Aile

Duygu Aktan
Türkçe Yayın
Published in
6 min readNov 3, 2017

Dilimize Arapça’dan geçen aile kelimesinin o dildeki kökü “bir kişinin bakmakla yükümlü olduğu hane halkı, bağımlılar” anlamına gelirmiş.

Aile denince aklıma hücum eden sayısız imge ve kavramla kafam çorba olsa da bağımlı kelimesini hiç düşünmezdim. Kişi ailesine olsa olsa bağlı olur. Ne de olsa bağımlılık kötü şeyleri çağırıştırır, uyuşturucu gibi, şeker gibi. İki insan arasındaki bağımlılık belki ayarı kaçmış sevgililer için mümkün olabilir, aşk da vücutta kimyasal ve elektrik reaksiyonlara sebep olduğu için. Ama aile fertlerine bağlı değil, bağımlı olmak benim dünyama yeni giren bir kavram.

Melike Karakartal’ın bu hafta Hürriyet’te yayınlanan bir yazısı üzerine kafa yormaya başladım aileye bağımlılık konusuna. Genelde işlerini ilgiyle takip ettiğim yazar, bu yazısında “ergen-yetişkin kadın” diye adlandırdığı bir kesime öyle kızmış ki kendi tarzına yabancılaşmış adeta. “Psikolojik açıdan ailesine yapışık kız çocukları”, “bir kimliği olmadığı için kendine güveni de olmayan kadınlar”, ve iddia ettiği bu sağlıksız, “göbekten yapışık” aile ilişkileri yüzünden Türk kadınının kendini alışverişe vermesi yazısının konusu.

Beş yüz doksan üç kelimelik yazıda belki beş yüz kelime sivri ve yerici ama beni daha çok şaşırtan kendi arkadaşlarımdan bir değil birkaç kadının yazıyı sosyal medyada paylaşmış olması. Bunun iki açıdan tehlikeli sonuçları olabileceğini düşünüyorum.

Bir, yazı baştan sona kadınları — özellikle de Türk kadınını- hedef alıp suçluyor. Oysa ki ele aldığı konu Türk erkeğini de etkiliyor, belki kadını etkilediği boyutun da ötesinde. Üstelik kadınlarda kusur olarak gördüğümüz özelliklerin suçunu yine kadından bilmek artık eskide kalması gereken ve hiçbir soruna çare olamayan nafile bir tutum. Böylesi tek boyutlu bir yaklaşımı bilinçli kadınların hevesle yaymaları insanda acaba yazıyı okumadılar mı sorusunu uyandırıyor. Artık okumaya bile tenezzül etmeden mi onayı basıyoruz başkalarının fikirlerine? Yok eğer okuyup da paylaştılarsa, bu mu onların feminizmi? Yüzlerce yıldır süregelen, coğrafyaya, kültüre, dine ve daha pek çok sebebe bağlı şekillenmiş, göreceli olarak fazla koruyucu aile dinamiklerinin faturasını yine kadına kesmek mi? Kabul etmiyorum.

İkinci sebep; sekiz yıl önce yurt dışına taşındığım günden beri Batıyla karşılaştırma şansı bulduğum ve her geçen yıl biraz daha hoşuma giden Türk aile yapısındaki güzellikleri tümüyle göz ardı ediyor yazı.

Memleket hasretiyle gözünü romantizm bürümüş bir gurbetçi olarak görmüyorum kendimi. Zira her sene uzun uzun geri geliyorum Türkiye’ye. Ailemi, arkadaşlarımı ne zaman istesem görebilecek kadar şanslıyım. Yurtdışı bir sürgün değil benim için, tercih sadece. O yüzden Türk ailesi mükemmeldir demek istemiyorum naifçe. Ama güzel yönleri o kadar güzel ki ben ne yaparsam yapayım sadece kötüleri göremiyorum demek istiyorum.

Geçen sene bir anda dedemi kaybettik; tüm aile çok hazırlıksızdık bu habere. Ben işimi gücümü bırakıp bir iki saat içinde kendimi Türkiye uçağına attım; saat farkı sağolsun aynı gün anneannemin elini tutuyordum. Dedem sayesinde torun olmanın tadını doya doya çıkardım yıllarca. Yeri geldi annemden gizli şımartıldım, yeri geldi ondan ders aldım. Dedeyle şakalaşmak, beraber güneye tatile gidip, aradaki yaş farkına rağmen paylaşacak şeyler bulmak, anılar biriktirmek…Tüm bunları yapabildiğim için şanslıyım demek yapabileceğim en hafif tanım.

Gel gelelim dedemle birebir sıcak ilişkim üniversite yıllarında duruldu, New York’a taşınmamla beraber de bayramdan bayrama açılan telefonlar, yazları beraber oturulan uzun sohbetli sofralarla sınırlı kaldı. Araya giren mesafe ve yıllara rağmen onun aramızdan ayrıldığı haberini aldığım an ilk tepkim bavul bile yapmadan evden fırlamak oluyorsa bu aileme bağımlı, duygusal bir enkaz olarak yaşadığımdan değil; aileme bağlılığımdan, onu her şeyin üstünde tutmamdandır.

Aile her şeyin önünde gelir dediğim için kusursuz, yapısında sadece sevgi, huzur barındırmış bir aileden geliyorum sanılmasın. Kusursuz aile olur mu ki zaten? Her aile kendi içindeki çok-sesliliğin getirdiği uyumsuzluk sayesinde güzel ve özel değil midir? Biz on kişi bir araya gelip fotoğraf çektirsek, aynı eylemi paylaşırken bile onumuzun da aklının başka türlü çalıştığını yüzümüzden okursunuz.

Bir aile on dünya

Yukarıdaki fotoğrafta mesela babam eksiktir çünkü ben çok küçükken annemle dünyalarını ayırmaya karar vermişler, bu kararla da bana iki aile ve iki aile dolusu drama hediye etmişlerdir. Bu durum bugün bile devam eder. Ben yine de aileme sevgisiz ya da parçalanmış gibi kötü sıfatlar kondurmam. Biz olsa olsa çoğalarak büyüyen, birilerinin arada gelip gittiği çoğunun baki kaldığı, birbirine genel çapta ideolojik, bütünüyle de genlerle bağlanmış kendimize has bir grubuz. “Benim insanlarımın” işimin, günlük yaşamımın önünde gelmesi beni ne bir Türk olarak, ne de bir kadın olarak aciz kılıyor.

Annem tuzlu sevdiği için ben de seviyor olabilirim. Bu huyumu belki onu gözlemleyerek edindim, belki de genetik kodumda yazılı doğdum. Ama bu yüzden tansiyon hastası olmadım.

Her ortamda espri yapmaktan hoşlanan, kıvrak zekalı bir babam var diye böyle adamlar bana çekici gelmiş olabilir. Babam da kendi gibi erkeklerde hoşnut olmadığı bir rekabet sezmiş, onları sevmemiş olabilir. Ben şimdi babamın kurbanı mı oluyorum? Farkındayım kötü özellikleri örnek vermiyorum; kusura bakmayın aileme toz konduramıyorum ama inanın her ailede olabileceği gibi bizde de iyi niyet maskesi altında gizlenemeyecek kötü örnek çok ama ben hiç de ergen-yetişkin kadın gibi hissetmiyorum.

Yaşım kaç olursa olsun annemin beni merak etmesini, babamın arka arkaya beş kez aramasını bağımlılık diye nitelendirmem, üstüne ne olacak bu Türk kadınının kişiliksizliği diye serzenişte bulunmam. Duygusal bir toplum olduğumuz için olaylara şiddetli, abartılı tepkiler veriyor olabiliriz ama her yeni nesille biraz daha törpülediğimiz sivrilikler değil mi bunlar? Hem İtalyanlar yapınca şirin, biz yapınca ne kadar alaturka, öyle mi? Değil.

Hepimizin anneannesi babaannesi annelerimize göre biraz daha koruyucu değil miydi her zaman? Ve şimdi biz birer birer anne olurken kendimize hep söz vermiyor muyuz kendi annemizden daha sakin, daha rahat olacağımıza? Tutabilecek miyiz o sözleri meçhul ama niyet ortada en azından. Bu bile başlı başına ilerlemenin göstergesidir.

Elbette kızını okula göndermeyi reddeden ve hatta daha beterini yapan adamlardan; oğlunu anne şefkatinden mahrum bırakarak zehirleyen kadınlardan bahsetmiyorum. Ve elbette bizde kadının toplum içindeki özgür yerini bulması Batıya göre çok daha zor ama sadece bizim ülkemizi değil, tüm dünyayı etkisi altına almış tüketim çılgınlığıyla -eskiden adına görgüsüzlük derdik- kontrolcü aile yapısını bağdaştırmakta zorlanıyorum.

Türk annesi ortalama bir Avrupalı’ya göre oğlunu, kızını ömrü boyunca daha çok öpüp kokluyor, onlardan özel günlerde daha çok ilgi bekliyor diye onu ve çocuklarını yermek niçin? Keşke New York’taki evimin üç dört sokak altındaki huzurevini bir ziyaret edebilseniz. Benim dedem gibi bir sürü insan o kadar yalnız ki…Arada bir sınıf gezisi için uğrayan ilkokul çocuklarıyla geçirdikleri zaman dışında tek yaptıkları beklemek onların; artık basıp gidebilmeyi bekliyorlar. Hollywood’daki gibi dama oynayıp, tatlı romanslar yaşayarak da değil; eski püskü bir koltuğun üstünde oturarak, susarak bekliyorlar.

Bugün hangimizin annesinin başına kötü bir olay gelse yüreği paramparça olmaz; yardım etmek için elinden geleni ardına koymaz? Kimin hayatı kökünden sarsılmaz çekirdek ailesinden birini kaybetse? Ailem olmasa ben bir hiçtim demek abartı mıdır gerçekten? Kendine yetemeyecek hale gelse anne babamız ve bizim de imkanımız varsa, gidip onları huzurevine mi yatıracağız? Yoksa kendi evimizin alt katına yerleştirip kira mı isteyeceğiz? İndirim de yaparız hem…

Kişilik özgürlüklerine — özellikle de kız çocuklarının özgürlüğüne- doğrudan saldıran bir yapısı var gibi Karakartal’ın yazısındaki Türk ailelerin. Öylesi vardır da, kabul. Ama kadınların özgür yaşadığı anlatıla anlatıla bitirilemeyen batı ülkelerinde kadınlar pahalı çantalar peşinde koşmuyor mu? Prada büyük lüks tüketicisi Türkiye’de talebi karşılayamadığından durmadan fiyat yükseltiyor da Paris’te güç bela mı satıyor çantalarını?

Kendimize karşı hissettiğimiz onulmaz tatminsizlik, mutsuzluk yüzünden durmaksızın eleştiriyoruz birbirimizi. Bunun yerine kötüden önce iyi huylarımıza odaklansak, onların değerini bilsek. Hala Batı’dan öğrenebileceğimiz çok şey olabilir belki ama onlara ustalıkla vereceğimiz bir iki ders de var. Boş geçmese o dersler artık…

--

--

Duygu Aktan
Türkçe Yayın

Partner at Ango AI || Accelerating the development of AI applications