Devlet ‘Baba’ Geri mi Dönüyor?

Tolga Uğur
Türkçe Yayın
Published in
6 min readMay 19, 2020

‘’Bireysel hak ve özgürlükler üzerine inşa edilmiş bir ulus, nasıl bir çılgınlık anında, insanlara hayatlarını nasıl yaşayacağını söyleme hakkına sahip olduğunu düşündü’’ Daniel Okrent, The Prohibition belgeseli

Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en ilginç olaylarından birisi 1920 yılında uygulanmaya konulmasından sadece on üç yıl sonra kaldırılan alkol yasağıydı. ABD anayasasındaki maddeler kolay kolay değiştirilmemesine rağmen alkol yasağı olarak bilinen 18. Amendment kısa bir süre içerisinde 21. Amendment ile değiştirilerek uygulamadan kaldırılmıştı. Kaldırıldığı gün, en az uygulamaya girdiği günkü kadar büyük bir sevinçle karşılanması ne kadar kötü uygulandığının en iyi kanıtı olmuştu.

İlk bakışta ABD’nin kuruluş ilkelerinden hiçbirine uymayan, Daniel Okrent’in de dediği gibi, nasıl bir çılgınlık anında alındığı belli olmayan bir kararmış gözüküyor. Bu yasayı oluşturanlar alkol batağına saplanmış bir ulusu iyileştirmeyi amaçlıyordu ama katı yasakları yürürlüğe koymanın hiçbir zaman istenilen sonuçları vermediği gerçeğini unutmuşlardı. Başarısız olan bir uygulama olsa da iki önemli sonucu vardır:

1-) Kültürel Etkileri: Alkol yasağının kökenleri 1840'lı yıllara dayandığı için kadınların toplumsal hayatta gördükleri yanlışlara karşı seslerini yükselttikleri, protesto yürüyüşlerine katıldıkları ilk önemli olay olması sebebiyle feminist hareketin güçlenmesini sağlamıştır.

2-) Siyasi Sonuçları: Bizdeki tabiriyle ‘’Devlet babanın’’ ABD’de ortaya çıktığı, varlığını hissettirdiği ve uzun süre boyunca da sosyal hayatta etkili olacağını gösterdiği bir karar olmuştu.

İçki yasağı ABD tarihi için önemli bir dönüm noktasıydı. Özgürlükler üzerine inşa edilmiş bir ulusun bireylerin nasıl yaşayacağını, onlar için neyin doğru neyin yanlış olabileceğini karar verebileceğini inandığı bir dönemin ürünüydü. Hatırlarsanız 20. yüzyılın başında ABD bildiğimiz ABD olmaya yavaş yavaş başlamış ve giderek kurumsallaşmıştı. Bunlar yaşanırken merkezi hükumet de güçlenerek sosyal hayata ve ekonomiye hiç olmadığı kadar müdahale etmeye başlamıştı. Döneminin en büyük şirketlerinden biri olan Standart Mobile petrol şirketini rekabetçiliğe zarar verdikleri için tek kalemde dağıtan, Büyük Buhran sonrasında ekonomin patronluğuna soyunan bir devlet vardı. Franklin Roosevelt’nin ilan ettiği Second Bill of Rights(1944) kararları bugün bile ABD’de sosyal devletin en güçlü simgelerinden biri olmayı sürdürüyor. Bütün bunlar dönemin yükselen yıldızları kitle iletişim araçları ve ‘eski’ olan her şeyin yıkılmak zorunda kalmasına neden olan iki büyük olan 1. Dünya Savaşı ve Büyük Buhran olmadan başarılamazdı. 20. yüzyılın ilk yarısında güçlü bir devletin varlığı gerekliydi ve ABD başkanları da bu beklentiye göre kendi programlarını hazırlamıştı.

20. yüzyılın başında her yerde hükümetlerin sosyal hayata ve piyasaya daha fazla müdahale etmeleri tesadüf değildi. Magazinlerin ve gazetelerin altın çağını yaşadığı, sinemanın popülaritesinin her geçen arttığı ve en önemlisi de radyo gibi bir fenomenin bireylerin hayatında önemli bir yer tutmaya başlamasının aynı tarihlere denk gelmesi rastlantı olamazdı. Sonuçta ise bazı ülkelerde bu hareketlenme refah dönemleri yaratırken, birçok ülkede ise faşist ve otoriter rejimlerin doğmasına neden olmuştu. Hem insanlık tarihinin en korkunç figürü Hitler’in güçlenmesini, hem de savaş sonrası oluşan şaşalı büyüme döneminin temellerinin atılmasını sağlamıştı. Devlet babanın varlığı Charlens Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’nin giriş paragrafında yazdığı gibi ‘’Zamanlarının en iyisiydi, zamanlarının en kötüsüydü… Aydınlıklar çağıydı, karanlıklar çağıydı…’’ şeklinde ülkeleri iki zıt kutuba ayırarak kimilerinin rahat günler yaşamasını kimilerinin ise acaba bugün yakalanacak mıyım endişesiyle yaşamasına neden olmuştu.

Günümüze geri dönersek, olağanüstü bir hızla hizmete sunulmasını umduğumuz aşının ortaya çıkmasını beklediğimiz bu günlerde salgın sonrasında oluşacak yeni normalin nasıl olabileceği üzerine fazla düşünmüyoruz. Bu konuda kafa patlatanların ise gayet karamsar olduklarını biliyoruz. En iyimser olanın bile 2008 Krizinden kat ve kat daha büyük bir ekonomik kriz ve ekonomik krizin neden olabileceği birçok sosyal ve siyasal sorunun kapıda olduğunu iddia ediyor. Eğer salgın sonrası hayat beklenildiği kadar zor olursa birçok şeyin değişeceğini, yeni doğruların oluşabileceğini iddia edebiliriz. Tıpkı bir yüzyıl öncesinde olduğu gibi radikal değişimlerin yaşanması olası gözüküyor( olası yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için radikal değişimden kastettiğimin kapitalizmin çökmesi, ABD’nin batması gibi asla yaşanmayacak uçuk beklentilerin olmadığını belirtmek isterim.)

21.yüzyıla özgü birçok sorunla karşı karşıyayız ve birçoğunu görmezden gelerek yenmeyi planlıyoruz. Ekonomik ve siyasi krizler, sosyal krizler, göçmen sorunu derken hiç beklemediğimiz, kendimize en çok güvendiğimiz salgınlar konusunda da sınıfta kaldığımızı fark ettik. Bir diğer yandan ise otomasyon hızlı bir şekilde ilerliyor ve üretim aşamasının en kusurlu tarafı olan insan emeği her geçen gün daha da az talep göreceği yıllara yaklaşıyor. İşsiz kalacak insanların hayatta varoluş amaçlarını sürdürmelerini nasıl sağlayacağımızı henüz bilmiyoruz. Salgın öncesi dönemde halen deneme aşamasında olan temel gelir uygulanması önerisi dışında bir seçeneğimiz yok gibi gözüküyor. Bütün bu sorunların ötesinde İklim Değişikliği problemimiz var. Bütün ekonomik krizler bir gün yerini bol şaşalı büyüme rakamlarını bırakmıştır, bütün salgınlar bir gün kontrol altına alınarak insanlığın yeni normaline dönüştürülmüştür fakat iklim değişikliğini durduramayacağımız çok açık. Bu sorunlarla ancak küresel çapta etkili kararlar alarak, ekonomiye ve sosyal hayata devletlerin daha fazla müdahale etmesini sağlayarak savaşabiliriz.

kriz anlarında herkes bir kahramanın varlığına inanmak ister

Korona sonrası dönemde sosyal hayatta daha etkili devletlerin geri dönmesi muhtemel gözüküyor. Sağlık ve eğitim gibi bireylerin temel hakları arasında sayılması gereken alanların politikacıların favori konuları arasında yeniden girecekmiş gibi gözüküyor. Kapitalizmin her kriz döneminde kendini yenileyebilen bir ekonomik sistem olması sebebiyle salgın sonrasında neoliberal politikaların gözden geçirilmesi ve şeytan gözüyle bakılan devletin müdahelerine karşı bakışın değişmesi gayet olası. Yıllardır süregelen sağlıksız büyüme sorunu ve çağımıza özgü sorunlar zaten yıllardır neoliberal politikaların ne kadar yararlı olduğu sorusunu gündeme getiriyordu. Fakat, Korona salgının yarattığı ekonomik kriz birçoklarının gözünü açmasını sağladı. Belki de bazı ülkelerde yeşil ekonominin benimseneceği, daha gelir bir servet dağılımının yaşanacağı günler yakındır…

Geçen yüzyılda Almanya, İtalya ve İspanya’da görülen faşist rejimlerin modifiye edilmiş bir şekilde yeniden ortaya çıkma ihtimalleri hiç de zor değil. Brezilya ve Filipinler örneklerinde gördüğümüz gibi darbelerden ve kan dönmekten zevk alan liderler halen demokrasi yoluyla iktidara gelebiliyorlar. Macaristan, İsrail ve Polonya’da ise otoriter liderler uzun süredir ülkelerini yönetiyorlar ve yakın zaman içerisinde ayrılmayı da düşünmüyorlar. Yeteri kadar içinizi karartmadıysam bir de internetin yarattığı tehlikenin de altını çizmek isterim.

Yirminci yüzyılın başında olduğu gibi iletişim araçlarında ciddi bir değişim yaşanıyor ve her iletişim aracı gibi internette kendi kültürünü yaratıyor. Popülizm hayaletinin yeniden hortlamasından da anlayabileceğimiz üzere internetin varlığı politikada çok tehlikeli, adını bile anmak istemeyeceğimiz bazı radikal görüşlerin daha da güçlenmesine neden oluyor. Son beş yılda İspanya, İngiltere, ABD, Brezilya ve İtalya gibi ülkelerdeki seçimlerde bu duruma şahitlik etmiştik. Zaten 1990 sonrası dönemde ‘’bildiğimiz siyasetin’’ her geçen gün biraz daha etkisini yitirmesi ve ana akım partilerin politikaları ile halkın önemli bir kısmının beklentileri arasında ciddi bir farklılık oluşmaya başlamasıyla radikal siyasi görüşler etkilerini sürekli artırmışlardı. Artık herkesin yıllardır süregelen başarısızlıkları açıklayabilmek için ‘’Gelişmemizi istmeyen gizemli dış güçler’’ bahanesini kullanarak daha popülist bir seçmen grubu yaratma peşinde olduğunu hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde yıllardır görüyorduk.

Kriz zamanları olağanüstü kararlar alınmasını gerektirir. Bu kararlar vatandaşların sağlığını korumak için geçici bir süreliğine alınsa da insanlık tarihinin öğrenebileceğimiz tek bir şey varsa o da gücü ulaşanların o gücü kolaylıkla geri vermediği gerçeğidir. Facebook’un karıştığı Cambridge Analytica skandalının ardından sosyal medya sitelerinin sandığımız kadar masum olmadığını anlamıştık. Koronavirüs belki de dijital diktatörlüklerin oluşmasına neden olacak. Bildiğiniz gibi Google bizim yasaklara ne kadar uyduğumuzu belirlemek için sürekli bizi izliyor. Aralarında benim de olduğum birçok insan telefonlarına Hayat Eve Sığar uygulamasını indirirken birçok kişisel bilgilerini verdi. Tabii ki de bu uygulamalar salgınla daha iyi mücadele edebilmek için yapılıyor ama Google’ın ve Türkiye’nin ellerindeki gücü bizleri manipüle etmek için kullanmayacaklarından emin değiliz. Çin’in sosyal kredi sistemini test ettiğiyle ilgili haberleri eminim hepiniz duymuşsunuzdur. Datayı elinde tutanın gücü de elinde tutar anlayışının hakim olacağı bir dünya ihtimali de hiç uzak gözükmüyor.

Uzun lafın kısası salgın kontrol altına alındıktan sonra mevcut düzende bazı değişimlerin yaşanması olası gözüküyor. En iyimser senaryoda sosyal devlet anlayışının güç kazanacağı ve İklim Değişikliği tehlikesiyle gerçek anlamda yüzleşeceğimize inanabiliriz. En karamsar senaryoda ise geçen yüzyıldaki faşist rejimlerin 21. yüzyıl versiyonu olarak düşünebileceğimiz dijital diktatörlüklerin kurulma tehlikesi var. Bu iki ihtimalin de uç olasılıklar olduğunu ve uygulansa bile sadece birkaç ülkede bu kadar net bir şekilde uygulanabileceğini unutmamak lazım. Fakat, yeni üçüncü yolumuzun bu iki olasılık arasında olduğunu iddia edebiliriz.

--

--