Aktarın Güncesi

Ayşe Nur Alagöz
Türkçe Yayın
Published in
7 min readJan 24, 2022

Dün geceden beri yağmur yağıyor. Dinmek bilmedi mübarek. Bizim konağın çatısı yine akıyor. Ne kadar tamir etsem boş. Her yaz tamir ediyorum ancak kış ortasına kadar dayanıyor. Sonra “getir Emine Hanım bir tencere de şu yarığın altına koy”. Bu koca konak artık benim gibi yalnızca dinlenmek istiyor. Kışın karı, yazın sıcağı derken mevsimler kamburlaştırdı yaşlı belini, o ne yapsın? Bizim gibi toprağa dönmek istiyor.

Çok şükür öğleye doğru güneş açtı. Bahar baharlığını yapmaya başladı. Yine de ağaçlar çiçek açıp açmamak konusunda epey kararsız duruyor. Güvenemiyorlar havaya, sonuçta işin ucunda ayazda kavurulup gitmek var. Onlarla birlikte ben de bekliyorum. Ama ben bahardan çok yazı, ıhlamurların çiçeklenişini bekliyorum. Hala belim doğruluyorken, ellerimle ıhlamur toplayıp konağın avlusuna sermek için. Emine Hanım da çok sever ıhlamur zamanını. Toplayıp avluya serdik mi, çayı hep avluda, ıhlamurların yanında içmek isteriz. Sonra her ikindi çayına gelen komşu bir avuç ıhlamur alıp gider, ya da biz onlara giderken götürürüz. Böylece ilk hasat dükkana inmeden, üstelik daha kurumadan bitiverir. Belki de bu ikramlık ıhlamurlar sayesinde bereketlenir bizim küçük aktar dükkanı.

Bu dükkan konağın en eski dostudur. Rahmetli dedem konağı yaptırırken altını dükkan olarak düşünmüş. Dükkanın raflarını, tezgahını kendi elleriyle yapmış. Her şeyin düzenini kendi ayarlamış. Açtığı günkü gibi, yerli yerinde her şey. Kapıyı açan müşteriyi önce tezgâhın arkasındaki rafta duran basur, müshil, öksürük hapları, pehlivan yakası, ve yara merhemleri karşılar. Çünkü en çok sorulan ilaçlar bunlardır. Yakın yerde bulundurmakta yarar vardır. Pencerenin yanında ise baharatlar bulunur. Biber, nane, reyhan, çörekotu, karanfil, zerdeçal ve daha nicesi. Baharatların karşısındaki rafta sabunlar, mumlar, bitkisel yağlar sıralıdır. Onların altında ise çeşit çeşit kuru bakliyat yer alır. Ben dedemin düzenine sadık kalıp bir tek şeyin bile yerini değiştirmedim. Sadece bitenleri tazeler, boşalan kapları doldururum. Böyle yapınca sanki hala dedem usta ben çırakmışım gibi gelir, omuzumdaki yük azalır. Diğer aktarlar gibi sürekli yenisi çıkan merhem formüllerine güvenmem. Yanlış ilaç verip, insanları zehirlemekten korkarım. O yüzden benim için eski formüller en güvenilir olandır. Doktorların işine karışmam. Yalnız benim de bildiğim şeyler vardır. Hangi ot mide ağrısını keser, hangi merhem açık yaraya sürülmez, bunları bilirim.

Üç kuşaktır aktarız biz. Lakin Emine Hanım’la bize bir oğlan nasip olmadığı için aktarlık benle biter sanırım.

Bugünlerde evde bir şenlik havası var. Gerçi her Ramazan şenlikli geçer bizim evde ancak bu seferkinin sebebi farklı. Bizim büyük kızla torunlar geldi Selanik’ten. Damat Bey Selanik’e atandığından beri ilk defa gelebildiler İstanbul’a. Kerimemin ömrü yollarda geçiyor diye çok hüzünleniyorum. Bazen düşünüyorum hata mı ettik bu kızcağızı müderrise vermekle diye, ama çok şükür ki mesutlar. Üstelik yüce Allah iki güzel torun nasip etti bize. Ruhum aydınlanır her gördüğümde gülüşlerini. Ah bir de yakınımızda olsalar, her gün dükkanın önünde koştursalar. O zaman ben de dünyanın en mesut adamı olurdum.

Bugün epey güldürdü bizi küçük olan, Gülizar, mahallenin çocuklarına kızmış. Hırslı hırslı koşarak girdi dükkana. Kızınca da al al olur yanakları, kaşlarını da öyle bir çatar ki sanırsınız evini yaktılar. Remzi Bey’in ortancası Ali “saçların kıvır kıvır kuzulara benzer” demiş, bunu duyan diğer çocuklar başlamışlar melemeğe. Alınmış bizim nazlı kuzu, koşarak geldi dükkana.

“Dede, dede, bana acı otlarından ver ki yedireyim şunlara, görsünler kimmiş kuzu!”. Ne acı otu kızım demeye kalmadı, sabun almaya gelen Hatça Kadın girdi lafa “Hani önceden yapardın ya, Ragıp Bey…”. Zor toparladım lafın sonunu. Bu Hatça kadın böyledir. Her sözü iğnelidir. Laf dokunduracak an kollar. Hele bir fırsatını bulsun. Neyse ki konağın çardaklarını yıkayacakmış, lafı uzatmasına fırsat kalmadı. O gittikten sonra oturttum Gülizar’ı dizime, sordum nerden duymuş dedesinin ‘acı otlarını’.

- “Aman dede bunu kim bilmez, Selanik’te bile korkar çocuklar benden, dedemin büyülü otları var sizi bir solukta öldürür, dediğimde”. Sonra da başladı olmayan acı otları ısrarla istemeğe.

- “N’olur bal dedem bana biraz ot ver de göstereyim onlara günlerini!”. Gülizar’ı yenmek mümkün mü? Gidip biraz leblebi tozuna karabiber karıştırıp verdim.

- “Al bakalım, bu dövülmüş acı ot, ama dikkat et çok yedirip öldürme arkadaşlarını, alim Allah katil olursun sonra ben bile kurtaramam seni Kadı Selim’den!”

- “ Yapar mıyım dedeciğim ben öyle şey, merak etme sen” deyip omuzlarını gere gere çıktı dükkandan.

Anlayacağınız bizim altı yaşındaki torun bile duymuştu acı ot hikayesini. Yirmi yıl önce dedesinin neredeyse cellatlık olacağını. Ah, o zamanlar hiç kolay olmamıştı ne kadıyı ne mahalleliyi acı ot satmadığıma inandırmak.

Hicri 1228 yılı yazıydı. Nedense o günlerde dükkana çok müşteri uğramaz olmuştu. Ya nasip deyip her gün dükkanı açıyordum ama ne gelen vardı ne giden. Üstelik mahalleli de uğramaz olmuştu yanıma. Önceden olsa en azından berber Sami gelirdi ikindi çayına. Yalnız o değil sanki tüm mahalleli dükkanın önünden geçmemek için yolunu değiştiriyor gibiydi. Emine Hanım’a sordum bir akşam yemeğinde, “biz birine bilmeden bir şey mi ettik, ondan mı kimse gelmez oldu?” diye. “Yok Bey, biz kime ne edeceğiz ki?” dedi. Hakikaten de ne kimseyle bir dargınlığımız olmuştu ne de bir kavgamız. Mahallenin her ihtiyacını gideren tek bir aktarıydık. Sabunu sirkesi biten bize gelirdi. Çocuğu hastalanan, midesi ağrıyan, kuruluğu, baharatı biten ilk bize uğrardı. Birden bire herkesin dükkandan elini eteğini çekmesi garip bir durumdu. Zaten çok sürmeden anlaşıldı sebebi.

O yıl kış aylarında aktarların sattığı aksülümenle öldürülenlerin cinayet haberleri yayılmaya başlamıştı. Söylentiye göre Rusçuk’taki bir aktar, elini kana bulamadan katl yapmak isteyen canilere aksülümen satıyor, böylece ne katilin kim olduğu ne de hangi aktarın zehri sattığı anlaşılıyordu. Cinayetlerin çoğu ilk başta intihar gibi görünüyordu ancak daha sonra ecnebi bir hekim cesetleri inceleyince ölüm sebebinin zehirlenme olduğunu anlamıştı. Benzer cinayetlerin Bursa ve Samsun’da yaşanması halkı epeyce korkutmuştu. O günden sonra aktarların aksülümen satması yasaklandı ve aktarlar sıkı denetime alındı. Devletin denetimi sayesinde halk rahat bir nefes almıştı ki bu defa da İstanbul’dan garip ölüm haberleri yayılmaya başladı. Bu seferki ölümlerin faili ise aksülümen değil sıçanotuydu.

O zamanlar biz ne aksülümen ne de sıçanotu satardık, hala da satmayız çok şükür. Ancak cinayetler halkı o kadar korkutmuştu ki aktarlara şüpheyle bakılır olmuştu. Kimse gerekmedikçe aktarlardan alışveriş etmiyordu. Neyse ki bizim mahalleli bana güvenirdi. Biz o zaman diğer aktarlar gibi sıkıntı çekmedik.

Zehirli cinayet haberleri ana babaları korkuttuğu kadar çocukları korkutmamış olacak ki, çocuklar bu esrarlı cinayetleri oyuna çevirmeyi başarmışlardı. Bu afacanların hayatları toz pembe olduğu için ölümün acısından çok gizeminden etkileniyorlardı. Kendilerince birini katil birini maktul seçip, önce katili yalancı sıçanotu bulmakla görevlendiriyor daha sonra da maktul seçilene bu otu yedirip ölü taklidi yaptırıyorlardı. Sonra bir diğeri hekim rolünü üstlenip “Hayır bu intihar değil cinayet, aramızda bir katil var!” diyor, böylece katil avı başlıyordu. Çocuklar gizem oyununu öyle sevdiler ki oyuna her gün yeni bir görev ekliyorlar, katil olan oyuncunun işini iyiden iyiye zorlaştırıyorlardı. Her gün gelip benim dükkandan akide şekeri alan çocuklar artık oyunda kullanmak için sıçanotuna benzer bir ot vermemi istiyorlardı. Böylece beni de oyunlarına kattılar, ama oyunun sonunda benim kadı huzuruna çıkacağımı hangimiz bilebilirdik?

Oyunda benim rolüm açıktı. Kendimi oynayacaktım. Yani gelen katile bir parça adaçayını sanki sıçanotu gibi gizliden verip dikkatli kullanmasını tembih edecektim. Bu gizli işte sıçanotuna, sıçanotu diyemezdik o yüzden ona yeni bir isim verdik ve ‘acı ot’ dedik. Koskoca adam oyun oynar mı demeyin, yazın sıcağında bana da eğlence oluyordu. Üstelik çocukları hiç kıramazdım. Ancak bir gün katille sahte sıçanotu alışverişimizi yaparken dükkana yeni bir müşteri girmiş ve bizim esrarengiz alışverişimize şahit olmuştu. Dükkanın devamlı müşterilerinden olmayan bu yabancıya durumu açıklasam mı açıklamasam mı bilememiş, açıkçası biraz da çekinmiştim çocuklarla oyun oynadığımı anlatmağa. Sonuçta o sormadı ben de anlatmadım. Müşteri alacağını alıp gitti. Sonradan anladık ki o yabancı alacağından fazlasını almış.

Önce çocuklar oyun için gelmeyi bıraktılar. Çocukların çabuk parlayıp sönen heveslerini bildiğimden, herhalde sıkıldılar artık aynı oyunu oynamaktan diye düşündüm. Ancak sonra çocukların ana babaları da gelmez oldu. Biz Emine Hanım’la mahalleliye bilmeden bir ayıp mı ettik diye düşünürken bir gün ansızın çeriler gelip beni yaka paça Kadı Selim’in huzuruna çıkarınca anlaşıldı neler olduğu.

O gün dükkana gelen yabancı mahalleden çıkarken çocuklardan birini yakalamış ve aktardan gizlice aldığı şeyin ne olduğunu sormuş, çocuk “bu acı ottur, yani sıçanotudur” deyiverince adam “bu otla ne yaparsınız?” diye sormuş, çocuk “orasını söyleyemem, gizlidir” deyip kestirip atmıştı. Ne olduğunu anlayamayan yabancı durumu hem çocukların ailelerine hem de kadıya bildirmeyi uygun görmüştü. İşte böylece çocuklara acı ot diye zehirli sıçanotu satan, cinayetlerde kullanılan zehri tedarik eden aktarlardan biri olmakla yargılanıyordum. Üstelik sabileri bu kanlı işe bulaştıracak kadar da cani bir adam olarak.

Kadı Selim’e bu işin çocukların oyunu olduğunu söylediğimde daha iyi bir yalan bulamadın mı deyip gülmüş, daha sonra ben iddiamda ısrar edince Kur’an’a el bastırmış, ancak yine de sözlerime inanmamış, tüm mahalle çocuklarını ve ailelerini sorguya almıştı. Çocukların hepsi bunun bir oyun olduğunu anlatıp, dükkanımda da hiç gerçek sıçanotu bulunmayınca suçsuz olduğuma inanmak zorunda kalmışlardı. Ancak kadı bir oyun yüzünden günlerce süren bir soruşturma yürüttüğünden bana o kadar kızmıştı ki, neredeyse aktarlık yapmamı yasaklayıp, dükkanımı kapatacaktı. Neyse ki insaf gösterdi de hala ekmeğimizi dükkanımızdan kazanıyoruz.

Tabi o günden beri bizim mahallede kimse ne sıçanotu ne de acı ot kelimesini kullanır. Herkesin hiç konuşmadan sözleştiği gizli bir anlaşma gibi. Yirmi yıldır neredeyse unutmuştuk bu kelimeleri, ta ki bizim ufaklık hatırlatıncaya kadar. Şimdi hala kullanmaya çekinsek de eskisi kadar korkutmuyor bu kelime bizi. Acı ot satan cani aktar olmak şimdi sadece tatlı bir anı olarak yüzümüzü güldürüyor.

Gülizar ise yine mutlu olamamış. Acı otu yedirememiş ona kuzu diyen arkadaşlarına. Çünkü daha hiç oruç tutmayan yavrum diğer çocukların oruçlu olduğunu unutmuş. “Size leblebi tozu getirdim arkadaşlar.” deyip kandıracakmış onları ama bu seferde “oruç tutmayan kuzu” demişler yavrucağa.

“Üzülme kızım, iftardan sonra denersin şansını” deyip uyuttuk kuzuyu. Uyandığından çoktan unutmuştu neye kızdığını. Akşam iftarda bir araya geldiği çocuklarla içinde acı ot olduğunu unuttukları leblebi tozunu bölüştüler.

--

--

Türkçe Yayın
Türkçe Yayın

Published in Türkçe Yayın

Kelimelerin gücüne inanan “Türkçe Yayın” içerik üreticiliğini desteklemek amacıyla yazarlara ve okuyuculara gönüllü destek sunan, kolaylaştırıcı bir yayındır.