Demirkubuz’un Bulanan Aydını

Meriç Şenyüz
6 min readFeb 5, 2019

--

Zeki Demirkubuz’un 10’ncu filmi Bulantı’daki Ahmet karakteri, bir yönüyle Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’ndaki Aydın karakterinin bir benzeri, diğer yandan anti-tezi…

Dünya sinemasında belirli bir izleğin, bir yapının, belli temaların üzerine ısrarla giden bunları kendi biçemiyle, kendine özgü anlatım araçlarıyla işleyen, klasik anlamıyla ‘auteur’ çok az sinemacı kaldı. Bu az sayıdaki isimlerden biri de Zeki Demirkubuz… O ısrarla kendi anladığı biçimiyle varoluşçu bir sinemayı kovalamayı sürdürüyor. Sadece bu bile Demirkubuz’un sinemasına bir değer atfetmek için yeterli kuşkusuz.

Öte yandan Demirkubuz sinemasının bu güçlü yanı, kimi zaman bizatihi onun en zayıf yanına da dönüşme tehlikesini barındırıyor. Demirkubuz filmleri bazen biraz fazla kendine dönüyor, kendi üzerine kapanıyor ve zaman zaman içeri doğru çöküyor. Biçeminin ayrılmaz bir parçası olan kapılar bazen kendi dışına tamamen kapanabiliyor. Bir yerden sonra bu filmleri izlemek ‘insanlık durumu’ üzerine bir sanat eserine tanıklık etme deneyiminden çıkıp, ‘Demirkubuz sineması üzerine bir Demirkubuz filmi’ne tanıklık etmeye kadar varabiliyor. Adına ‘Yeni Türkiye Sineması’ da denen yönetmenler kuşağının önemli temsilcilerinden Demirkubuz’un son filmi Bulantı, bir yönüyle ustanın bu tanıma uyan filmlerinden…

Bulantı’nın narsisti çalan telefonları açmayacak kadar ‘yabancı’…

Sinefiller için Bulantı’nın bu yönüyle de (Demirkubuz sinemasının içine doğru gönderilen referansları takip etmek gibi) keyifli bir yanı olduğu aşikar. Ancak her şeye karşın filmin başka bir yönü daha var. Demirkubuz, Bulantı’da belirli bir aydın tipolojisinin röntgenini çekiyor, bu yönüyle biraz olsun kendi dışına taşıyor.

İki yönetmenin iki farklı aydını
Yönetmenin, Bekleme Odası’nda ve Yeraltı’nda da farklı veçhelerine baktığı bu aydın tipolojisi ‘Yeni Türkiye Sineması’nın bir başka yıldız yönetmeni olan Nuri Bilge Ceylan’ın da Üç Maymun dışında neredeyse tüm filmlerinde üzerinde durduğu bir izlek olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla, Ceylan ve Demirkubuz arasında daha çok iki ismin hayranlarının ‘ateşli taraftarlıklarıyla’ alevlenen ve çok ciddiye alınması mümkün olmayan ‘rekabet’ten bağımsız olarak, Ceylan’ın Kış Uykusu’ndaki Aydın karakteriyle, Bulantı’daki Ahmet karakterini karşılaştırmak Bulantı’nın kendine kapanan yapısını açmaya yönelik bir egzersiz olabilir.

Belirli bir aydın tipolojisi dedik. Adını koyalım; her iki yönetmen de topluma yabancı narsist (1) bir aydın tipolojisiyle özel olarak uğraşıyor. Bu ‘uğraşma’da özeleştirel bir tonlama da hemen hissediliyor. Her ikisi de filmlerinde bu tipolojiyle uğraşırken aynı zamanda kendileriyle uğraştıklarını gizleme gereği duymuyorlar. Röportajlarında kendisiyle ilgili daha açık olmayı tercih eden Demirkubuz zaten kendisini ‘bağımlı narsist’ olarak tanımlamıştı.

Kış Uykusu’nun narsisti her şeye burnunu sokacak kadar kendinden emin…

Öte yandan, Kış Uykusu’nun Aydın’ıyla, Bulantı’nın Ahmet’inin narsisizmi arasında hemen göze çarpan bazı farklar var. Bu farklar salt bu karakterlere özgü değil iki ismin sinemaları arasındaki bazı farklara da işaret ediyor. Her şeyden önce Kış Uykusu’ndaki Aydın çok daha ‘tamamlanmış’ bir narsist karakter, Bulantı’nın Ahmet’i ise arada… Aydın, kendi haklılığına çok inanmış, kendinde herhangi bir kusur bulmuyor, kusur dışarıda… Ayrıca kendi haklılığının ve ‘aydınlanmışlığı’nın kendi dışındakileri değiştirebileceğine dahası değiştirmesi gerektiğine dair bir inanç sahibi… Onları yargılamakta ve kendince müdahale etmekte bir beis görmüyor. Aydın’ın toplumla ilişkisi, yargılayarak, eleştirerek, yukarıdan akıl öğreterek toplumu ‘hizaya getirme’ nafile çabasının bir örneği…

Bulantı’nın Ahmet’ini tanımlayan şey ise kayıtsızlık; eşinin ve çocuğunun ölümüne, eşinin ona emanet bıraktığı kapıcı Neriman’a, annesinin kaygılarına, kardeşinin dertlerine, hayatına eşinden sonra giren kadınlara kayıtsız… Ahmet’in ve Aydın’ın, bencillikleri, kendilerini çevresindekilerden üstün görmeleri ortak. Verdikleri tepkiler ise farklı, Aydın, yukarıdan akıl vermeyi tercih ediyor, Ahmet ise tamamen dışarıda kalmayı… Aydın, her şeye burnunu sokmayı, müdahale etmeyi tercih ediyor, Ahmet ise umursamaz bir pasifizmi…

Ahmet dönüşüyor da peki ya yönetmenlerimiz?
Kış Uykusu’ndaki Aydın daha tamamlanmış bir narsist dedik. Dolayısıyla kendinden daha emin ve değişime daha kapalı, Bulantı’nın Ahmet’i ise filmin finalinde, ilginç bir dönüşüm yaşıyor ve halının altına süpürdüğü yasını birdenbire bir patlama halinde yaşıyor ve Neriman’ın (halkın?) ayaklarına kapanıyor. Bu ani patlamanın filmin finalinde birdenbire ortaya çıkışı sanki genel bağlamından uzak görünse de aslında film boyunca her bir sekansın gerilimi finaldeki patlamaya ağır ağır enerji taşıyor.

Cemre Ebuzziya’nın canlandırdığı Özge karakteri filme 90 kuşağının tekinsiz doğrudanlığını taşıyor.

İki aydın tipolojisi arasındaki fark aynı zamanda yönetmenlerin sinemaları arasındaki farka da işaret ediyor. Ceylan’ın sineması hem öyküsel hem de sinemasal anlatım açısından çok daha tamamlanmış, daha eksiksiz (2) ama bu yönüyle daha kapalı. Demirkubuz’un kurduğu yapılar ise daha yarım, daha eksik ama bir yandan da diyaloğa daha açık. Ceylan sinemasıyla da tamamlanmış bir narsisizmi temsil ederken, Demirkubuz eksik ve güdük kalmış tam da bu sayede temasa, içine girmeye olanak veren daha içten ve çocuksu bir narsisizmi ortaya koyuyor. Ceylan ve Demirkubuz’un özelliği de biraz burada, bunlar narsisizm üzerine filmler olmaktan çıkıp bizzat narsist yapılar haline dönüşüyor.

Her iki yönetmenin uğraştıkları tipolojiyle olan dertleri, bu derdi kendi sinemalarının estetik yapısıyla organik biçimde bütünleştirme yetenekleri hiç kuşkusuz takdire şayan. Ne var ki, Türkiye toplumu tarihinin en zorlu dönemlerinden birini yaşarken son dönemlerde bu toprakların çıkardığı en önemli iki önemli yönetmenin bu kadar kendilerine dönük bir sinema yapmadaki ısrarı bir yönüyle lüks değil mi? Zaman zaman söyleşilerinde Yılmaz Güney’e saygı duruşunda bulunan usta yönetmenlerimizin (hele ki 10 Ekim’den sonra) kendilerinden yola çıkmayı bırakıp artık halkın acılarıyla hemhal olmaya çalışmasının artık zamanı gelmedi mi?

— — -

1- Bu psikanalitik terimin doğru yazılışı konusunda bir karmaşa var. Freud terimi Yunan mitolojisindeki Narkissos’tan esinlenerek türettiği için terimin tam doğru kullanımı; narsisizm, narsisist, narsisistik şeklinde olmalı, Batı dillerindeki yaygın kullanımı da böyle… Öte yandan bizzat Freud, sözcüğü kakafonik bularak kimi zaman narsizm, narsist, narsistik gibi sadeleştirilmiş versiyonlarını da kullanmış. TDK ise olgudan söz ederken ‘narsisizm’i, kişiden söz ederken ‘narsist’i tercih ettiği ve terimin sıfat halini de yok saydığı için Türkçe’de işler iyice karışıyor. Hamiş; kafanıza göre kullanabilirsiniz.
2- Örneğin Bulantı’da Ahmet’in kardeşini metrobüsün geçmediği Tophane’de metrobüse bırakması gibi filmde hiçbir yere oturmayan anlamsız bir özensizlik Ceylan’ın herhangi bir filminde yer alamaz.

— -

Ötesi…

Demirkubuz, C Blok’la Yeni Türkiye Sineması denen kapıyı açan yönetmenlerden olmuştu.

Filmin ötesinde, Demirkubuz filmografisinde mekansal açılma ve daralmaların filmlerinin yapısına nasıl yansıdığına bir bakalım. Bir filmin mekansal yapısıyla temasının içe ya da dışa dönüklüğü arasında her zaman doğrusal bir ilişki kurulamaz elbet. Diyelim, Szabo’nun Güven (Bizalom) ya da Haneke’nin Aşk (Amour) filmleri tümüyle klostrofobik mekan tercihlerine sahip olmalarına karşın son derece evrensel temalara uzanan filmlerdir. Demirkubuz sinemasında ise toplumsallık arttıkça mekanlar genişliyor, mekansal sıkışmaya paralel olarak ise temalarda daralma yaşanıyor. C Blok’ta, İstanbul Ataköy’deki bloklara çevirirken merceğini filmin çekirdeğindeki dramın yanı sıra modern kent yaşamının kuşatıcılığını da filmin tematik yapısına katar Demirkubuz… Masumiyet’te sürekli açık televizyondan süzülen ışıkla aydınlanan otel lobileri, izbe pavyonlar, kenar mahalle sokakları, kasvetli şehirlerarası otobüs terminalleridir öykünün atmosferini var eden… Bundan sonra Demirkubuz sinemasında bir mekansal daralma başlar. C Blok’ta Halit’in parçaladığı yatak odası kapısıyla başlayan, Demirkubuz’un kapılarla serüveni giderek kapı-üstüne-kapı-üstüne kapılarla sınırlandırılıp ufaltılan mekanlara doğru çekilmektedir. Sonraki filmler boyunca deniz, gökyüzü gibi özgürlüğü simgeleyen doğa imgelerinin yokluğu bir yana kent de giderek çerçevenin dışında kalmaya başlar. Bu daralmanın sıkışabileceği son nokta da Bekleme Odası’nda varılan yönetmenin kendi evidir. Buradan sonra yönetmenin ya sinemayı bırakması ya da yeniden dünyaya doğru açılması neredeyse bir zorunluluk haline gelir. Neyse ki, Kader yeni bir açılmanın müjdesini verir ve Demirkubuz’un kamerası bir kez daha dışarıya bakmaya başlar ama yeniden kendi içine kapanmak üzere… Bulantı, Demirkubuz sinemasında ikinci kez kendine kapanmayı temsil ediyor. Demek ki, bir sonraki filmi Kor’da yeni bir dışarı açılma bekleyebiliriz.

İlk kez Fil Dergisi’nin Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--