Delirmek Üzerine

Salih Soysal
Türkçe Yayın
Published in
4 min readFeb 16, 2021
Fotoğraf: Artem Krepkij

Hazal Çakmak’ın “Çürüme Üzerine” Yazısına İthafen

Kırk akıllının, içindeki taşı çıkaramadığı o kuyunun başındayız. İçimizdeki durulmaz dalgaların sebebini arıyorken, bize kuyudaki aksimizi göstermeyen ve belki de bütün bu savrulmanın nedeni olan taşı kimin attığını merak ediyoruz. Bu taş, bu derin sandığımız sığ sularımızda bunca kıyameti koparıyorken yine de şikayetçi olamıyoruz. Biz, bir şeyleri bilmeye meyilli insanlarız. Bir şekilde farkında olduklarımıza, gördüklerimize ve şahit olduklarımıza açıklamalar getiremeyince yorgun düşüp, kötü hissediyoruz. Bu taşa, kuyuya, dalgalara ve içimizde bizden ayrı kopan fırtınalara sinirden köpürsek de bizi bu gerçeğe aşina kılan direnci seviyoruz. Kafamıza esen bu gençliği çatur çutur harcasak bile elimizde birkaç bozukluk gibi kalan bu bilinci, pes etmeyen yerlerimizde saklıyoruz.

Bir dal sigara… Yanacağı, kendimizi daha sokağa atmadan ağzımızın ucuna koyuşumuzdan belli. Kendi kendimize oynadığımız yalnızlık oyunu, çakmağı çakarken kıstığımız gözümüz ve ciğerimizden çıkan dumanla birleşince, hayata fiyakalı hareketler çekiyormuşuz gibi hissettiriyor. Halbuki, bunaldığımız içerisiyle daraldığımız dışarısı aynı kapılara bakıyor. Sokağa çöp gibi attığımız kendimizi, inat olsun diye “buraya çöp atmayınız” yazılı levhaların önüne bırakıyoruz. Zaten biz, bize kural tanımadığımız yerlerimizden aşinayız.

Her sabah uyandığımızda yüzümüzdeki yastık çizgilerinden daha da derinlere işlenen o yarıkların hesabını yapan yorgun aynalara bakmaktan artık çekiniyoruz. Cebimize kalan üç kuruşla yaşamak zorunda olduğumuz bu hayatın bize layık gördüğü buhran, bizi kafamızın içindeki yalnız yerlere hapsediyor. Bu, içinden uzun zamandan beri çıkamadığımız tecritlerde yogalar yapıyoruz. Çakralarımızı açıyoruz ve ebatları çok küçük bir pencerenin demirliklerinden çocuk gibi ayaklarımızı sallıyoruz. Her şeyin bir şekilde kendi yolunu bulacağını hissetmenin verdiği o tuhaf sessizliği çok seviyoruz. Bugün daha iyi görünüyoruz aslında, üzerimizdeki gömlek de bize çok yakışmış, gözümüzün rengini ortaya çıkartmış diyoruz. Bir rengi varsa bu dünyanın kıpkızıldır diyemiyoruz.

Kiminle bir bağ kurmaya çalışsak avucumuzda bir sürü düğüm peyda oluveriyor. Herkesin hayatındaki o en ücra yerlerde dolaşıp duruyor, ne idüğü belirsiz hatırlar oluşturarak tenha yerlerinde insanların, yaşıyoruz. Kimselere bizi anımsatacak bir parça eşya bırakmıyoruz; çünkü bir eşyanın omzuna manasız bir hatırayı yük etmek istemiyoruz. Vakti geldiğinde eşyalarımızı almak için bile o eve dönme ihtimalimize katlanamıyoruz. O sorgulayıcı bakışların arasında bir insanın varlığını bir mekândan toplaması imkânsız olduğundan değil, bütün varlığımızın maddeye indirgenmesinden, unutulması ve bir daha hatırlanmaması gereken bir anmış gibi hissedilmesinden nefret ediyoruz. O yüzden, geride ne bırakmışsak genişçe bir torbanın içine konulup bir de başkaları tarafından çöpe atılmasını yeğliyoruz.

İçlerinden birine bir iz bırakmak istesek ve bu iz mutlu bir şeyleri anımsatacak bile olsa, cebimizdeki sustalının bir gürültü koparmasından korkuyoruz. Belki hiçbir kapı yüzümüze kapanmayacak ama hiçbirinin de açılmayacağını peşinen biliyoruz. Sevgimizi neye ve nasıl göstereceğimizi bilmediğimiz için kendimizi yaralıyoruz. Hayatımız boyunca hiçbir zaman kimi insanların diğer insanlarla yaşadığı o cümbüşün bir parçası olamayacağımızın farkındayız. Bu yüzden insanlara uzak olmanın bir öneminin olmadığını biliyoruz, biz davulun sesinin hoş geldiği o kuytuluktayız.

Kırılan bir vazonun ardında bıraktığı boşluğu anlayabiliyoruz ama hiç var olmamış ve dolayısıyla yer etmemiş şeylerin neden içimizde kocaman boşluklar yarattığını anlayamıyoruz. Canımızın yanmasından, içimizde sürekli nedensiz bir sızı hissetmekten yorulduğumuzda kendimizi yine sokaklara atıyoruz. Şehrin farklı köşelerinde tek başımıza bir karaltı gibi duruyorken, uzaklardan duyulan polis ve ambulans sirenlerinden irkilmiyoruz. Kafa kağıdımızı soran o genç polis bizi güvenlik tehdidi olarak inceliyorken, sataşacak yer ararken sorgumuzda, bu adli işlemin sonlanmasını sabırsızca bekliyoruz. Orta yerde eline aldığı kurşunları teker teker yalayıp şarjörüne basan polis memurunu ancak bakışımızla rahatsız ediyoruz. Tekil bir güvenlik tehdidi olarak biz, tekil olduğumuz yerlerimizden yakalanıp içeri atılarak sindiriliyoruz. Bizim tek suçumuz bu şehrin farklı yerlerinde aynı mazotu soluyup, aynı sigaraları sarıp, aynı dumanı çekip, bir arada olmayışımızdandır. Halbuki hepimiz bir olsak çektiğimiz dumanı polisin yüzüne üfleyebiliriz. Onlara sataşacak yerlerimizi kendimiz gösterebiliriz.

Bu, insanlara uzak olan yerlerimiz ve bütün farkındalıklarımızdan kaynaklanan nasırlı düşüncelerimiz, birkaç düğümün dolandığı o kavşakta, kördüğüm bir kuyunun başında toplaşsalar, dalgası hala dinmemiş kuyumuzun içinde çürüyen bir ceset fark edecekler. Kimin bedenidir diye sorsak herkese, bize kuyunun başında gaipten bir ses işittik, bu sizin bedeninizmiş diye cevap verecekler. Meğerse o deli, koca bir taş diye bizim cesedimizi atmış kuyumuza. Tutunacak bir yeri olmadığı için çürümeye yüz tutmuş cesedimiz.

Bize bir deli gerekiyor, o taşı atandan başka. Yoksa bu savurgan rüzgarların, yakıcı güneşin ve kuru soğuğun bir sonu gelmeyecek. Yüzümüz Yusuf gibi pür-i pak değil ki bir bedevi gelsin, çeksin kurtarsın bizi kendi kuyumuzdan. Zaten bize göre değil ki bir sarayda kul olalım, emir olalım, şah olalım. Bu dünya bağının duvarı bize dar geliyor, biz sınırı belli olmayan kırların arasında koşacak yaşta bu bağın duvarlarının altında eziliyoruz; teker teker fakat hep beraber. Sırada olmamız ve birimizin diğerinden birkaç adım önde olması bu makus kaderin değişebileceğine kanaat getirmeye yetmiyor.

Her şeyin en başına, o kuyuya dönelim desek, suyun aksinde kırılan ruhumuzun aldığı ezik büzük şekle şahit olup, bu inkisarın dehşetine kapılmamak için kendimizi kuyunun içine bırakmaktan başka şansımızın olmadığını göreceğiz. Kendine dayatılanı kabullenmiş bir ruh olmaktansa, çürümüş bir beden olmayı tercih edeceğiz. Kitli kaldığımız içerisiyle, özgür sandığımız dışarısı aslında aynı mekân. Öyleyse, korkmamalı insan!

Yazı ilk önce Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi’nde yayınlanmıştır.

--

--