Bir Düş Düşü
Havada asılı duran bir şeyler var. Avize gidip geliyor. Bir hafiflik, ve karanlık. Yorganın altında büyüyen bir kızıllık var. Duvarda bir şeyin gölgesi gidip geliyor. Peşinden koşuyorum. Benim değil bu. Ona doğru koştukça cılızlaşıyor, siliniyor. O kadar çok koşuyorum ki gölge karanlıkta kayboluyor. Karanlığa düşüyorum…
Sıçrıyorum.
Rüya. Dün de olmuştu, değil mi? Kapının başında bekleyen adamın kalın sesine korkmuştum. Ve ondan önceki gün başımda ağır bir sızıyla uyanmıştım. Bilincim o an yerinde değilse de, duvardaki iz ve başımdaki acı ne olup bittiğini anlatıyordu. O sabahın hatırasını duvara nakşetmiştim, baktıkça hatırlayacaktım.
Fakat düne göre bu yine de hafif bir sabahtı, biraz da renkli belki. Tavanımın hiç bu kadar rengarenk olduğunu hatırlamıyorum. Tam olarak henüz göremiyor olsam da, baldırlarımdaki soğuğu ve karşımdaki manzarayla odamda olmadığımı anlıyorum. Biraz, farklı. Masamı görebiliyorum, fakat hayır, bu odayı daha önce hiç böyle gördüğümü hatırlamıyorum. Doğrulmaya çalışıyorum, fakat yapamıyorum. Bacaklarımdan güç almaya çalıştıkça kendimi bir boşlukta hissediyorum. Hayır, bir his değil, boşluktayım. Başımı doğrultup bacaklarıma baktığımda onların yerden kesilmiş olduklarını görüyorum. Bir anlık geçirdiğim şaşkınlık içinde ellerimin de serbestçe dolaştığını fark ediyorum.
Yerde değilim, tavandayım! Evet, evet! İşte halı, masa, pencere, bilgisayar ve kalorifer! Dünyam ters dönmüş! Dünya ters dönmüş!? Ama nasıl!?
Bir kaç dakika tavanda sallandıktan sonra tavana, daha doğrusu yere doğru inmeye çalışıyorum. Ayaklarımla beceriksizce tavanı (yeri) iterek aşağıya doğru sallanıyorum. Oha! Uçuyorum lan! Heyecanım bir anda başımın duvara nakşetmesiyle nefrete dönüşüyor. Sakin kalmalıyım…
İnsan başına gerçekten ne geleceğini, neler gelebileceğini hiç düşünmüyor. Evinizde oturup monoton hayatınızı sürdürürken iki saat sonra dünyaya çarpacak aptal bir meteor yüzünden o güne kadar bildiğiniz her şey, tam anlamıyla her şey yok olabilir. Belki meteor biraz insaflı davranıp sizin şehrinize düşmez ve hemen ölmezsiniz, fakat böyle bir ihtimali düşünürken bile “benim başıma gelmez” demek de benzer bir düşüncesizlik değil midir? İnsan her şeyi düşünmeli.
Basit olarak uçuyordum, fakat teknik olarak buna uçmak denemez. Kütleçekiminin artık üzerimde bir hükmü yok sadece. Uçmak, düşmeye direnmekse, ben uçmuyorum ama düşmüyorum da.
Kapıyı açıyorum. Büyük odaya doğru süzülüyorum. Dolaptan güç alıp odanın öbür tarafına doğru kendimi itiyorum. Ellerimle beceriksiz bir fren yapıp tavana uzanıyorum. Sayısız defa tur attığım şu odayı ilk defa bu açıdan görmek bir hayret uyandırıyor içimde. Kendimi yere doğru itiyorum. Masanın bacaklarına tutunup yerde kalmaya çalışıyorum. Yere kapaklandım. İmkânsız. Önce ayaklarım, sonra gövdem ve en son başım tavana doğru hareket ediyor. Gökçekimi.
Pencereye çıkıyorum. Güneş henüz doğmamış. Geceden kalan bir sessizlik ve temiz hava var. İçime çektikçe heyecanımı dindiriyorum. Pervazlarından tutunup kendimi pencereye bakan ağaca doğru fırlatıyorum. Tam anlamıyla bir fırlatmak bu, başka şekilde ifade edemem çünkü beceriksizce ve emin olmadan yapıyorum bunu. İyi de olmuyor zaten. Ağaca tutunamıyorum. Açık bir havada, kütleçekiminin olmadığı bir sabah başımdaki acıyla gökyüzüne doğru sallanıyorum.
Elbette gökçekimi diye bir şey yok. Dünya her ân uzay boşluğunda güneşe doğru düşerek kilometreler katediyor. Sonlu bir evrendeyiz, günün birinde düşecek belki, fakat şimdilik onun ıskaladığını söyleyebilirim. Oysa artık ben, ona doğru düşen ve ıskalayan ay ve uydular gibi değilim. Beni artık istemiyor. İlk fırsatta fırlatıp atacak.
Beni burada tutan tek şey, o aptal odaydı.
Bir rüzgar başlıyor. Yükseliyorum. Odam, pencere ve ağaç ayaklarımdan öte yana doğru çekilerek uzaklaşıyor. Rüzgar şiddetlendikçe soğuğu daha derinlerimde hissediyorum. Ağaç, artık mahalledeki diğer ağaçlardan bir farkı olmayan bir ağaca dönüşüyor. Pencereyse kayboluyor. Rüzgarın şiddeti gözlerimi acıtıyor. Kollarımla yüzümü koruyorum. Havada iki büklüm olmuş, gökyüzüne düşüyorum. Gözlerimi bir ara açıp artık yukarıda veya aşağıda olan, sahte altınlardan yapılmış, şehrin damarlarını görüyorum. Serserilik yaptığım sahil hattını, akşamları boş bulduğumda yeşilliklerine sürüne sürüne gezdiğim caddeyi görüyorum. Soğuk, tişörtümden içime giriyor. Yeryüzü ve gökyüzü, aşağısı ve yukarısı, aydınlık ve karanlık birbirine karışıyor...
Biraz sonra güneşin uzaktaki bulutlardan göz kırptığını görüyorum. Bir fırıldak gibi bulutlara doğru sallanıyorum. Her bir dönüşümde güneş kendini daha da belli ediyor. Bulutlara dalıyorum. Nemin sıcaklığı iyi hissettiriyor, fakat ne olduğunu anlamadan bulutları aşağıda veya yukarıda buluyorum. Güneş artık görebiliyor beni. Rüzgarsa diniyor biraz. Artık hafif, daha hafif, tatlı bir yel vuruyor yüzüme. Ah güneş! Bulutların üstündeyken, sanki renklerin ötesinde bir ışık buluyorum.
Bulutlar şekilsizleşiyor. Gökyüzü artık mavi değil. Ellerimi bulamıyorum. Bacaklarım gövdeme kilitlenmiş, bekliyorum. Bir şeyi bekliyorum. Nefesim daralıyor, nefes alamıyorum. Ellerimi buluyorum. İki yana açıp uzanıyorum. Göğsümde bir sancı başlıyor. Şimdi mi? Kalbimde bir saplantı, damarlarım şişmiş. Başım çok ağrıyor.
Hayır, ben bir yere gitmedim, odam ve dünya gitti. Ben hâlâ buradayım. Üşüyorum, çok üşüyorum. Keşke ceketimi alsaydım.