Büyübozumunda Bir Mistik Realist: Nobel Ödüllü Jon Fosse

Ahmet Hasim
Türkçe Yayın
Published in
7 min readMar 24, 2024

Bu yazıda, “Söylenemeyeni dile getirdiği” için 2023 Nobel Ödülünü alan Norveçli yazar Jon Fosse’nin eserlerinin arkasındaki motivasyonu incelemeye çalışacağım. Bunu yaparken Jon Fosse’nin kişisel yaşamına ve eserlerine de değineceğim. Mümkünse, ben de onun hakkında söylenemeyeni dile getirmeye çalışacağım. Başlayalım.

“…sonra şişeyi Asle’ye uzattı bir yudum içmesini istedi, Asle içkiyi yudumladı, derken Sigvald Baba elindeki kemanı Asle’ye verdi, biraz çalıp havaya gir dedi, en iyi müzik yavaştan çalmaya başlayıp, incecik tınılardan yükseklere taşımakla, hiçlikten muazzama çıkmak şeklinde olur, dedi, Asle oturduğu yerde hiçlikten başladı çalmaya, ta altlardan başladı müziğe, çalabildiği kadar ağır ve alçak tonlardan çaldı biraz ve giderek üst perdelere yükseltti.” — Jon Fosse, Üçleme

Fosse’nin Dünya Yaşamına Girişi

Arkaik dönemden bugüne kadar, birçok badire atlattık, birçok devrim yaşadık. İlkçağ, ortaçağ, yeniçağ, aydınlanma, modernistler ve postmodernistler. Kopernik, Darwin, Freud bizi egosantrik/antroposantrik uykularımızdan uyandırdı. Nietszsche’lerle tanrıları öldürdük, Weber’lerle büyübozumuna şahit olduk. Eski kültürlerin el çekişini izledik. Tam aydınlanmanın büyüsüne kapılmıştık ki, arkaik beynimizin varlığını hatırlatan bir döneme girdik: 1. ve 2. Dünya savaşında yaşananlar… Nietzsche’nin dediği gibi, tanrılar öldü ama açılan boşluğu nasıl dolduracaktık, hangi sapkın “yeni törenler” düzenlenecekti bu büyük kaybın ardından?

21. yüzyıla da gelebildik böylece. İnsan-evladının diyalektiği hâlen devam etmekte. Aydınlanmacılar bir tarafta, aydınlanmacı karşıtı postmodernistler bir tarafta, New Age akımıyla, relativism(görecilik: her şey makbuldür) ve cancel culture(linç kültürü) ile iyice kaotik bir hale bıraktık kendimizi. Aydınlanmacılara göre bu, ilerlemenin doğal bir parçası iken; postmodernistlere göre gittiğimiz yol, yol değil ve yol yakınken dönmeliydik.

Tüm bu tartışmaları bir kenara bırakalım ve Jon Fosse’ye odaklanalım. Kendisi 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden 15 sene sonra, 60'lara doğru doğmuş ve gençliğinde hippilik, komünizm ve anarşizm gibi periyotlardan geçmiştir. İlgisini çeken isimlerin çevirileriyle başladığı edebi yaşamına, oyun, şiir ve roman yazarlığı ile devam etmiş. Bu sırada 2 evlilik yapmış birden fazla da çocuğu olmuştur. En sonunda, spiritüel serüvenini ateizm ile taçlandırmış ve hiçbir şeye inanmamaya karar vermiştir… Ve tam bu noktada, tüm olan bitenin ardından, hakikatin zirvesinde, kendisinin post-truth dönemine girmiş ve yeniden dirilmiştir: Mistik Katolik yeniden.

“Everything I’ve written can perhaps be called a sort of mystical realism⁠” — Jon Fosse, Cecile Seiness Röportajı

2012'de alkolü bırakmış ve Katolisizme geri dönmüştür. Jon Fosse ile ilgili en ilgi çekici şey de budur. Onca şeyin ardından, bambaşka bir perspektif ile, yeniden semavi inanışına geri dönüş… 21. yüzyıl: kültürlerin hızla zeminden çekilmeye devam ettiği, insanları boşluğa ittiği, görecilik adı altında her türlü ahlakdışı durumun da legalize edildiği, dini boşlukların astroloji ve burçlar ile doldurulduğu bu yeni kaotik dönem. Nietzsche’ye göre, bilime inanmak dahi bu boşluğu kapama işlevi görür: “Bilime olan inancımızın altında yatan hala bir metafizik inançtır.” Böylesine bir dönemde, Norveç’in karanlık tonuyla bir mistik çıkıveriyor, her şeyin gayet bilincinde, Hegelci bir hamleyle mevcut durumu kapsayarak aşıyor ve bize yeni bir bakış vaat ediyor. Yaşam deneyiminin içindeki o mistisizmi yok sayamıyor. Kendi deyişiyle, bunu yok saymak için her türlü aşırılığı denese de, o spiritüel yanı kendiliğinden beliriveriyordu. Marksist yönüyle ruhsal deneyimlerini yok saymaya, kendi içinde yaşamaya çabalasa da, bir noktada tek başına bir maneviyat yaşamak ona katlanılmaz gelmeye başlıyor. Bunu paylaşıma açmalı, birlikte yaşamalı, diye düşünüyor. Böylelikle, spiritüel tarafını doyasıya yaşamak ve diğer insanlarla paylaşmak üzere dine geri dönüyor. Din bir formdu. Katolisizm, tanrıyla ve diğerleriyle birleşme deneyimine vesile olacak bir nostaljik ve spiritüel meskendi sadece. Fakat yine kendi ifadesiyle “dogmalarından arınmış bir şekliyle”.

“Bu mistik yanım yedi yaşımdayken beni ölümle burun buruna getiren bir kazayla alakalı. Kendimi dışarıdan, parıldayan bir ışıkta, huzurlu, çok mutlu bir halde gördüm ve eminim ki o kaza, o an, o ölüme yakın deneyim beni bir yazar olarak şekillendirdi. Bu olmasaydı, bir yazar olur muydum şüpheliyim. Bu benim için çok temel bir şey. Bu deneyim, hayatın manevi boyutuna gözlerimi açtı ama bir Marksist olarak bunu elimden geldiğince inkar etmeye çalıştım. Fikrimi değiştiren ise, yazmak oldu. Yaşım ilerledikçe inancımı başkalarıyla paylaşma ihtiyacını daha çok hissettim. Bunu, Katolik Ayinleriyle huzurlu ve güzel bir biçimde yaşayabildim.” — Jon Fosse, Los Angeles Review of Books Röportajı

Jon Fosse ne için yazar?

Aslında onun mistik realizmi, bir nevi keşiftir, bir kendini bulmadır. Katolikliğe dönüş; Tanrıyla, doğayla ve sevdikleriyle iletişiminde yeni bir ton bulma, kendisine daha uygun olana dair bir arayışın sonucu. Yazıları da aynen böyledir. İçinde bir anlatı var, bir yerden sesler geliyor fakat o ne ola ki? Oturmalı ve dinlemeli o sesi, yazıya dökmeli. Haliyle yazma eylemini hep mistik buluyor Fosse. Çünkü yazma eylemine girişmeden önce ne yazacağını kendisi de bilmiyor. Yazdıklarıyla ilgili The New Yorker’daki röportajında şunları söylüyor: “Yazarken hiçbir şeyi tam olarak hayal etmem. Bu daha çok bir dinlemedir. Bir sesi dinlerim ve duyduğumu yazıya dökerim. Hayal etmem. Nereden geldiğini de bilemiyorum.” Bir nevi ilham. Gerçek yaşantıdaki mistisizm, haddinden fazla mevcut. Zaten bunu anlatmaya çalışıyor Fosse, eserleriyle.

Eserlerin tonuna da değinmek gerekir. Norveç’in doğrudanlığı, karanlık ama sahici, realist ama mistik tonu beni hep vurmuştur. Vigdis Hjorth okuduğumda da benzer duygulara kapılırım. Burada kesinlikle romantizmden uzak, daha ayakları yere basan tatlı bir maneviyat var.

Hanging Linens — Trent Gudmundsen

Eserleri

Döngüler, potansiyel durumlar, tekrarlar, farklılıkların yanında benzerlikler, insanın tarihselliği ve tabii ki sıradan yaşamın mistikliği. Bunlar Jon Fosse’yi çok etkileyen kavramlardır ve yapıtlarında bunları ele alır. Bilinç akışı tekniği kullanır Fosse ve bu sayede sürekli kahramanların zihninin içindeyizdir. Sanıyorum ki bunu daha da vurgulamak için çok farklı bir yazma biçimi kullanır. Cümleleri sonlanmaz, virgüllerle akar gider. Kahramanımız anında geçmişe döner ve bunu cümleyi aktif olarak takip ederken fark ederiz, biz okuyucular. Hatta bazen ana kahramanın kim olduğunu bile unuturuz. Bu yüzden kolektif bilinç akışı tekniği bile denebilir, böyle bir terim var mı bilmesem de.

Üçleme’de, Alida ve Asle birbirlerini seven ve yaşama tutunmaya çalışan, “toplumun kabul etmedikleri” grubunun bir parçasıdırlar. Asle’nin babası Sigvald baba, çocuğu da yine Sigvald’dır. Asle yaşamını yitirdiğinde, Alida’nın yaşamına Asleik gelir. Yine Asle’nin kız çocuğu, Ales’tir. Kelime oyunları, tekrarlar, benzerlikler: hep yüzümüze çarpar bunu Fosse. Yaşamın döngüselliği ama döngüselliğin içindeki farklar. Potansiyeller ve yaşantılar.

Bir travmatik hatıranın, bir çekirdek anının, gün içerisinde gözününüz önünde belirişini düşünün. Ansızın kalabalıkların içinde, araba sürerken, bankada sıra beklerken, partideyken veya kim bilir neredeyken zihninize düşüverir. Bilinçdışı, sizin onu çağırmanızı beklemez. Onun kendi hükümleri vardır ve sizi ansızın ele geçirir. İşte tam da bu duyguyu muhteşem yaşatıyor Jon Fosse. Annesini kaybetmiş bir kız çocuğunun özlemi, bir olayın tam ortasında kahramanı ele geçiriyor ve cümle aniden bir tarihsel sıçrama ile devam ediyor. Flashback’ler onun eserlerinde sıkça karşılaştığımız bir olgu.

Henüz daha Türkçeye çevrilmeyen, “yazamamış olarak ölüp gitmekten çok korktuğunu” söylediği, Fosse’nin magnum opus’u olan Septology eserinde, Trilogy(Üçleme)’de bulunan kahramanlar yine çıkar karşımıza: Asle, Ales, Alida. Hatta bu eserde, iki adet Asle bulunmaktadır. İkisi de ressamdır. Benzerliklerle beraber farklılıklar barındırırlar. İkisi de birbirlerini görürler gözlerinde. Karşısındaki insan olmanın kıyısından dönmüş hayatlar. Bunu vurgulamak istemektedir Fosse.

Anılara ve geçmişe tanrısal bir anlam yüklüyor. Septology’de, “Yaşanan anıların artık olmaması ama yine de mevcut olması”, diyor Fosse, “tanrının varlığına benzer: Hiçbir yerde değildir ama aynı zamanda mevcuttur.” Bu çok etkiliyici. Asle’yi kaybeden Alida, hep ruhunda yaşatıyor onu. Annesi Alida’yı kaybeden Ales, anılarında var ediyor onu, ölmüş olsa dahi, annesiz bir dünya mümkün değil. Bu mistik değil de nedir? Bu kuvvetli bağların, bu açık seçik gösteremediğimiz ama sezdiğimiz manevi duyguların. Zaten bu yüzden, gündelik yaşantıların mistisizmini yaptığı için, realist olarak görür kendisini Fosse.

Aslında Septology(Yedilik) isimli kitabı bir nevi otobiyografik roman gibi gözükür, fakat bir yandan da kendisinden başka evrenlere bir kaçıştır. Bu yüzden, kendinden parçalar olduğunu kabul etse de, bir otobiyografi olarak bakılmasını istemez. Kitap, Asle’nin dine dönüşünü konu edinir. Ama burada misyoner bir Hristiyanlık vurgusu yoktur. Aslında hangi dine inanıyorsak, sanki ona dönüş gibi düşünebiliriz: Çocukluğundaki inanışa spiritüel bir geri dönüş. Daha hafif, daha realist, daha özgür; ama mistik. Zaten her zaman “God” ifadesini kullanmaktan kaçındığını söyler Fosse. Onun söylemek istediği, kelimenin karşılık geldiği ruhsal durumu ifade etmek. Bu ruhsal hissi, kahramanların diyalogları ve yaşantısıyla aktarmaya çalışır.

Zaten o yüzden, Nobel ödülü ona böyle takdim edildi: “…söylenemeyeni dile getiren eserleri için.”

Son Olarak

Henüz 7 yaşında yaşamın mistik yönünün farkına varan, hayatın bu yönünü aktarmaya çalışan bir isim. Hayatın sessiz, ikinci bir dilini keşfeden ve onu kullanan adam. Zaten eserlerinde de insanı insan yapan, o arkaik, o kadim meselelerin konu edildiğini görüyoruz. Monokl Edebiyat’a ve çevirmen Banu Gürsaler Syvertsen’e, yayımlanan eserler için teşekkür ediyorum. Umarım, onun şaheseri Septology de yakında çevrilir.

Yazıyı, Müge Oskay’ın çevirmiş olduğu, Fosse’nin Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasından bir pasajla bitirmek istiyorum. Bu samimi ve alçak gönüllü olan harika ton ile:

“Ve tiyatro yazmak istemeyen ben, on beş sene boyunca sadece bunu yaptım. Ve hatta yazdığım oyunlar sahnelendi, evet, zaman geçtikçe pek çok ülkede pek çok prodüksiyonları yapıldı. Buna hâlâ inanamıyorum. Hayat gerçekten inanılır gibi değil. Tıpkı Nobel Edebiyat Ödülü’nü almamla bağlantılı olarak bugün burada durmuş yazmanın ne olduğu hakkında şöyle ya da böyle anlamlı bir şeyler söylemeye çalıştığıma inanamıyor olduğum gibi.”

“Bir kere söyleşilerden birinde yazmanın bir tür dua etmek olduğunu söyledim. Ve basıldığını gördüğümde utandım. Fakat daha sonra bir teselli gibi, Franz Kafka’nın da aynısını söylediğini okudum. Yani belki de — demek ki doğru olabilir?”

Bir yazının daha sonu. Bu yazı hoşunuza gittiyse alkış, herhangi bir şeyi tartışmak isterseniz de yorum bırakırsanız mutlu olurum.

--

--