Balık

B.L.
Türkçe Yayın
Published in
5 min readMay 5, 2019

Telefonum ikinci kez çaldığında açtım. “Alo” demeyi pek sevmediğim için:

-“Efendiiiiim?” dedim. “İ”yi gereğinden biraz fazla uzatarak.

Şen şakrak bir cevap geldi karşıdan:

-Doğum günün kutlu olsun!

-Aaa! Teşekkür ederim!

-Ne demek! Nerdesin? Sana hediyeni vermem gerek.

-Yok yahu ne hediyesi. Vermiş kadar oldun. Çok teşekkür ederim.

-Yok, valla olmaz. Aldım ve acilen vermem lâzım.

-Lahmacun mu aldın doğru söyle! Bozulmasın diye de hemen vermek istiyorsun. Ne bu aciliyet?

-Evet, lahmacun aldım. Hem de sevdiğinden; acılı. Allah’ım ne acayip bi’ kızsın. Şunu söyledin ama hâlâ arkadaşım kategorisindesin. Kıymetini düşün artık.

-Allah razı olsun. Sen de olmasan. Ama ben uzağım biraz şu an. Bahçeli tarafındayım ve araba kullanıyorum.

-E süper, ben de arabadayım ve eve geçeceğim zaten. Milli kütüphanenin orada iki dakika dur, hediyemi vereyim.

Milli kütüphanenin önüne vardığımda dörtlülerini yakmış beni bekliyordu. Dörtlülerimi yakıp, arkasına park ettim; arabadan indim. İki arabanın tamponlarının tam ortasında verdi hediyemi. Sonra da:

-Tekrar iyi ki doğdun! Gitmem gerek şimdi. Görüşürüz! Ha, unutmadan, içme suyu kullan!

dedi ve gitti.

Dörtlülerimin göz kırpan ışığında, ne olduğunu tam olarak anlayamadan kucağıma bırakıp kaçtığı hediyeye baktım: Boş bir cam fanus ve bir plastik poşet içinde parlak turuncu yavru bir japon balığı.

Balık.

Ve ben.

Tamam, bir balık burcu olabilirim ama bu balıklarla daha yakın bir ilişki içinde olmak istediğim anlamına gelmemeli. Neden bir balık? Hem de bana! Balıklara dokunamam ki ben!

Üstelik zavallı balık poşetin içindeydi ve fanus boştu. Bir de gitmeden bana “içme suyu kullan” diye salık vermişti. Tıkır tıkır işleyen zekâm hemen parçaları birleştirdi: bu balık bu fanusun içine koyulacaktı ve suyu da içme suyu olmalıydı.

Ama Allah’ım, neden bir balık? Ben balıklara do-ku-na-mam!

Eve döndüğümde poşetteki balığı ve boş fanusu mutfak tezgahının üstüne bıraktım. Zavallı balık yaklaşık 500 mililitre su içinde bir o tarafa bir bu tarafa yüzüyordu. Balığı bu cendereden kurtarmak istedim ve plastik poşetin düğümünü çözmeye giriştim. Heyhat! Poşete gemici düğümü atılmıştı sanki. Mümkün değil, çözülmüyordu. İki tırnağımı feda ettikten sonra çareyi düğümün bittiği yerden poşeti kesmekte buldum.

Balık poşetin 15 santimetrelik çapında 86467. turunu atarken, ben içerden minik kağıt makasımı getirmiştim bile. Poşet, içindeki suyun ağırlığı sebebiyle neredeyse dik duruyordu. Düğüm de kesilmeye hazırdı. Makasın bıçaklarını ayırdım; düğümün altına yerleştirip, bıçakları birleştirdim. Kağıt makası kendisinden beklemediğim bir performansla derhal ayırdı düğümü poşetin geri kalanından. Ancak, bir problem vardı.

Nedendir bilinmez, balığın fanusa transfer işleminin gereksiz stresi akli melekelerimi felç etmişti. Zira, fizik kurallarını (tamam, fizikten pek anlamadım hiçbir zaman ama bu kadar da değil) tamamen hiçe saydım. Düğümü, poşette sanki nükleer bir madde varmış gibi tek hamlede, uzaktan ve poşeti hiç tutmadan kestim. Haliyle, ah bakın yine fizik kuralları, içerdeki su dışarı çıkmak istedi ve bunu yaparken yanında, evet, balığı da götürdü. Suyun çıktığı “dışarısı” elbette ki mutfak fayansıydı ve zavallı balık artık yerde, oksijensiz bir şekilde çırpınıyordu.

“Bu trajik görüntü karşısında derhal alarma geçtim ve normal şartlarda yapılması gerekeni yaptım” demeyi gerçekten çok isterdim ama tam bir palavra olurdu çünkü mantığım sanırım o gün izinliydi. Kelimenin tam anlamıyla parmak kadar (hatta gerçekten serçe parmağım kadar) balığa dokunamıyordum. Balık birkaç saniye daha yerde çırpındıktan sonra aklıma onu az önce kestiğim poşetin ucuyla almak geldi. Derhal planımı uyguladım. Başarılı bir şekilde balığı yerden aldım. Tam fanusa bırakacaktım ki can derdinde olan balık poşetten sıçradı ve lavaboya düştü.

Harika.

Bir of çektikten sonra, beyaz seramiğin üstünde zıp zıp zıplayan kadersiz balığı, aynı metotla, yani kesilmiş poşet ucuyla almaya giriştim. Ancak, seramik çok kaygan ve balık da fazla hareketliydi. Üç başarısız girişimden sonra nihayet balığı aldım fakat balık tekrar zıpladı ve bu defa metal lavabo deliğinin üstüne düştü. Elimde poşetin ucu, bu sefer de lavabo deliğinden balığı kurtarmaya giriştim. Bir iki kez balığı poşete alabildim ama balık tekrar tekrar düştü ve derken… yok oldu.

Kayıp balığın peşinde sağa baktım, sola baktım, yere baktım. Hatta fanusun içine baktım. Ve hatta, şeffaf poşeti bile balıktan bir iz var mı diye inceledim. Nihayet gerçekle yüzleştim: balık lavabo deliğinden düşmüştü.

Şanssız balığın şu ahir ömründe olağan şartlar altında muhtemelen hiç yaşamayacağı kadar travma yaşadığı yetmezmiş gibi, şimdi de karanlık su borularında seyahat ediyordu. Balığın bana verilmesi ve benim onu o delikten bir daha dönemeyeceği bu yolculuğa uğurlamam arasında topu topu bir saat vardı. Şimdi bana ne demeliydi? Nasıl bir insan küçücük balıktan korkardı ve ona istemeden de olsa böyle işkence yapardı?

Nitekim, günah çıkartmak için arayıp olayı anlattığım annemin, “Kızım ne var da korkuyorsun küçücük balıktan? Yazık değil mi!” sözleri zaten yüreğimi sıkıştıran vicdani rahatsızlığı iyice perçinledi. Kendimi bir tür cani gibi hissediyordum. Çok ama çok üzülmüştüm. Anlamsız bir korku bir cana mal olmuştu.

Ancak, yapacak bir şey yoktu.

Tahmin edeceğiniz üzere balıkla bir daha karşılaşmadık. Sadece bir kez rüyamda (ya da kâbusumda) ben duş alırken duş başlığından çıkıp piranhaya dönüşerek benden intikam aldığını görüp, bir süre duşta gözümü kapatamadım. Sık sık, düştüğü borudan başka boruya oradan da bir şekilde Eymir Göl’üne ulaşmış olduğunu ve çoluk çocuğa karışıp mutlu bir hayat yaşadığını umdum. Sonra unuttum.

Ben balığı unuttum, üzerinden uzun zaman geçti; pek çok şey değişti ancak bir şey değişmedi. Hâlâ anlamsız korkularım yüzünden bazı şeyleri ve çoğunlukla da kendimi, hayatımı, huzurumu harcıyorum. Dokunmaya korktuğum problemlerimin üstüne elimde bir poşetle gidiyorum. Bunu yaparken de problemin üstüne gittiğim için cesur olduğumu ve poşetle de kendimi koruduğumu sanıyorum ama aslında korkaklıktan başka bir şey değil yaptığım. Üstelik bu şekilde problem yok olunca onu çözdüğümü sanıyorum ama aslında daha da büyümüş oluyor.

İnsan bir tuhaf yaratık. Bir şeyi görmeyince var olmuyor sanıyorsun belki ama düşünürsen varlığını hissettiğin her şeyi illa ki görmüyorsun. Gözünün önünde olmaması sadece geçici bir rahatlama. Hissettiğin, içinde olan, duyumsadığın her şey “var” aslında.

O sebeple, kaçma. Poşeti falan da bırak bi’ kenara. Çıplak ellerinle, çok korksan da da yürü üstüne. Dokunmaktan korkarken, kimseyi öldürme.

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--

B.L.
Türkçe Yayın

A human living by the following: “We should never leave a paradigm unchallenged simply because it is dominant.”