Düşman Şuursuzluk ve Bahar Sisi
Yayılan bir kasveti anımsatan havanın çaresiz çehresi sirayet ediyordu yağmur ve sis suretiyle insanlara. Cumartesinin verdiği rahatlıkla ense yaptığını zanneden herkesi; esasında bir küp şeker gibi dağıtıyordu ruhsal manada yağan yağmurun taneleri. Her yer, bu şuura dahi vakıf olamayan insanların tembelliği ve umursamazlığıyla kuşatılmışken de zaman yine kendini unutuyordu.
Zira zamanı var eden Yaradan’ın kendisi, insanı ise; zaman gibi eşsiz bir lezzetin varlığına mukabil olarak eşsiz varoluşun kendisi etmiş bu dünya üzerinde. Oysa insan; zamanını fütursuz, şuursuz ve aşağılık bir şekilde onu yokluktan var eden Yaradan’a sırt çeviren duygulara teslim olarak harcayıp vücut bulmaktaydı. Günümüzün bir çeşit laneti de zannımca bu durumun ta kendisi olacak ki; insanlar farkında dahi değiller. Dedim ya “Şuursuzluk” diye, farkındalığı ve ona kaim olan tüm değerleri hiçe sayarak insanı yok oluşa sürüklüyor. İnsan kendisine bu denli yabancı gelen atmosferik ve fiziki çevrenin onu sürüklediği karanlık karşısında, şuur sahibi olarak ona uzanan başka ellerin tıynetsiz emellerini ayırt etmeksizin sarılıyor. Bu çağın kaderi ve tabiatı yalnızlık üzerine inşa edilmiş. Bu çağın kuşanılan silahı; erdem ocağında dövülmüş, tamamen hüsnü nazarla kabzası var edilip, gövdesi iyi niyet çeliğinden dövülmüş bir kılıçtan başka değil şüphesiz. Ama bu karanlık ve pusu yarıp geçecek kadar tek başına ses getiremez, sadece kendisini koruyabilir.
Şuurlu, kendini bilen bir şekilde onur sahibi olarak bu yalnızlığa göğüs germek yiğit yüreklerin boyun borcu olmuş. Ya yağmurun dinmesini bekleyeceğiz ya da küp şekeri dağıtan damlaları anımsatan bu yağmuru toplanıp da erdem ocağında dövdüğümüz kılıçlarla yok edeceğiz. Ötesi ruhsal bir sürgünden başkası değil…