Aşina Olduğumuz Yaşamın Sonu
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca geçen gün yaptığı basın toplantısına ‘’Artık 1 Aralık 2019 tarihinden öncesine dönemeyiz.’’ diyerek başlamıştı. Bakan kesinlikle haklıydı, 1 Aralık tarihinin üzerinden dört ay geçmesine rağmen sanki bir asır geçmiş gibi hissettiren bir salgın ortaya çıktı. Kimsenin aklına gelmeyen( Bill Gates hariç) yaşandı ve Çin’in adını sanını bilmediğimiz bir kentinde başlayan salgın kısa süre içerisinde küresel bir krize dönüşerek günlük hayatımızı felç etti. Yakın dönemde eşi benzeri görülmemiş bir krizle karşı karşıya kaldık; bazı ülkeler 2.Dünya Savaşı günlerinden bu yana uygulamadıkları olağanüstü hal kararları alırken, ABD ülke tarihinin açık ara en büyük kurtarma paketini açıklamak zorunda kaldı. İspanya’da ise ‘’Bizim kuşağımızın en büyük mücadelesiyle karşı karşıyayız” mesajı sürekli tekrarlanıyor. Oysaki küresel salgınları yendiğimize kendimizi çoktan inandırmıştık. Olası bir salgın ihtimaline karşı devletler hiç önlem almamıştı, bu yüzden son üç ayda ne yapması gerektiğini bilmediği için hata üstüne hata yaparak salgının daha da büyümesine neden olmaktan başka bir şey yapmayan siyasetçiler, devletler ve örgütler gördük.
Ne yazık ki, henüz salgının başındayız. İtalya ve İspanya’nın her gün açıkladıkları ölü sayılarını duyduğumuz zaman hepimiz salgının peak(zirve) noktasına ulaştığına inanmak istiyoruz. Gerçek, ne yazık ki, böyle gözükmüyor. ABD’nin durumu muhtemelen İtalya ve İspanya’dan çok daha kötü olacak. Salgın Avrupa’ya bulaştıktan sonra Covid-19 kriziyle başarılı bir şekilde mücadele edebilen ender sayıda siyasetçilerden ikisi olan Merkel ve Macron’un ülkeleri Almanya ve Fransa’da da durumlar kontrolden çıkmış gibi gözüküyor. Henüz Hindistan’dan gelen rakamlar ciddi boyutlara ulaşmadı, ama Hindistan da “düşerse” neler olabildiğini düşünmek bile istemiyorum.
Yine de bir gün bu salgının üstesinden de geleceğiz. Peki, post-coronavirus dönemi nasıl olacak? Fahrettin Koca’nın da dediği gibi 1 Aralık 2019 öncesi gibi olmayacak. Şimdiden İtalya ve İspanya’dan kürelleşme ve AB karşıtı sert mesajlar gelmeye başladı. Üstelik, İspanya başbakanı Pedro Sanchez, Salvini’nin aksine, Avrupa Birliği’ne sonuna kadar inanan bir sol siyasetçi olması sayesinde başbakanlık koltuğuna oturmuştu. İki ülkenin de krizi kötü bir şekilde yönettiğini herkes biliyor ama AB’nin de bir kez daha kriz döneminde hayal kırıklığı yarattığını inkar edemeyiz. İtalya ve İspanya’nın bu durumda olmasının en önemli nedenlerinden biri olarak gösterilen Atalanta-Valencia maçını 45000 kişinin önünde oynatan UEFA da en büyük günahkarlar arasında... Bizi en başında uyarmakla yükümlü olan WHO ise salgını ciddiye almak yerine Çin’in tek başına bu salgını durdurabileceğine inanmış ve ancak 11 Mart’ta pandemi ilan etmeyi akıl edebilmişti. 11 Mart’ta zaten dış dünyayla iletişimi olan herkes ne kadar büyük bir krizle karşı karşıya olduğumuzun çoktan farkına varmıştı. Artık, günümüzdeki her kriz küresel bir kriz oluyor. Küresel örgütler ise aldıkları kararlarla ya krizi büyümeden bitirebilecek ya da daha da mahvedebilecek güce sahipler. Maalesef, bu salgın boyunca gördüğümüz gibi genelde ikinci seçenek gerçekleşiyor.
Salgın sonrası dönemde son yıllarda gördüğümüzden daha ateşli küreselleşme karşıtı siyasi söylem siyasette etkili olabilir. Halen küreselleşmeye inanan, inanmak isteyen, bizler ise popülist siyasetçilerde önce küresel kurumları eleştirmeliyiz. Eleştirmeliyiz ki küresel kurumlar tamamen çökmeden onları kurtaralım…