Photograph by Mikhail Bushkov

Dalgınlık

Zehra Yalaza
Türkçe Yayın
Published in
3 min readMar 7, 2021

--

Çaydanlıktan taşan suyun ocaktaki ateşi söndürme sesiyle dalıp kaybolduğu düşüncelerinden ürkerek uyanmış ve ocağa koşmuştu. Raftan aldığı bir çay bardağını masaya koyup çayını doldurduktan sonra çaydanlığı tekrardan yaktığı ocağa koydu. Attığı şekeri karıştırırken kaşığın her bardağa çarpışıyla ortaya çıkan ritim eşliğinde gözü masanın diğer ucundaki boş sandalyeye dalıp gitti. Boş sandalyede ses çıkaran kimse olmamasından sebep bardaktaki tüm şeker erimesine rağmen çayını karıştırmaya devam etti. Yalnızlığının sessizliğini susturacak ölçüde ortaya çıkan her sesten haz duyuyordu. Gözleri hala aynı boş sandalyede takılıydı. Çok düşünceliydi fakat içinden de konuşmuyordu. Düşünüyordu fakat kelimeleri kullanmadan. Sadece bağıra çağıra hissettiği birkaç duygu ile düşünüyordu. Şu an karşı sandalyede biri oturuyor ve ne düşünüyorsun böyle diye soruyor olsa hiçbir şey açıklayamazdı.

Neyse ki sandalye zaten boştu, oturma odasındaki kanepe de boştu, bütün odalar boştu. Nihayet çayını karıştırmayı bıraktı ve derin bir sessizliğe gömüldü. Farkında değildi ama gün içerisinde defaatle evdeki sessizliği bozma gayretleri onu yormuştu. Yan odadan çağıran bir ses, çalan bir telefon, çalınan bir kapı bozmadığı sürece bu esas sessizlikten asla kurtulamayacaktı. Açık bırakılan televizyon, kaynayan çay, rüzgarın çarptığı kapı sesleri sadece yalnızlığın algılarına takılan anlık tesellilerdi. Bu evde onun heyecanına seslenecek, duygularını titretecek, kahkahalarına karışacak hiçbir şey yoktu. Kahvaltı masasını toplamadan yürüyüş gibi sağlam bir bahaneyle sokağa çıktı. Top koşturan çocuklar, selamlaşan komşular, muhabbet eden esnaf. Bu sefer kelimelerle düşünerek geçti aralarından. ‘’Türlü sesler arasında milyonlarca yaşam…’’ diye geçirdi içinden. ‘’Hepsi kayıp, birbirinden karışık, fikirleri bulanık. Her birinde tüm acılarını silmek istediğim bir masum, hürriyetini avuçlarına bırakmak istediğim bir mahkum, incinmiş ruhuna sarılmak istediğim bir çocuk, tutup her köşesinden genişletmek istediğim bir ufuk var.’’ Bu düşündüklerine kendi de güldü. Fakat daha aralarına bile karışamıyorum. Sadece aralarından geçiyorum beyaz bir kağıda beyaz bir boyayla çizilmiş tablolar gibi. Kimim ben? Bir hacmim bile var mı ki? Yaşam diye elime tutturulmuş soyut bir gerçekle telaşa kapılıp çelişkilerden bir koza örmüşüm etrafıma. Anlayamıyorum birbirimizin kozalarını kırıp sınırları aşma güdülerimizi. Kafasını bir kere sallayıp düşüncelerini dağıtmak istedi. Etrafa bir göz atmak için sağına baktı fakat sürekli bakışlarına takılıp ağırlık yapan topluluklara daha fazla tahammül edemedi. Değil otuz beş, beş yüz sene yaşasa yine de garipseyemeye ve düşünmeye devam edecekti. Yaşamı diğer mevcutlardan ayıran en büyük özelliği bu sanırım. Herkesin sahip olduğu halde herkesin birbiriyle paylaşmak zorunda hissettiği başka bir gerçek var mıdır? Bu kavramın üzerini ne zaman düşünceleriyle süsleyecek olsa kendini bambaşka alemlerde buluyordu. Neyse ki kaybolma korkusu düşünce sınırlarında hep nöbet tutardı, soğuk bir kelepçe gibi bileklerine değer ve onu hemen kendisine getirirdi. Bu tuhaf düşünceler onu sokağın sonundaki çay bahçesine getirmişti. Bütün masalar dolu, birkaç sandalye boştu. Duyduğu çay karıştırma sesleri onda kalma arzusu uyandırdı. Hemen bir sandalye kapıp masada muhabbet eden üç kişilik bir arkadaş grubuna:

‘’Yer varsa oturabilir miyim?’’ diye sordu.

Sanki saatlerdir bekledikleri bir dostları nihayet gelmiş gibi bir memnuniyetle masaya buyur edildi. İşte bu memnuniyet onun paslanmış mutluluğuna seslenmişti. Hevesle hiç tanımadığı bu üç adamın gözlerinin içine baktı fakat hiçbiriyle göz göze gelemedi. Üçü de derin bir dikkatle muhabbetlerine kaldıkları yerden devam ediyordu. İstekli bir ses, ve gönülsüz bir hareket. Kendisi önüne konulan çayı karıştırmaya başladı. Bu dünyaya ve bu masaya verebileceği bir anlam ararken yine durduramadı çayını karıştırmayı. Bu sefer sessizliği bozmak için değil, sesleri bastırmak için. Daha sonra masadaki diğerlerinin de çaylarını uzun uzun ve sesli karıştırmaya başlamasıyla nefret etti bu sesten. Onlar da şekerlerin erimesine rağmen çayı karıştırmaya devam ediyorlardı. Kaşığın her bardağa çarpışı tenine soğuk bir demir darbesi gibi iniyordu. Hışımla kalkıp evine doğru kelimesiz düşüncelerle hızla yürümeye başladı. Böylesi onun için daha hayırlıydı, zira ocaktaki çaydanlığın altını kapamayı unuttuğunun hala farkında değildi ve ocaktaki sönen ateş sesinin evde dikkatini dağıtabileceği birine ihtiyacı vardı.

MAVİ YEŞİL Dergisi, 125.

--

--