Bir Kişilik Ödünlemesi: Irkçılık
İnsanlığın var oluşundan beri birçok temel ayrım ile karşılaşılmış; ten rengi, göz şekli, kas yapısı, mensup olduğu din, ideoloji gibi farklı sebeplerle kimileri kimilerine nispetle üstün tutulmuş ya da hor görülmüştür. Bu durum şüphesiz ki tarih sahnesinden, hayatın içinden yüzümüze karşı haykırılan yadsınamaz bir gerçektir. Bu hususta; türlü mücadeleler verilmiş, canlar kaybedilmiş, umutlar yok edilmiş, milyonlar sigâya çekilmiş olsa da ırkçı tavır varlığını dâima muhafaza etmiştir. Bu yazıda kendimce, bu duruma sebep olan saikleri belirlemeye çalışacağım. Bunu yaparken ırkçılığın ekonomik, durumsal, politik sebeplerinden ziyâde insan doğasına ait genelgeçer sebeplerini açıklamaya gayret edeceğim.
Öyle zannediyorum ki her insan için; doğup büyüdüğü çevre, ortam ve aitlik hissettiği her kavram var olan diğer bütün örneklerine göre daha kıymetli daha saygıdeğerdir. Fakat zihnî olgunluğa erişmiş bir insan için bu hep böyle mi kalacaktır? Fiziken olmasa da zamanla ve entelektüel mahiyetleriyle birlikte gelişen zihnî melekeleriyle çevresini aşabilmiş, kendisine aşılanan her türlü fikri sorgulayabilmiş ve pranganlardan kurtulabilmiş bir insan için de bu durum geçerli midir? Kanaatimce burada her insanın duygusal belleğinde daima bir pozitif ayrımcılık söz konusu olacaktır. Fakat burada kâmil insan ile sıradan insanı ayıran temel nokta, kendine ait olanların diğerlerine göre yalnızca kendi küçük dünyasında daha kıymetli olabileceği gerçeğinin farkına varılmasıdır.
Genel itibarıyla biz insanlar için aklî yönden olmasa dâhi duygusal yönüyle; doğup büyüdüğü vatan, içinde yaşadığı toplum, ana dili, ailesi vb. kavramlar diğer kişi ve kurumlara göre bir adım öndedir. Fakat bu durumun sınırlarını belirleyebilen insanlar öyle zannediyorum ki esaslı bir mahiyetle aklıyla, vicdanıyla hareket eden insanlardır. Evet, bu tür kavramlar hepimiz için belki de son derece kıymetli ve taviz verilmesi zor olan kavramlardır. Vatan sevgisi, anne-baba sevgisi, öz sevgi gibi duygular bizi biz yapan şeylerdir aslında. Onlara karşı sevgi beslemekte ve onlara değer vermekte hiçbir sakınca yoktur. Fakat bunlardan öte olan, varlıklarıyla tüm sınırları aşabilen, insanlığı ortak paydada buluşturabilen kavramlar vardır ki onların değeri var olan hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar yücedir. Bizce bunlar: adalet, hak, hukuk ve doğruluktur. Söz konusu bu kavramlar en yüce iyiler olarak tasvir edilebilirler ve her ne olursa olsun hiçbir kavrama feda edilemezler. Onlar; değerli görülen, kıymet atfedilen şeylerin; nirengi noktaları, iltica limanları ve onlara başlı başına hüviyet kazandıran ortak iyilerdir. Kanaatimce onlar var olmadan yeryüzünde hiçbir kavram müstakil olarak var olamazlar. Dolayısıyla adı her ne olursa olsun sevgi, saygı yahut hoşgörüye dayanan her türlü değer evvelâ onların varlığına muhtaçtırlar. Bu tür kavramları onlardan evlâ kılmak, evlâ kıldığımız mefhum her ne olursa olsun büsbütün zarara yol açacaktır. Oldukça sığ bir örnek ile bu durumu müşahhas bir vücuda bürümek isterim:
Yıllarca aynı evi, aynı duyguları, aynı kaderi paylaştığınız öz kardeşinizin sokakta bir kavgaya karıştığını gördüğünüzde onu sorgusuz sualsiz savunmaya kalkışmanız adaletsiz davrandığınızın basit bir göstergesidir. Oysa yapmanız gereken evvelâ durumu ve şartları öğrenip adalet terazisinde durumu tartıp buna göre karar vermenizdir. Biz insanlar aşina olduğumuz kişileri, kavramları, inançları savunmaya temayül gösteren bir içgüdüye sahibiz. Bu içgüdüye efendilik edebilmenin tek yolu da aklımızı egemen kılmaktır. Irkçılık dediğimiz kavram da aslında akıldan, mantıktan ve diyalektikten uzaklaşarak büsbütün ilkel duygularımızla hareket etmemiz sonucu ortaya çıkan bir insanlık ayıbıdır.
Ödünleme
Yazının başlığında da belirttiğim üzere ırkçılık benim için bir nevi kişilik ödünlemesidir. Peki ödünleme dediğimiz kavram tam olarak nedir? Ben burada ödünlemeyi Freud’un savunma mekanizmaları arasında gösterdiği ve tanımladığı şekliyle ele alıyorum. Freud’a göre insan birtakım savunma mekanizmaları yoluyla engelleme, çatışma gibi durumlardan kendini kurtarır. Bunlar genel itibarıyla bilinç dışı süreçlerde türeyen kavramlardır. Kişi bu mekanizmasını devreye sokarak yaşamış olduğu kaygıdan, sıkıntıdan ve çatışmadan kendini kurtarır. Bu kavramlar içinde yer alan ödünleme de kişinin bir alandaki yetersizliğini başka bir alanda başarı sağlayarak ya da başka bir alanda kendini yeterli görerek kurtulmaya çalışması anlamına gelmektedir. Aslında ırkçılık da tam olarak böyle bir şeydir. Kişi öz kapasitesiyle bir şeyler üretemediğinde, hayata dokunamadığında, kayda değer başarılar elde edemediğinde genellikle soyut kavramların varlığına sığınır. Burada da kişinin yaptığı şey tam olarak mensubu olduğu ırkın başarılarına sığınması, atalarının yapıp ettikleriyle, onların aldıkları kelle sayılarıyla, ulaştıkları toprakların kilometrekareleriyle övünmesidir. Bu bir insan için gerçekten de oldukça acı verici bir şeydir. Kişinin; kendine, düşüncesine ve öz bilincine bir hakaretir bu aslında. Zira ırkçılık kendini yetersiz görerek geçmişe sığınmaktır üstelik kendimizden büsbütün bağımsız bir geçmişe. Fakat bunlar içinde vahamet düzeyi en yüksek olanı kişinin kendi dışında var olan ve kendinden olmayanlara da zarar vermeye meyletmesidir. Kendisi siyah ırktansa beyaz ırka, a milletindense b milletine, insan ise hayvana (türcülük) zulmetme hakkını kendinde görür. Bunu da bir diğer savunma mekanizmasını kullanarak yapar. Yani yapıp ettiği zulümleri mantığa bürür. Buradaki mantık tamamen düz mantıktır aslında, şöyle ki:
a ırkı en üstün olan ırktır.
Ben a ırkına mensubum.
O halde ben en üstünlerdenimdir.
Misâlen kişi üzerinde yaşadığı topraklarda daha evvel atalarının hüküm sürdüğünü söyleyerek başka bir ırkın burada barınmasının mümkün olamayacağını öne sürebilir. Yahut kendi ırkının üstün olduğunu, ona birtakım toprakların Tanrı tarafından bahşedildiğini söyleyerek milyonlarca insanın canına kastedebilir. Bu tür örnekleri tarihin çığlıklarında büyük ölçekte ve günümüzde muaddel ölçeklerde görmekteyiz. Maalesef insanlığı ürettiği en büyük ayıplardan, onursuzluklardan biri olan ırkçılık insanlığın baş belası nice soykırımların baş müsebbibi olarak karşımızda durmaktadır.
Bu fikrimi çok değer verdiğimi Alman filozof Arthur Schopenhauer’dan bir iktibası ile güçlendirmek isterim:
En değersiz gurur, millî gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanlarla paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu ülkesinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her zavallı aptal gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu ülkesi ile gurur duyar. (Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar)
Irkçı tavır bizlere; başarmadığımız, şahit olmadığımız, yapmadığımız şeylerle onur duyabilmeyi ve bizimle ortak niteliklere sahip olmayan insanlardan nefret etmeyi aşılar. Bunu öyle kudretli bir şekilde yapar ki bunun üzerine kurulmuş olan; destanlar, şiirler, fikirler, ideolojiler bulmanız işten bile değildir. Oysaki özünde insanlığa katkı sağlamaya meyilli, hayata her daima köşesinden bucağından dokunmaya çalışan, belli merhaleleri aşmış ve belli alanlarda başarılı olmuş kişilerin bu tür hezeyanlara ihtiyacı yoktur. O, bireysel olarak başarı ve başarısızlıklarını kucaklayabilecek, onları eleştirebilecek aklî melekelere sahiptir. Evet, ırkçılık fazlasıyla akılsızlık da gerektirir aslında. Zirâ bir insanı yapıp etmediklerinden dolayı suçlamak, seçmediği kavramlardan dolayı yargılamak, aşağılamak küçük düşürmek ne kadar akılsızlık gerektiriyorsa şans eseri sahip olunan sıfatlarla övünmek de maalesef o denli akılsızlık gerektirir.
Oysa toprak hepimizindir, acılar hepimizin. Hepimizin gözyaşı aynı renktedir, hepimizin umutları aynı renkte. Yalnızca yaşamayı bilelim, yalnızca saygı duyabilmeye gayret edelim, o kadar. Dünya hepimiz için fazlasıyla büyük ve hepimiz için ulaşılabilecek o kadar çok şey var ki! Kendimiz olalım, birey olalım, ortak değerleri paylaşalım kâfidir.
Sorgulamanın, akletmenin ve hürriyetin zevkine doyasıya vardığınız bir hayat dileğiyle; saygı, hoşgörü ve bilgi ile kalınız.
Diğer Yazılarım:
- Bir Talebe, Bir Öğretmen: Nietzsche ve Schopenhauer
- Mutsuzluğun İmkânsızlığı: Stoa Felsefesi ve İçsel Huzur
- Ölümün Doğurduğu Adam: Michel de Montaigne
- Jean-Jacques Rousseau: Toplum Sözleşmesi, Ütopya ve Dönüşüm
- Yerleşik Ahlâka Balyoz Darbeleri: Friedrich Nietzsche
- Platon: İdeâl Devlet, İdeâl Cemiyet ve İdeâl İnsana Bir Bakış
- Bir Başka Filozof: Arthur Schopenhauer
- Diyojen’in Hocası Antisthenes ve Kinik Okulu
- Sadeliğin, Yalnızlığın Kutsallığı: Diyojen
- İdea’lleri Olan Büyük Filozof: Platon
- Eudaimonia: Aristoteles’e Göre Kişisel Mutluluk
- Bir Vâzife Olarak Ahlâk: Immanuel Kant
- Münzevînin Sığınağı: Yalnızlık
- Stoacılık: Köleden İmparatora Uzanan Felsefe -1
- İnsan Neden Boyun Eğer: Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Etienne de La Boétie)
- Bir Kişilik Ödünlemesi: Irkçılık
- Spinoza’nın Tanrısı
- Felsefeye Giriş Yapmak İsteyenlere Naçizane Bir Rehber, Kitap Önerileri
- Jean-Jacques Rousseau: Meczupluk ve Dâhilik Arasında Bir Yaşam-1
- Felsefe Ahmaklık Mıdır?
- Aydınlanma Hakkında Bir Deneme: Kant’ın Işığında
- Akıllı İnsan Hipotezi: Ön Yargı
- Modern Dünyanın Putları: Irk, Kan ve Toprak
- Friedrich Nietzsche: Tanrı’nın Ölümü ve Üstinsan (Übermencsh) Felsefesi
- ‘’Sapere Aude!’’: Bilmeye Cesaret Et!
- Elvedâ Çürük Elmalar: Felsefenin Gücü
- Filozofça Ölmek: Boethius