140journos

Aleyhtar

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana…”

Turgut Erol
Published in
4 min readApr 30, 2024

--

Charles Dickens — İki Şehrin Hikayesi

Uzun yolculukların, hakikaten içi sabır dolu uzun yolculukların sonunda artık anladım. Vakit geldi. Yankı odalarında, karanlık duvarlarda, gecelerde ve iki satırın arasında zorla geçirdiğim bütün zamana itiraz ediyorum. Karmaşaya, aceleye, düzensizliğe, iş bilmezliğe, nobranlığa, kaosa, anarşiye ve zorbalığa itiraz ediyorum. Alnımdaki damarlar kabarana dek insanı zamansızlığa sürükleyen, onu müthiş kalabalıkların arasında olmasına rağmen yalnızlığa mahkûm eden ve nefes nefese yaşama mecburiyetinde bırakan, nerenin ve kimin olduğuna bakmaksızın; bütün kurallara, normlara, ezberlere ve hatta uydurmalara itiraz ediyorum. Yetmez! Suratı sirke satanlara, yangından mal kaçıranlara, yalnız yiyenlere, üstü kirlenmeyenlere itiraz ediyorum. Baktığını görmeyenlere, dinlediğini duymayanlara, oralı olmayanlara itiraz ediyorum. Yetmez! Haksızlığa susana, hayır konuşmayana, durmadan kuyu kazana itiraz ediyorum. Önünü alamadığım ve bir sel gibi yıkıp giden bütün itirazımı ne kadar saysam da yetmez!

Toplumsal doktrinden vazgeçilip bireysellik sanki bir ibadetmiş gibi pazarlandığından beri metalaşmış milyonlarla baş başa kaldık. Bunlar, dünyanın en kalabalık ülkesi. Tanrıları var, dinleri var, sanatları var, edebiyatları var, hukukları bile var… Birtakım ritüeller ve rutinlerle birlikte ilkel bir sürüyü andıran döngünün içerisinde yaşıyorlar. Onları sürekli bir yaşama telaşı içerisindeyken bulursunuz. Daima aceleci ve evhamlı halleriyle etrafa yalnızca endişe saçarlar. Görünüşte eğitimli sanılan fakat hiçbir değer üretmeyen, var olanı da eleştirip yozlaştırmaya programlanmış barbar kimselerdir. Taklit etmeyi kültür sanıp kendisine benzemeyen herkesi ayıplar, alay eder, hor görür. Tevazu ve sabır göstermek dinlerince günahtır. Onun yerine daha fazla görünür olmak ve daha fazla çıplak olmak diğerlerine karşı verdiği bir yarıştır. Hakikate dair her şeyi tükettiklerinden etik onlar için bir anlam ifade etmez. Dünyanın bütün ahlaki normlarında, kanunlarında ve dini öğretilerinde yasaklanmış olan torpil, haksızlık, hırsızlık, şiddet, cinayet bunlarca meşrudur. Üstelik bunu sanki bir vazifeyi yerine getiriyormuş gibi yapmaktan da çekinmezler. Bütün bunları belki özgür hissetmek için yaparlar. Ya da bir çeşit soyutlanma biçimidir. Başarılı olmak için mübah bir yolda yürümek dahi olabilir. Fakat şeytanlaşmak için gereken bütün şartları artık kendilerine oluşturmuşlardır. Emellerine doğru giderken zahirdeki bütün izler ve işaretler onlar için artık kaybolur ve asla fark etmezler. İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak kitabında bu durumu “Öyle ki mahvoluşunun bile tadına vararak yaşarlar.” şeklinde tanımlamıştır. Zaten eziyete benzeyen şu yaşam biçiminden tat almak olsa olsa ancak böyle bir kavrayış biçimiyle mümkün olurdu.

Pexels

Bir tezgahtır bu almış başını gidiyor. Adına “düzen” diyorlar. Ben de bu koca “tezgâha” düzen demeyi kendime zül sayarım. Elle tutulur veya anlaşılır bir tarafı olmadığı için de kendimi; bu tezgâhın müşterisi değil, düşmanı olarak tanımlıyorum. Ki bence bu daha anlaşılır.

“Mevziniz, mevzunuzu belirler” der Yusuf Kaplan. Yani konumlandığımız yer savunduğumuz değerlere dair mesaj verir. Burada konumlandığımız yerin mevzi üzerinden tanımlanması dost-düşman ayrımının var olduğunu -biz görmek istemesek bile- katı bir gerçeklik olarak ortaya koyar. Beşeri ezberleri kökünden reddetmek de bu bakımdan beni diğerlerine göre düşman ya da öteki yapıyor. Eğer itiraz ediyorsam bu ayrımın kaçınılmaz parçasıyım. Beşeri krizlerin ortasında yetim yüzlü çocuğun şehrine bombalar yağarken, geçim derdine düşen baba kan-ter içinde çalışırken, gözleri farklı bakan Arakanlı zulüm görürken ve hürriyet ilahının üstüne şal örtüldüğü için karanlıkta yaşamak mecburiyetinde bırakılan nice Müslümanlar ha gayret yaşarken elbette taraf olacağım.

Carl Sagan’ın Kozmos’unda “bir günışığı hüzmesinin içinde bulunan her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her ahlak hocası ve yoz siyasetçi, her aziz ve günahkar” nasıl daha önceki ayrımların birer parçası oldularsa ben de insan kibrinin aptal fikirlerine karşı aleyhtar olmayı sorumluluk kabul ederim.

140journos

Ne var ki sayımız metalaşmış milyonlar kadar değil. İktisadımız da pek kıt. Fakat hepimiz Ahmed Arif’in Anadolu’suyla tanışmışız. Ele güne karşı fukaralıktan utanırız. Bir başımıza ve uzak… Nazlı, seher-sabah uykularımızı hükümdarlar, saldırganlar ve haydutlar kaçırmış. Ne İskender’ini takmışız, ne şahını-sultanını. Gölgesiz göçüp gitmişler. Öyle yıkmayız kendimizi. Mahsun ya da garip değiliz. Nerede olursak olalım; içerde, dışarıda, derste, sırada… Üstüne üstüne yürüyüp celladın yüzüne tükürürüz. Fırsatçının, fesatçının, hayının karşısında dayanırız; kitap ile, iş ile, tırnak ile, diş ile. İşte o zaman yeniden yaratılırız, Hakk’ın namuslu ve genç ellerinde.

Vesselam.

--

--