Babadağ’dan Olympos’a: Hep yolcuyuz böyle geldik böyle gideriz

Barancan Sönmez
Türkçe Yayın
Published in
7 min readJul 13, 2024

Aylarca süren yoğun bir iş temposunun ardından o gün gelip çatmıştı. Tüm hazırlıklar tamam, yürekler heyecan dolu, iki yiğit genç İzmir’den Fethiye’ye sabahın erken saatlerinde vardı. Yüreklerinde meçhulün heyecanı, gözlerinde ise maceranın parıltısı vardı. Bu iki yiğidin ilk macerası olacak bu gezi tarihe şöyle geçti: Akdeniz’e inen Ordulu Kerim ve Bitlisli Barancan hayatın, evrenin ve her şeyin anlamını buldular! Bu anlamı yazıyı okuyunca sizde anlamış olacaksınız.

Gün 1: Ölü Deniz

Bu mavi güzellik karşısında Kerim, “Birader, işte budur, hadi başlıyoruz,” dedi. İkisi de büyük bir heyecan içindeydi. Sahili keşfettikten sonra, sırtlarında çantaları ve çadırlarıyla Ölüdeniz’in derin ormanlarına doğru ilerlediler. Şehirler öylesine konforlu bir noktaya evrildi ki, artık bir şehirde hayatta kalabilmek için insanın çevresini sezmesine ve tehlikelere karşı tetikte olmasına gerek kalmadı. Bu durum da beyinlerimizi epey hantal hale getirdi. Ancak doğada aldığınız her kararın içerdiği riskler, sizi her zaman tetikte ve dikkatli tutar.

Ölüdeniz’in güzelliği.

Binlerce yıllık duyguları içinde barındıran ormanda keşif gezisi yaptıktan sonra güneş yavaş yavaş alçalmaya başlamıştı. Kendilerine güzel bir alan buldular. Gece Ölüdeniz’in ormanında geçecekti; etraflarında sürekli dolaşan yaban domuzları ara sıra kendilerini ürkütse de hızla çadırlarını kurdular, ateş için odun topladılar ve nihayetinde kamp ateşini yaktılar. Ateşi her zaman Ordulu Kerim yakar, yemeği ise Bitlisli Barancan pişirirdi, ihtisaslaşma.

Ölüdeniz Ormanları ve Ordulu Kerim

İnsanlık ateşi bulunca yiyeceklerini pişirip çok fazla efor sarf etmeden kolayca çiğneyerek bolca kalori aldı. Bu da türümüzün vücuduna oranla gezegendeki en büyük beyne sahip olmasını sağladı. İşte, ateşin bulunmasından yüzbinlerce yıl sonra, iki Homo sapiens ateş başında oturmuş büyük beyinleri ile sohbet ediyordu. Sayısız konu ve sohbet geçti aralarında. Yazıya dökülse güzel olurdu ama bazen bazı şeyler uçup gitmeli. Cem Karaca’nın Sakın Reddetme parçasını ayrı bir severdi bu yiğitler.

Onlar Neşet Ertaş, Erkin Koray ve Cem Karaca dinlerdi.

Gün 2: Babadağ

Güneş çadırlarını yeterince ısıtınca uyanıverdi yiğitler. Büyük maceranın ikinci gününde pıllarını pırtlatını toplayıp yola revan oldular. Bugün yüce Babadağ’ı keşif günü idi, kafalarını kaldırıp bir baktılar, göğe uzanan yüce dev 1969 metrelik heybetiyle kendilerine selam verdi. Zirveye ulaştıklarında bir taraflarında Fethiye diğer taraflarında Muğla serilmişti. Bir tarafta dağdan atlayıp göklerde süzülen paraşütçülere bakakaldı Barancan, fakat ceplerindeki akçe, paraşütle süzülme hayallerini gerçekleştirmeye kâfi gelmediğinden, sadece uzaktan seyretmekle yetindiler.

Babadağ’ın İhtişamı.

Onlar artık sıradan insanlar değildi; gözleri, Babadağ’ın zirvesinde günbatımına şahit olmuştu. Evrenin başlangıcından itibaren geçen 13.798 milyar yıl, sanki tam şu anda, bu iki gencin gözleri önünde duruyordu. Sanki tek gerçek buymuş gibi hissediyorlardı. İnsanoğlunun yıldız tozundan gelen hikayesi, bu iki maceraperestin ayak izleriyle dağın yamaçlarında yeniden yazılıyordu. Gözlerini ufukta gezdirirken, zirvenin sunduğu görüş açısı onlara evrenin sınırsızlığını hatırlatıyordu. Babadağı keşfe çıkıp kendilerine gece için güzel bir yer buldular. Her zamanki gibi Kerim ateşi yaktı, Baran ise peynirli makarna pişirdi. Bu sefer şanssızlardı; orman güvenlik aracı, ansızın gelerek araçtan indiler ve “Kalkın, gidin buradan.” dediler. Ancak insaflı görevliler, pazarlık sonucunda ateşi söndürmek şartıyla kalmalarına izin verdiler.

Sol: Babadağ’da sabah. Sağ: Babadağ’da Gece

Gün 3: Kabak Koyu

Sabah Babadağ’da biraz etrafı dolaşıp nefes aldılar, sonra malzemeleri toparlayıp çantaları yüklendiler ve dağdan indiler. Ölüdeniz’i arkalarına alıp yaklaşık 2 saat ağır çantaları ile yürüdüler. Her bir adımda, ayaklarının altında geçmişin izleri, bin yıllık hikayeler canlanıyordu. Likya Yolu gerçekten de sayısız medeniyete tanıklık etmişti. Kelebekler Vadisi’ne vardıklarında biraz dinlendiler. Daha sonra Kabak Koyu’na gittiler. Burası ağaçların içerisinde hippilerin yaşadığı mükemmel bir koy idi. Dün dağda epey yoruldukları için Kabak Koyu’nda önce dinlendiler, ancak sonraki gün ormanın derinliklerinde çok zorlu bir yürüyüş rotasında ulaşılması zor bir şelaleye gitmeye karar verdiler.

Saklı bir cennet: Kabak Koyu

Şelaleye giden yol epey tehlikeliydi, bir noktada geçmemiz gereken bir gölet vardı. Kerim, burayı şortunu baldırlarından yukarıya kaldırarak geçmeye çalıştı. Baran ise örümcek misali kenardan duvara tırmandı. Sonuç olarak Baran çok feci şekilde suya düştü ve kendini yosunların içinde buldu. Telefonunu kurtarmak için hemen elini cebine atıp telefonu Kerim’e uzattı. İkisi de telefonuna su kaçırmıştı. Olacak iş değildi, ancak bir şekilde hallettiler. Şelaleye vardıklarında, epey zorlu bir rotanın ardından, tüm yolu yürümüş başka bir genç orada duruyordu. Yanında kahve vardı ve ıssızlığın ortasında denk geldiğimiz bu insan bize kahve ısmarladı. Kendisi de bizim gibi öğrenci idi ve maceraya atılan başka bir ruh idi.

“Yaz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?”

Gün 4: Patara

Kerim her gün şu lafı etti: “Baran, oğlum çok iyi bir gündü lan, ne maceralar, ne manzaralar gördük, daha iyi ne olabilir oğlum.” Ancak her gün daha da iyiye gitti. Bugün kıyı şeridinden Antalya’ya doğru yola çıktılar. İlk durakları Patara oldu. Bu çok uzun sahil şeridi, aslında antik bir kente ve inanılmaz kum tepelerine sahipti. Kendilerini Frank Herbert’in Dune romanında gibi hissettiler. Kum tepelerinde vakit geçirdikten sonra birçok kampçının aynı alana çadır kurduklarını gördüler. İçlerinden bir his onlara, “Çadırlarımızı kurmayalım, belki ormanın içine gireriz ve daha iyi bir yer buluruz,” dedirtti. Kum tepelerini gezdikten sonra gün batımında çantalarını alıp ormanın içine girdiler. Tam o sırada polis arabalarının sesleri kulaklarına geldi. Çok ilginç bir şekilde, tüm çadır kuran insanları polisler sürdüler. Muhtemelen antik kente çok yakın oldukları için olabilir. O an çok mutlu oldular, ormanda saklandılar ve polisler gidene kadar bekleyip daha sonra keşfe devam ettiler. Öyle bir kamp yeri buldular ki, gözlerine inanamadılar.

Ordulu Kerim ile Patara’yı keşfe çıkış.
Patara Kum Tepeleri veya “Lisan al Gaib”

Hava saat dokuz gibi kararınca, polislerin sesleri de artık duyulmaz olunca, Patara’nın kum tepelerinde, bir yanda uçsuz bucaksız kumların, diğer yanda ise derin ormanın olduğu bir alanda çadırlarını attılar. Öyle güzel bir ortamla baş başaydılar ki mest oldular; kumların sıcaklığı ve ormanın serinliği arasında huzur buldular. Gece ilerleyip de samanyolunu çıplak gözle gördüklerinde, hissettikleri duyguların derinliği karşısında şaşırdılar. Işık kirliliğinin içine doğdukları için şehirde hiç göremedikleri bir güzellikti bu. Gökyüzünde binlerce yıldız parlıyor, her biri onlara geçmişin ve geleceğin hikâyelerini anlatıyor gibiydi. Bu an, hayatlarının en unutulmaz anılarından biriydi. Biz buradaydık, yaşadığımızı sonuna kadar hissettik.

O mükemmel kamp alanı, önümüz kum tepesi, arkamız orman.
Biz buradaydık, yaşadığımızı sonuna kadar hissettik.

There is a pleasure in the pathless woods,
There is a rapture on the lonely shore,
There is society, where none intrudes,
By the deep Sea, and music in its roar:
I love not Man the less, but Nature more,

-Lord Byron

Gün 5–6: Kaş ve Uyuyan Dev Dağı

Sonraki gün istikametimiz Kaş’tı. İlk günün yorgunluğunu üzerimizden atmak için, Kaş’ın İnceboğaz sahilinde, şehre yakın bir konumda çadırımızı diğer kampçılarla aynı yere kurduk. Burada, Utku adında bir gençle tanıştık ve arkadaş olduk; bir gün boyunca yoldaşlık ettik. Akşamüstü Kaş merkezini gezdik, sokaklarında dolaşıp alışveriş yaptık. Ertesi gün ne yapacağımıza karar vermiştik: Uyuyan Dev Dağı’na tırmanacaktık! Bu dağ, tepeden bakılınca bir deve benziyor ve arkasında romantik bir efsane barındırıyor.

İnceboğaz Sahili, Kaş

Uyuyan Dev’e tırmanmak için gözümüze kestirdiğimiz bir patikadan yürümeye başladılar. Dik bir yol seçtikleri için oldukça yükseğe, ağır ekipmanları ile beraber çıktılar. Bazı noktalarda tırmanmaları gerekti. Zirveye ulaşmaları üç saat almıştı. Sonrasında hemen ağacın altına çadırlarını kurdular. O kadar güzeldi ki, tüm Kaş ayaklarının altında, pencerelerinin önündeydi. O an, aşağıda villası olan tüm zenginlerden daha iyi bir manzaraya sahipti bu iki fakir genç. Kerim ateşi ayarladı, Baran ise sucukları pişirdi. Afiyetle yediler ve günün en keyifli kısmına geldiler. Oturdular, zirvenin ucunda, tüm Kaş ayakları altında. Açtılar Cem Karaca’dan “Deniz Üstü Köpürür” ve başladılar şaraplarını yudumlamaya. O an, tüm kâinat onların emrinde gibiydi.

“Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?” Uyuyan Dev Dağı zirvesi.

Gün 7–8: Olympos

Uyuyan Dev’den sonra Olympos’a doğru yürümeye başladılar. Rotalarının son durağı olan bu antik kent, onları iki gün boyunca ağırlayacaktı. Yol boyunca kimi zaman kahkahalarla güldüler, kimi zaman yorgunluklarını birbirlerine anlattılar. Epey yorulmuşlardı Olympos’a vardıklarında. Ormanın içine çadırlarını kurduktan sonra, sahile inip biraz dinlendiler. Daha sonra antik kentin kalıntılarını hem karada hem deniz üzerinde keşife çıktılar. Olympos, sadece tarihi değil, aynı zamanda doğasıyla da büyüleyiciydi. Çok güzel yürüyüş rotaları ve Tahtalı Dağı onları cezbediyordu, ancak ağır çantalarından ötürü belleri epey yorulmuştu. Bu sebeple zorlu yürüyüşlere çıkmadılar. Olympos mükemmel güzelliği ile bu geziye harika bir final koydu. Hayatın, evrenin ve herşeyin anlamı?

“Bir cevap buldun mu sorulara?
Yiğitlikte var yine serde”

Olympos Antik Likya Kenti

Bu geziyi dört yıl önce 2020 yılında yaptık.

“Twenty years from now you will be more disappointed by the things that you didn’t do than by the ones you did do. So throw off the bowlines. Sail away from the safe harbor. Catch the trade winds in your sails. Explore. Dream. Discover. ”

-Mark Twain

--

--