresince ortaya çıkan yabancı şirketlerin iş yeri ihtiyacını ne şekilde giderildiğine tipik ve somut bir örnek olması bakımından da Generali Han özel bir önem arz eder. Generali Han 2011 yılında yabancı bir yatırımcı tarafından satın alınıp çevredeki birçok han binası gibi butik otele çevrilmiştir.

Eminönü Mimar Kemalettin Caddesi’ndeki Kayseri Han ise oda oda kiraya verilmek üzere yaptırılmış hanlara örnek olarak görüleblilir. Süslü ve hareketli cephesi Neoklasik üslup özelliklerini taşıyan avlulu bir handır. Avlunun üzeri cam-çelik çatı ile örtülüdür. İçeriden kapılar vasıtasıyla birbiriyle bağlantılı odalar avlu boşluğunun etrafını çeviren galerilere açılır. Orjinal halini çok iyi korumuş olan Kayseri Han hareket cephesi cam çatılı avlusu hem sokağa hem han içine açılan mağazaları galerilere açılan büro odalarıyla tipik bir 19.yüzyıl büro hanıdır.

19.yüzyılda yapılan ticaret yapılarının bir diğer türü ise pasajlardır .Bu türün İstanbul’un ticaret merkezlerinin yanı sıra söz konusu dönemde Batılı tüketim alışkanlıklarına sahip kitlenin alışveriş ettiği İstiklal Caddesi’nde pek çok örneği bulunur. Pasaj sözcüğü ilk kez 18.yüzyılda Fransızca’da büyük yapı bloklarının iç kısmından geçiş sağlayan özel yollar için kullanılmıştır. Pasaj yapısının çeşitli varyasyonlardan sonra tanımına uygun olarak olgunlaştığı dönem ise 1830’lardır.Bu dönemde pasajların üstü cam çatı ile örtülmeye başlanmıştır. Pasaj binaları ise genellikle 2 katlı olarak yapılıyor, zemin kat dükkanlara üst kat veya katlar ikamete ayrılıyordu. En eski örnekleri Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerindeki Şark Aynalı Pasaj diğer adıyla Pasage Oriental (1840’lı yıllar) ile Karaköy’deki Fransız Geçidi’dir. İstiklal Caddesi üzerindeki günümüze kadar gelebilmiş diğer pasajlar Hazzopulo (1871),Çiçek (Cite de Pera) (1876), Tünel (1885),Rumeli(1894), Fresko (19.yy sonu),Halep (1885),Suriye(1908) e Elhama (1920–22)pasajlarıdır. Adı geçen pasajlar zemin katı dükkanlara üst katları ikamete ayrılmış çok katlı bina blokları arasında yer alır. Ticaret merkezerindeki pasajlar ise Eminönü Mahmutpaşa Yokuşu’ndaki İstanbul Yeni Çarşı (1895) gibi büro hanı olarak yapılmış bina blokları arasında yer alır. Bilindiği gibi Türk İslam şehirlerinin karakteristik özelliklerinden biri özel hayatın mahremiyeti nedeniyle ticaret merkezlerinde bekar evleri dışında ev bulunmamasıdır.

İstanbul’daki pasajlar arasında Avrupa pasajlarının olgunlaşma dönemine ait olanlara en çok benzeyen örnek Beyoğlu Meşrutiyet Caddesi (eski Hamal Başı Sokağı)ile Sahne Sokağı’nı (eski Tiyatro Sokağı)birbirine bağlayan Avrupa Pasajı’dır. İç kısmındaki aynalardan dolayı “Aynalı Pasaj” olarak da anılan yapı Ohing adlı Ermeni asıllı bir Osmanlı vatandaşı tarafından mimar Pulgher’e 1874’te yaptırılmıştır. Gerek dış gerekse iç cepheleri Neoklasik üslup özelliklerini gösterir. Üstünün cam çelik çatı ile örtülü olması geçit kısmını çevreleyen binaların en fazla 2 veya 3 katlı oluşu iç cephelere en az dış cepheler kadar önem verilmiş olması ve dükkanlarının daha çok lüks tüketim mallarını içeren parekende ticarete yönelik faaliyet göstermesi gibi pasaj özelliklerinin hepsi Avrupa Pasajında vardır.

Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde değişen ekonomi ile birlikte değişen ihtiyaçları karşılamak üzere, genel olarak Avrupalı mimarlar veya Avrupa’da eğitim görmüş gayrimüslim Osmanlı mimarları tarafından yapılan ticaret binaları gerek üslup gerekse işlev bakımından dönemin Avrupası’ndaki ticaret binalarının örnek alınmasıyla ortaya çıkmışlardır. Bunun yanı sıra ekonominin değişmesine yol açan ticaret anlaşmalarından sonra şehre yerleşen Avrupalıların talepleri doğrultusunda Haliç’in kuzeyinde şehrin geleneksel ticaret merkezine alternatif yeni bir ticaret merkezi oluşmuştur .Bu süreçte ekonomiyi ilgilendiren mekanların dönüşümü Batılılaşmanın İstanbul’un fiziki dönüşümüne etkisinin en çok izlendiği alanlardan biridir.

Yaptığım çalışmanın notları ve kaynaklar için iletişime geçebilirsiniz.Burada yalnızca ilgimi çeken konu üzerine harmanladığım bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.

--

--