“Azizler”

Rüveyda Çelenk Yılmaz
Türkçe Yayın
Published in
8 min readJan 12, 2021
Azizler Flmi

Azizler” filmi “Bir Başkadır” dizisinden sonra sistem içerisindeki insanı sorgulayan şekliyle oldukça ilgi çekici. Film kapitalizm ile beraber günümüz şehir hayatındaki insanın yalnızlığını, kendine yabancılaşmasını ve yasını konu alan absürt bir komedi. Eğer filmi hala izlemediyseniz yazının bundan sonrası sizin için SPOILER içerir. Önce filmi izlemenizi öneririm.

Kadın-Erkek İlişkileri

Film ablası, eniştesi ve yeğeniyle yaşayan, bir reklam ajansında beyaz yakalı olan Aziz’in sevgilisinden ayrılma konuşması yapmaya gitmesi ile başlıyor. Aziz’in sevgilisi Burcu Aziz’in hal ve tavrından ayrılmak isteyeceğini anlıyor. Aziz tam ayrılalım diyecekken Burcu, Aziz’e, daha önce karşılıklı olarak sürekli takmaya söz verdikleri kolyesinin nerede olduğunu soruyor. Aziz kolyenin nerede olduğunu düşünmeye çalışırken, Burcu tabir-i caizse takılmış plak gibi filmin sonuna kadar aynı cümleyi sürekli tekrarlıyor. “Hiç çıkarmayacağım dedin, e kolye nerede?”

Konu ayrılığa gelince Burcu buna dayanamıyor ve bambaşka bir konu ile ilgili Aziz’i suçlu hissettiriyor. Bu sahneyi izlerken aklıma ilk gelen; ilişki içerisindeyken verilen abartılı sözler ve edilen beylik laflarlar oldu. Mesela, ilişkinin bir yerinde “Hayatımın sonuna kadar seni unutmayacağım.”, “Senden hiç ayrılmayacağım.”, “Bana senden başka kimse dokunmayacak.”, “Seni sevdiğim gibi kimseyi sevemem.”, “Verdiğin bu hediyeyi ne olursa olsun sonsuza kadar saklayacağım.” gibi cümleler kurulur. İlişki bitmeye yakın veya bittikten sonra bu cümlelerin gerçekleşmeyeceği bellidir. Ancak bireylerden biri bu verilen sözü koz olarak kullanarak diğer kişiyi bununla kontrol etmeye çalışır.

Aklıma gelen diğer şey, günümüzde bazı insanlar için ayrılmanın gerçekten zor olduğu. Özellikle gergin ortamlarda kalamayan, hayır demekte zorlanan, başkalarını kırmaktan korkanlar ilişkilerini bitirmekte zorlanıyor. Bu bazen üç ay, bazen seneler sürebiliyor. Aziz’in de bu yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Ablası ve ablasının ailesi Aziz’in evinde kalıyor, Aziz rahatsız olmasına rağmen bunu ifade edemiyor. İş yerindeki arkadaşlarıyla arası iyi ancak kendini onlara da doğrudan ifade edemiyor. Burcu’yla ayrılmaya giden Aziz, Burcu kolyenin kayıp olması dolayısıyla mağdur olunca, ayrılamamakla kalmıyor; kolyenin bulunmasını bir numaralı gündemi haline getiriyor.

Aile ve Çocuk İlişkileri

Filmde günümüz çocukları ve aile ilişkilerine de çarpıcı göndermeler var. Mesela, Aziz’in çalıştığı şirkete bir anne-baba kızlarıyla beraber danışmanlık almaya geliyor. Ergenlik çağında bir kız olan Cansu, bir gün anne-babası tartışırken onlardan habersiz videolarını çekip sosyal medyaya koyuyor. Ebeveynleri önce kızsa da video çok fazla beğeni alınca, bunun kızın “sanatı” olduğuna ikna olup bu “vibe”ın maddi nimetlerinden yararlanalım bari diyorlar. Ancak bir süre sonra beğeniler düşünce danışmanlık almak için Aziz’in çalıştığı şirkete başvuruyorlar.

Şirkette patron Alp’in odasında baba, çocuk, anne sıralamasıyla bir koltukta oturup dertlerini anlatıyorlar. Ancak konuşmanın hemen başında anne ve baba yine tartışmaya başlıyor. Onlar tartışmaya başlar başlamaz ortalarında oturan kızları Cansu’nun gözlerinin dolduğunu, nefesinin hızlandığını ve dehşete düştüğünü görüyoruz. Alp buna gülerek Cansu’ya bu tartışmayı da çekmesini tavsiye ediyor. Cansu dehşet içinde odadan çıkıyor. Ardından anne-babası kızlarını ne kadar düşündüklerinden, ona değer verdiklerinden bahsediyorlar. Filmin bu kısmını özellikle ebeveynlerin izlemesini çok isterim.

Ebeveynler tartıştığı zaman çocukların hissettiği tam olarak budur. Ebeveynler tartışır, sonra barışır. Ancak çocuk unutmaz, açık anısı silinse de beden hafızasında kalır. Terapi esnasında ebeveyn tartışmalarının yansımalarını çokça görürüz. Ebeveynlerinin tartışmasında dehşete düşen çocuğa, tartışma sonunda açıklama yapılmaz, çocuk sakinleştirilmez. Sanki konu anne-baba arasında çözüldüyse çocuğun da otomatik olarak rahatlamış olacağı yanılgısına düşülür. Oysa işin aslı o değildir. Çocuk görülmemiş, anlaşılmamış ve çok korkmuştur. Eğer bir ebeveyn olarak bu yazıyı okuyorsanız, tavsiyem mümkünse çocuğunuzun yanında eşinizle sert tartışmalara girmemeniz ya da tartışmadan sonra çocuğunuza açıklama yapmanız, ona sarılıp, onu sakinleştirmeniz olacaktır. Bu sahnenin diğer bir önemi, günümüzdeki ailelerin çocuklarına sözde her şeyden çok değer verip özde ise onları suiistimal ettiklerini göstermesi.

Filmde Aziz’in yeğeni olan çocuk karakterimiz Caner, maço bir yetişkin gibi konuşur ve davranır. Yemek sofrasında masanın başına o oturur, herkese emirler verir. Sözünden çıkanları fiziksel olarak cezalandırır. Ebeveynleri Caner’den korkar ve onun sözünden çıkmaz. Caner Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’a benzer. Sıkılırsa eğlendirilmesi ve istediklerinin hemen yerine getirilmesi gerekir. Caner bir gün barfiks demiri ile dayısı Aziz’in sırtına vurunca onu terapiste götürüyorlar. Terapist ilk seansta teşhisi yapıştırıyor: “Caner maalesef denyonun önde gideni.” ve ekliyor “Okul çağında popüler kültüre fazla maruz kalmayla denyoluk karaktere yerleşir. Caner’de beklediğimizden çok erken olmuş.” Günümüzde terapistlerin bazı şeyleri dolandırarak söylemelerini de eleştirmiş senarist. Ne yalan söyleyeyim, bu patavatsız terapiste çok güldüm.

Caner’in işgali ve tacizleri yüzünden Aziz kendi evinde rahat edemiyor. Ve film boyunca kendine yalnız kalabileceği yerler arıyor. Ne acı ki, günümüzde çocuklarını kontrolcü, sınır bilmeyen, hedonist bireyler olarak yetiştiren de sonra onlardan boğulup, yük almış gibi hissedip kaçan, ihmal edenler de aynı ebeveynler.

Yalnızlık ve Yabancılaşma

Aziz’in patronu, muhtemelen şirketin sahibi Alp oldukça zengin ve genç bir adam. Filmin başında Aziz’i yeni evinde bir partiye davet ediyor. Bu ev deniz kenarı, son teknoloji ile donatılmış ve çok lüks. Ailesine ve kız arkadaşına sınır koyamadığı için çok fazla bunalmış ve kendisiyle bir türlü baş başa kalamayan Aziz’e, partideki yüksek ses, patlayan ışıklar, çekici kadınlar ve alkol hiç iyi gelmiyor. Bir ara bara yaklaşıp “Votka portakal istiyorum ama votkası olmasın.” cümlesinden de Aziz’in ortama ne kadar yabancı olduğunu anlıyoruz.

Aziz’in partiden erken ayrılmasından hemen sonra Alp partiyi dağıtıyor. Dağıtırken de gelenlere çok uçuk paralar veriyor. Yani Alp bu partiyi aslında sadece arkadaşı olmasını istediği Aziz’i etkilemek için vermiş. Bu kadar para ve lüks içerisinde çok yalnız olan Alp, bahaneler bularak Aziz’i sürekli evine davet ediyor. Hatta bir ara kız arkadaşından ayrılmak isteyen Aziz’e “Tamam, onu da al, gel bende ayrıl.” cümlesini bile kuruyor. Alp Aziz’i eve davet etmek için çoğu zaman “kızlar” kozunu kullanıyor. Burada günümüzde kadının metalaştırılarak erkeğe bir nevi yem yapılmasını eleştiriliyor.

Kapitalizm ile beraber insana verilen değer maddeye doğru kaydı. Artık insanın değeri maddesel şeyler ve kendini satış başarısı ile belirleniyor. Ancak bütün bunlar içerisinde, insan artık kendi kendine yabancı. Aynı Alp gibi derin bir yalnızlık içerisinde. Kendi ürettiği şeylere kendinden fazla hayranlık duyan insan, bir ilişki için bütün servetini verebilecek düzeyde yalnız. Kendi kendine ve bedenine yabancılaşan insan artık sade şeylerden haz duyamıyor. Ya dışarıdaki uyaranlara karşı -aynı Aziz gibi- aşırı hassas, ya da normal uyaranlar ona yetmediği için -aynı Alp gibi- abartılı hazlar arıyor. Örneğin, patlayan ışıklar, yüksek sesler, her türlü bağımlılıklar, 4d filmler. Hatta sırf yaşadığını hissedebilmek için kendine zarar veren (faça atmak gibi) insanlar var günümüzde.

Erbil, karısı Kamuran’ı on yıl önce kaybetmiş, yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Aziz ile aynı şirkette çalışıyor. Yalnızlığından ötürü Aziz’i sık sık evine çağırıyor. Nitekim Aziz de filmin başında Burcu’nun sorduğu kolyeyi Erbil’in evinde kaybediyor ki bunu filmin sonunda anlıyoruz. Çünkü Erbil kolyenin kendi evinde olduğunu Aziz’e söylerse, Aziz’in gelip kolyeyi arayacağı zamandan yemiş olacak. Duygusal desteğe çok ihtiyacı olan Erbil, bunu Aziz’e dolaylı olarak ifade etmeye çalışıyor. Örneğin, Aziz evden çıkarken ona “Ben yedim Aziz sağol, başka zaman inşallah.” derken yemeğe çağırılmayı arzu ettiğini; “Her şeyin başı sağlık Aziz.” derken aslında kendi sağlığının bozulduğunu söylemeye çalışıyor.

Tutulamayan Yaslar ve Hayatta Kalanın Suçluluğu

Erbil’in yalnızlığının altında bir yas hikayesi var. On yıl önce, zaten ölüm döşeğindeki eşi Kamuran, ilaç içerek intihar etmiş. Ancak şöyle bir durum var; ölmeden önce Kamuran, Erbil’e ilaç içerek kendini öldürebileceği sinyalini vermesine rağmen Erbil ilacı saklamayı unutmuş. Hatırladığı anda eve geri dönmüş olsa da evde Kamuran’ı ölmüş halde yerde yatarken bulmuş. Erbil’in evinde buzdolabının üzerinde karısı Kamuran’ın siyah-beyaz bir resmi var. Resmin altında doğum ve ölüm tarihi yazıyor. Bu resim sıklıkla canlanıyor ve Erbil film boyunca ölmüş karısı Kamuran ile konuşuyor.

Yas tutmak, en kısa tabiriyle birisini kaybettiğimizde, onunla fiziksel bir geleceğimiz olmadığını anlama sürecimizdir. Her şeyin ve herkesin bir gerçek dünyadaki varlığı, bir de bizim zihnimizdeki psişik eşi vardır. Kayıp durumunda zihnimizdeki kişi ile gerçekte artık var olmayan kişi arasında bir ilişki kurmaya çalışırız. Bu süreçte şok, inkâr, öfke, suçluluk, üzüntü, kabullenme gibi süreçlerden geçeriz. Yası tutulan kişinin bazı iyi özelliklerini içe alır, gerçekle yüzleşir ve hayatımıza devam ederiz. Ancak bazen aynı Erbil’in durumundaki gibi yas tutmak daha karmaşık bir hal alır. Kendisini karısının ölümünden dolayı suçlu hisseden Erbil gerçekle yüzleşememiş ve karısından ayrılmamak adına büyük ölçüde gerçeklikten kopmuştur. Bu benim aklıma Vamık Volkan’ın kitaplarından birinde eşini şapkasında taşıyan danışanın hikayesini anımsattı. Eşinin ölümüyle yüzleşemeyen danışan, şapkasının altında yaşadığına inandığı eşiyle konuşuyordu. Tekrar Erbil’e dönecek olursak karısından korkan ve hayatta kalanın suçluluğunu yaşayan Erbil, hayatına kimseyi alamıyor.

Ne zamanki Erbil, kendisinin hasta olduğunu ve altı aylık ömrü kaldığını öğreniyor. O zaman rahatlıyor ve gidip buzdolabındaki Kamuran’a iş yerinde hoşlandığı bir kadından bahsediyor. Elbette Kamuran bundan hoşlanmıyor. Konuşmalarının sonuna doğru Erbil, Kamuran’ın “öte tarafta” birini bulduğundan kuşkulanıyor: “Karım öte tarafta bir şeyler çeviriyor. Hemen ölmem lazım.” diyor. Burada aslında başka bir kadına ilgi duymasından kaynaklı hissettiği suçluluk duygularını kapatmak için sanki başkasını bulan Kamuran’mış gibi ona yansıtıyor. Zaten bundan saniyeler sonra Erbil’in başına avize düşüyor ve cezasını çekmiş oluyor.

Hastanede kendi geldiği anda avizeyi soruyor ve onun düğün hediyesi olduğunu söylüyor. Sonradan Erbil’in avizeyi kendi elleriyle, nazikçe tamir ettiğini görüyoruz. Kayıp ile bağlantı bazı nesnelere (buzdolabındaki resim, avize vb.) bağlantı nesnesi denir. Kişiler bu nesnelere çok önem atfederler. Bu nesneler genelde günlük hayatta çok öne çıkmayan ama yeri bilinen şeylerdir.

Filmin ilerleyen zamanlarında, iş yerinde hoşlanılan kadın geçmiş olsun niyetine yemek yapıp Erbil’in evine getiriyor. Erbil, Kamuran buzdolabında olduğu için bundan çok rahatsız oluyor ama yine de kadın ile sohbet ediyor. Kamuran bir şekilde kadını evden kaçırıyor ve Erbil’e yanıma gel diyor. O anda arkada “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin.” şarkısı çalmaya başlıyor ve Erbil camdan atlayarak intihar ediyor. Bu da yasın melankoliye dönmesinin güzel bir örneği olmuş. Kaybedilen kişinin iyi tarafını içe almak yerine kötüyü içe aldığımız zaman yas, melankoliye dönüşüyor. Zaten gerçeklikten kopmuş olan ve kendini suçlu hisseden Erbil hem karısına kavuşmak hem de kendini cezalandırmak adına intihar ediyor.

Bunalmışlık ve Sıkışmışlık

Daha önce Aziz’in insanları kırmaktan imtina ettiğinden ve kendini ifade edemediğinden; bu yüzden ablası ve ailesinin evini işgal etmesinden ve sevgilisi Burcu’dan ayrılamayışından bahsetmiştim. Aziz insanları kırmak veya huzursuzluk yaşamak yerine beyaz yalanlar söylemeyi tercih ediyor. Evde ve ilişkisinde son derece bunalmış ve sıkışmış hisseden Aziz, film boyunca kendine yalnız kalacağı bir yer arıyor. Yalnızlığından mustarip olan Alp’e, kız arkadaşı ile evini kullanıp kullanamayacağını soran Aziz, Alp’in ona evini açmasıyla birlikte kendine yalnız kalabileceği lüks bir mekân bulmuş oluyor. Ancak Aziz elbette hala restoranda takılmış plak gibi aynı cümleyi kuran Burcu’yu yanına almıyor.

“Mağdur”un Öfkesi

Alp ise gece arabada yatsa ve Aziz’in yalanını bilse de buna ses çıkarmıyor. Ta ki filmin sonunda Aziz kendine kalacak başka yer buluncaya kadar. Alp bundan sonra gizli kameralarla her halini çekmiş olan Aziz’in görüntülerini sosyal medyada paylaşıyor. Bu bana narsisizmin içinde var olan röntgenciliği hatırlattı. Alp Aziz ile vakit geçiremeyince onu röntgenliyor. Önceden Aziz’i idealleştirmiş olan Alp, Aziz’in ona sınır koyması ile birlikte karanlık tarafa geçiyor ve onu değersizleştirip cezalandırıyor. Başlangıçta ona evinin kapılarını kendi isteği ve teklifiyle açan, yine kendi isteği ile arabada yatan Alp, Aziz’den beklediği karşılığı alamayınca suiistimal edilmiş hissediyor ve Aziz’e öfke duyuyor. Günümüz ilişkilerinde de bunu sıkça görüyoruz, birisi kendi isteği ile karşının talebi olmadan bir fedakârlık yapıyor, sonra o fedakarlığın kafasındaki karşılığını bulamayınca mağdur olmuş hissedip kendinde karşıyı cezalandırma hakkı buluyor.

Hallederiz Abi

Filmin bir yerinde Aziz’in iş arkadaşlarından Cevdet akşam vakti uyuyakalıp evdeki yemeğini yakınca yemek siparişi vermek için bir restoranı arıyor. Telefonu açan restoran görevlisi önce adres teyidi yapıyor. Ardından geçen konuşmada yemeklerin hiçbirinin orada mevcut olmadığı, aslında restoranın bir doğum günü kutlaması nedeniyle kapalı olduğu ortaya çıkıyor. En sonunda doğum günü pastasından göndermek ile ilgili anlaşıyorlar. Bu diyaloglar bana ülkemizde yeterli donanıma sahip olmayan kişilerin, herhangi bir iş imkânı çıktığında onu reddetmek yerine idare etmeleri durumunu hatırlattı. Bir iş imkânı çıktığında önce işe girelim, anlaşmayı yapalım, ondan sonra gerekli ayarlamaları yapar ve işi bir şekilde hallederiz anlayışı var. Restoran aslında kapalı olmasına rağmen müşteriyi kaçırmamak adına telefonu açıp, onu döner yerine pasta yemeye ikna edebiliyor.

Sonuç olarak, “Azizler” filmi bugünün insanlarının psikolojik hallerine mizahi bir dokunuş yapıyor. En nihayetinde eski bir tabirle güldürürken düşündüren, sorgulayan, merak ettiren, doyurucu bir film olmuş. Ben beğendim!

--

--

Rüveyda Çelenk Yılmaz
Türkçe Yayın

Clinical Psychologist/ Psychotherapist/ Somatic Experiencing Practitioner/Interested in Political Psychology/ Traveler