Değişiyorum, Öyleyse Yokum

Dün yazdığım yazıyı okuyorken aklıma geldi bu yazı fikri. Okurken ben yazmamışım gibi hissettim.

Hobilerin Peşinden
Türkçe Yayın
3 min readMay 3, 2024

--

(.Taklit) Belki de yazdıktan sonra beni terketmiştir yazdığım düşünceler, bilmiyorum. Ama okurken başka birinin yazısını okuyormuş gibi bir his vardı içimde, bazı fikirlere katılmadım mesela. Yazıyı ben yazmadım mı yoksa? Ya da hangi ben yazdı?

Photo by Kelly Sikkema on Unsplash

Theseus’un Gemisi

Yunan efsanesine göre, Girit’ten muzaffer dönen Theseus’un gemisi Atina’da hatıra olarak uzun süre muhafaza edilir. Zamanla geminin tahtaları çürüdükçe yenileriyle değiştirilir. Öyle ki, bir gün geminin değiştirilmedik hiçbir parçası kalmaz. Bu durumda gemi hâlâ Theseus’un gemisi sayılır mı, yoksa başka bir gemi hâline mi gelmiştir? Gemi, antik filozoflar için tartışma konusu olur.

Yüzyıllar sonra filozof Thomas Hobbes, geminin çürümüş parçalarının Atinalılar tarafından atılması ve yerlerine konulması sırasında bir bekçi tarafından toplandığını ve bu çürümekte olan tahtaların ikinci bir gemi yapmak için kullanıldığını varsayarak bu düşünce deneyimini genişletti. Hobbes, iki sonuç veren gemiden hangisinin, bekçinin mi yoksa Atinalıların mı “orijinal” gemi ile aynı gemi olduğu sorusunu sordu.

Hangi Ben?

İnsanın beynini bir gemi olarak varsayalım, her gün binlerce nöron ölüyor ve yenisi üretiliyor, burada sabit bir “ben” kavramından bahsetmek imkansız oluyor.

Beyinlerimizde anılarımız tamamen sabit bir bölgeye kayıt edilmiyor, yaşadığımız eski bir olayda koku başka bir bölgeye, görüntü başka, insanlarla kurduğumuz iletişim de başka başka bölgelere kaydediliyor. Ve bunlar arasında bağlantılar oluşuyor “o olay” dendiğinde bunların bağlantısını hatırlıyoruz. Her hatırlamaya çalıştığımızda yeni nöronlar oluşuyor ve bu nöronlara da eski nöronlardan bilgiler aktarılıyor. Belki de hatırlamaya çalıştığımız anıyı, daha önce hatırladığımız anda oluşan yeni nöronlardan almaya başlıyor ve asıl olanı unutmuş oluyoruz. Anının gölgesini hatırlıyoruz yani.

Gerçeğini hatırlamak imkansız bir hal alıyor zamanla. Gerçeğin ne olduğu da zaman geçtikçe değişime uğrayabiliyor, asla sabit kalmıyor veriler. Mesela “o olay” da arkadaşımla sadece sohbet etmiştim, sonrasında — birkaç gün sonra mesela — bu arkadaşımla kavga ettim ve aram bozuldu. Hemen geçmiş verilerin kaydedildiği nöronlara gidip “Zaten sohbet ettiğimiz gün, onun böyle bir insan olduğunu anlamıştım” verisini ekliyorum, bunu istesem de istemesem de yapıyorum.

Kim bilir kaç anıyı yanlış ya da eksik hatırlıyoruz. Fazla da hatırladığımız olabilir, geçmişe gidip olmayan şeyler, sahte anılar eklenebildiği de görünmüştür. Peki o zaman nasıl güvenebilirim zihnime?

Çok güzel latince bir cümle vardır: “Quidquid latine dictum sit, altum videtur”, anlamı şudur: “Bir şeyi Latince söyleyince havalı oluyor.” ama konumuzla asıl alakalı olan latince cümle Descartes’in 1637 yılında yazdığı Metot Üzerine Söylevler kitabında geçen “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) cümlesidir.

Descartes önce dört kural saptadı:

  • Açık seçik ve belirgin fikirler dışında hiçbir şeyi kabul etmemek.
  • Her sorunu çözümü için gerekli sayıda parçalara ayırmak.
  • Düşünceleri basitten karmaşığa doğru sıralamak.
  • Gözden kaçmış bir şey olup olmadığını sürekli kontrol etmek.

Sonra bu kuralları izleyerek şöyle düşündü:

  • Duyularımız bazen bizi aldattığına göre, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını farz etmeliyim.
  • Burada sobanın karşısında oturduğumu nasıl bilebilirim.
  • Bundan emin olamam.
  • Rüya ya da hayal görüyor olabilirim.
  • Ya da muzip bir şeytan benimle oyun oynuyor olabilir.
  • Kuşku duymayacağım tek şey, bir şey düşünüyor olmam.
  • Rüya gördüğümü, benimle alay edildiğini ya da bir bedenim olmadığını düşünsem bile bu böyle.
  • İşte buldum! Düşünüyorum, öyleyse varım!

Kesin, şüphe olmayan bir bilgi arayışında olan Descartes kendisinin var olduğunu bulmuştu. Ama hangi kendisi? Tam o an! Desek de, bunu söylerken bile geride kalan bir “An”dan bahsetmiş oluyoruz.


20 yaşında ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben ve bugünkü ben, dördümüz.

Evin de içine ettiler.

Bende kabahat.

Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine…

Yukarıdaki (Can Yücel — DAVET) şiirin tamamını okumanızı tavsiye ederim içinden kısa bölümleri aldım, geçmişteki benlikler üzerine çok güzel bir şiirdir.

Özetle Descartes’e karşı bir argüman üretmiş gibi olduk yazı sürecinde “Değişiyorum, öyleyse yokum”.

Geçmişteki Kendime Mektuplar yazımı bir seri haline getirmeyi düşünüyorum. Geçmişte yazdığım yazılar üzerine yorumlamalar yapıyor, yazdığım andaki kendim ile empati kurmaya çalışıyorum. Bir gün belki de bu yazıyı okuyacak ve yazdığım zamandaki kendimi anlayamayacağım. O halde ben, gerçekten hangi anda “ben” olacağım?

--

--

Hobilerin Peşinden
Türkçe Yayın

Hobilerimin peşinden koşarak okumayı sevdiğim türde yazılar yazıyorum.