Carl Jung ve Gölgeler

Furkan Elmalı
Türkçe Yayın
Published in
5 min readOct 18, 2021

“Dünyanın öbür kutbuna yapılan bu keşif gezisi pek rağbet görmez; çünkü belirsizlikler ve tehlikelerle doludur.”

Carl Jung , biz farketmesek de günlük hayatımızda kullandığımız birçok kavramın hayatımıza kazandırılmasında önemli rol oynamış bir isimdir. İçe dönüklük, dışa dönüklük gibi özellikleri kavramsallaştırmış, kolektif kavramını da aynı şekilde hayatımıza sokmuştur. Hayatı boyunca yaptığı çalışmalar ile psikoloji, teoloji, etnografi, sanat gibi dallar üzerinde etkisi olmuştur ve okuduğumuz, izlediğimiz ve duyduğumuz eserlerde onun izlerine denk gelmemiz işten bile değildir. Hal böyleyken, Carl Jung hakkında bir araştırma yapıp ondan bahsetmek gerektiğini düşündüm. Acaba günümüz dünyasında bıraktığı bu etkileri nasıl bırakmış? Nelerdir bu etkiler?

Az önce bahsettiğim gibi bir çok alanda farklı farklı etkilerinden bahsetmek mümkün. Bu yüzden hepsini teker teker incelememiz ve aslında Carl Jung’un popüler görüşlerine şöyle bir göz atmamız gerektiğine inanıyorum. Yazının devamında Carl Jung’un Gölge, İçe Dönüklük Dışa Dönüklük, Persona, Anima ve Animus, Kolektif Bilinçdışı, Bireyselleşme ve Ruh gibi konulardaki görüşlerinden ve bu görüşlerin etkilerinden bahsedeceğim.

Gölge

“Ne yazık ki, insanın, bir bütün olarak, kendisini hayal ettiğinden ya da olmak istediğinden daha az iyi olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Her bir insan bir gölge taşıyor ve bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az somutlaşıyorsa, o kadar karanlık ve daha yoğun oluyor. Eğer aşağılık duygusu bilinçliyse onu düzeltmek için her zaman bir şansı vardır. Dahası, sürekli olarak diğer ilgi alanlarıyla temas halindedir, böylece sürekli olarak değişikliklere tabi tutulur. Fakat eğer bastırılmış ve bilinçten yalıtılmış ise, asla düzeltilmez. Ayrıca, bir bilinçsizlik anında patlak vermekle sonuçlanabilir. Tüm olaylarda, en son girişimleri engelleyen bilinçsiz bir engel oluşturur.”

Gölge arketipi, günümüzde psikologlar tarafından iç çatışmaları açıklamak için hala sıkça kullanılan bir arketiptir. Kısaca insan ruhunun ve bilincinin bastırılmış tarafı olarak niteleyebiliriz, ancak bu Gölge’nin tam anlamıyla mutlak bir kötülüğü temsil ettiği anlamına gelmez. Sizin farkında olduğunuz ve bilinçli olarak yansıttığınız özelliklerin zıttı olarak düşünebileceğiniz, bilince kavuşturulmadığı sürece bilinçdışı olarak kalacak özelliklerinizdir. Birçok filmde, dizide ve hatta animelerde sıkça karşımıza çıkan kötü karakter hikayelerinde bu özelliklerin bilinçdışında kaldığında neler olduğunu ve iyi karakterlerin kendi zıt yansımaları ile savaştığı sahnelerde ise bu özelliklerin bilince kavuşturulmasını izleriz. Carl Jung’un bu konudaki fikirleri ise verdiğim örneklerdekine benzerdir. Bilinçdışında bırakılmış gölge özellikler, kötü sonuçlar doğurabilir. Bilinçsizlik anında kontrolü ele alabilir, olayların son noktasında kontrolü ele alır veya uzun vadeli süreçlerde ise hayat amacını etkilemeye kadar ilerleyebilir. Gölgemizin bilinçli bir hale getirilmesi, yani bilincimizde kendine bir yer edinmesi ise gölge özelliklerin düzeltilmesi için bize her zaman bir şans verir.

İçe Dönüklük ve Dışa Dönüklük

Carl Jung, içe dönüklük ve dışa dönüklük gibi kavramları ilk ortaya atan insanlardan biridir. Günümüzde insanların karakter tanımlamalarında sıkça kullanılan bu iki terimi Carl Jung’dan biraz farklı tanımladığımızı söyleyebiliriz. Carl Jung, bu kavramlara hayata dair birer bakış açısı olarak yaklaşırken, modern görüşler davranışsal tanımları (konuşkanlık, sosyallik, özgüven) uygun görmüşlerdir. Kişisel olarak özgüven gibi kavramların içe dönüklük ve dışa dönüklük durumunda belirleyici olabileceğine inanmasam da konuşkanlık ve sosyalliğin bu kavramların belirgin birer özelliği olduğu su götürmez birer gerçektir.

Carl Jung ise bizlere Psychological Types kitabında, bu iki psikolojik türü Antik arketipler olan, Dionysus ve Apollo ile açıklar. Carl Jung’a göre, Apollo antik arketipi ile açıkladığı içe dönüklük “kavramak ve anlamak” üzerine düşen kişiyi temsil eder. Düşünceli ve anlayışlıdır ancak etkinliklere katılmak ve sosyal faaliyetlerde bulunmak konusunda bir o kadar ilgisizdir.

Dionysus ile bağdaştırdığı dışa dönüklük ise faaliyetlere katılmak için çok istekli, duyguların dış dünyası ile ilgili ve enerjisini dış dünyadan alan kişilik tipini temsil eder. Enerjik ve yaşam doludur ancak “Dionysusça” uğraşlar uğruna benliğini kaybedebilir.

Persona

“Görünüşünüz, yaInızca kaIpten bakabildiğinizde berrakIaşır. Dışarı bakanIar düş kurar,içe bakanIar uyanış yaşar.”

Persona, insanların sosyal, kültürel ve toplumsal sebeplerle bilinçli olarak oluşturduğu kişiliğidir. Jung’un “Persona” kelimesini kullanmasının sebebi ise oynanan bireysel rolleri ifade etmesi ve Latincede “kişilik” anlamını taşırken aynı zamanda Roma tiyatrolarında kullanılan maskeleri temsil etmesidir.

Persona’yı yapay bir benlik olarak düşünebilir ve onu kişinin kendisi ve toplumun arasına koyduğu bir maske olarak niteleyebiliriz. Böylece kişi ve toplum Persona’nın o kişinin gerçek kişiliği olduğuna inanacaktır. Carl Jung’a göre bireysel bilinç ve sosyal topluluk arasında aracılık eden karmaşık bir sistemdir; “kişi ile topluluk arasında kişinin nasıl görüneceğine dair bir uzlaşmadır”. Bu maskenin iki temel amacı vardır, diğerlerine belli bir izlenim bırakmak ve kişinin gerçek kişiliğini gizlemektir. Carl Jung’un en temel amaçlarından biri de kişiyi bu maskeden kurtararak gerçek kimliğini ortaya çıkartarak, kişinin bireyselleşmesinde yardımcı olmaktır. Yani Jung’un Persona kavramı aynı zamanda kendisi için bireyselleşmenin önündeki kurtulunması gereken bir engeldir.

Anima ve Animus

Bireyin gelişiminde gölgeyle yüzleşmek, çıraklık eseridir. Anima ile olan ise başyapıttır.

Daha önce bahsettiğimiz gölge kavramı, kişinin karakterinin baskılanmış yanlarını ifade etmekteydi. Anima ve Animus terimleri ise kişinin cinsiyet kimliklerinin baskılanmış yanlarını ifade ediyor diyebiliriz. Jung’a göre erkeğin bilinç altında bir kadın arketipi ve aynı şekilde kadının bilinç altında da bir erkek arketipi bulunmaktadır. Burada erkeğin sürekli bastırdığı duyarlılığı ve kadının toplumda “eril özellik” olarak nitelenen özelliklerini bastırması sebebi ile kadın arketip anima ve erkek arketip animus, oluşur ve bireyselleşmenin önünde büyük bir engel oluşturarak birer kompleks halini alırlar. İşte tam olarak bu sebeple, Jung’a göre “Bireyin gelişiminde gölgeyle yüzleşmek, çıraklık eseridir. Anima ile olan ise başyapıttır.”

Kolektif Bilinçdışı

Kolektif Bilinçdışı, bütün insanlarda ortak olarak bulunan ve kişisel deneyimler sayesinde oluşan kişisel bilinçdışından farklı bir kavramdır. Jung’a göre bu kavram, en eski inanışlardan eski arketiplere kadar bir çok şeyi bünyesinde içerir. Bunun sebebi ise yığılmalı ve kolektif bir şekle sahip olmasıdır. Eğer bu kavramın üzerine biraz düşünürsek, Jung’un burada kastettiği şeyin bizlerin gözle görebileceği bir şey olduğunu farkedebiliriz. “Kolektif Bilinçdışı” kavramında gördüğüm şey, insanlığın yüzyıllar boyunca biriktirdiği kitaplara sığmayacak büyüklükteki bilgidir. Bir başka tanımda, söylediklerimi kanıtlar niteliktedir: “Kolektif bilinçdışı, tüm bir türün kişisel deneyimlerini bir araya getirip organize eder.”. Yani, insanların ahlak, , dil gibi değerlerinin tümünü kapsayan şeyi kolektif bilinçdışı olarak niteleyebiliriz. Ancak bütün bu verilerin organize işleminin bir türün tüm bireyleri arasında aynı şekilde gerçekleşmesini bekleyemeyiz. Tam olarak bu yüzden de, bireyler ve kültürler arasında farklılıklar oluşmaktadır.

Bireyselleşme

Bireyleşme, yani kendi olma, sadece ruhsal bir sorun değil; tüm hayatla ilgili bir sorundur.

Yazım boyunca bahsettiğim kavramların bir çoğunda doğrudan bireyselleşme kavramını etkileyen bir düşünce gördük ancak bireyselleşme kavramından hiç tam olarak bahsetmedik. Bireyselleşme, kişisel ve kolektif bilinç dışının bir araya getirildiği ve tam kişiliği oluşturduğu doğal bir dönüşüm sürecidir. Bedensel ve zihinsel sağlığın elde edilmesinin yanında, bireyselleşmeye doğru ilerleyen insanlar uyumlu, olgun ve sorumluluk sahibi olma eğilimindedirler. Özgürlük ve adalet gibi insani değerleri somutlaştırır ve insan doğasının ve evrenin işleyişi hakkında iyi bir kavramaya sahip olurlar. Jung’a göre bu süreç, bireyin tam olabilmesi için gerekli ve zorunludur.

Ruh

Jung’un insanlar ve kendi üzerinde yaptığı bütün bu çalışmalar, onu varoluşsal bir amacın varlığına inandırmıştı. Jung, kendi anlam arayış sürecini her insanın amacının, tam potansiyelini ortaya çıkartmak olduğunu düşünerek sonlandırdı. Bireyselleşme dönüşümünün ise, bütün dinlerin temeli olduğuna inanıyordu. Jung’un panteizm’i zaman içerisinde çokça tartışılacak olsa da hala fikirleri din psikolojisi üzerine modern kitaplarda yer almaktadır.

Carl Jung’un fikirlerini araştırmamda, temel olarak “Nereden geliyor bu içe dönük ve dışa dönük kavramları” sorusu etkili olsa da ufkumu çok daha fazla açan bir yazı olduğuna kesin gözü ile bakabiliriz. Çok izleyen, oynayan ve okuyan biri olarak aklımda kalan bütün hikayelerde; gölge, persona, anima ve animus gibi kavramların etkilerini görmek bana sanatın birçok şeyle iç içe olduğunu tekrar hatırlattı.

--

--

Furkan Elmalı
Türkçe Yayın

Bir şeyler yazmayı seven; izledikleri, okudukları ve oynadıklarından gördüklerini paylaşmak isteyen biriyim. Sık sık düşünüp araştırarak yazılar yazacağım.