Eşitlik ve Akıl Çemberinde Kıyasıya Teoriler: Rousseau vs. Kant

Yâren N. Nacaroğlu
Türkçe Yayın

--

Bu yazı, siyaset felsefesini yüzyıllar boyu meşgul eden “doğa durumu” ve sözleşme geleneğinin iki önemli temsilcisini karşılaştırmıyorsa dahi, naçizane yorumluyor. Böylece aklın pratikleri yolunda vardığımız bugünden, geçmişe eğiliyor.

Hannah Arendt, Kant’ın siyaset felsefesi yolculuğunu şu sözlerle özetlemişti (Arendt, 2019: 55–56):

“Yaşamının bu geç döneminde –Amerikan Devrimi ve dahası Fransız Devrimi, deyim yerindeyse Kant’ı siyasal uykusundan uyandırdığında (tıpkı gençliğinde Hume’un onu dogmatik uykusundan, yetişkinliğinde ise Rousseau’nun onu ahlâki uykusundan uyandırmış olması gibi)– Kant’ı meşgul eden sorunun, devletin örgütlenmesi meselesiyle kendi ahlâk felsefesini, yani pratik aklın buyruğunu uzlaştırmak olduğu düşünülebilir.”

Arendt, bunları Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler kitabında yazarken, onun hiçbir zaman açıkça yazmadığı siyaset felsefesi üzerine varsayım ve tahminlerde bulunduğunun, eğer Kant gerçekten siyaset felsefesi üzerine yazacak güç ve zamanı bulabilseydi, bunun nasıl bir siyaset felsefesi olacağını gösterme girişiminde olduğunun farkındaydı üstelik.

Rousseau’nun “kültür”le dağılmış izole doğa durumu

Kant, Rousseau’nun takipçisi olarak fikirlerini geliştirdiği için öncelikle Rousseau’nun doğa durumu ve sözleşmeye bakış açısını ele alalım. Rousseau, tıpkı diğer sözleşmeciler gibi insan doğası ve o doğanın durumu üzerine incelemelerle başlar. Ancak diğerlerinden farklı olarak öne çıkardığı şey, “eşitlik” kavramının kendisidir.

Rousseau, Aydınlanma Çağı ve onun yaydığı ilkelerin doğrudan bir tanığı olarak, onun vadettiği pek çok şeyi, toplumdaki etkileri bakımından eleştirir. Aydınlanma’nın, “akıl, bilim ve ilerleme” ilkeleriyle vadettiği dünya; doğanın dönüştürüldüğü, ekonomik refahın sağlandığı, hiyerarşilerin çözülüp, eşitsizlikleri aşarak ileriye giden bir toplumun dünyasıydı. Bunu vadediyordu, çünkü insan doğası, son derece kötü, geleneklerine düşkün ve cahildi. En azından görünürde böyle bir imaj çizmeliydi, yerine getireceği yeni dünyayı, ancak zıtlıklar üzerinden kurabilirdi. Oysa Rousseau’ya göre yaratılan uygarlık, sonuçları bakımından yozlaşma ve eşitsizlikten başka hiçbir şey getirmemişti.

Ona göre çözüm, doğa durumunun kendisine dönmekti. Zira Rousseau’nun doğa durumu, henüz uygarlık tarafından kötüleştirilmemiş, “iyi” insanın durumuydu. İnsan iyiydi, çünkü toplumsallığın olmadığı, izole ve mutlu bir yaşam sürüyordu. Arzuları bakımından yapay olmayan, minimal ve “daha fazla mal” hedefinin olmadığı, ayrım gözetmeyen şefkate dayanıyordu. Bunun yanı sıra “mutlu insanı” kültür durumunda yeniden tesis etmenin yolu, yeni bir toplum sözleşmesinden geçecekti.

Özel Mülkiyet ve Kültürel Yozlaşmanın Kaynakları

Kant, Rousseau ile birçok bakımdan farklı olsa da Rousseau’nun insan doğasında “aslında” iyi olana işaret etmesi bozulma aşamalarını modern etik üzerinden değerlendirmiş olması, onun için önemliydi. Bu idealist taraf, Kant için Rousseau ile uzlaşabileceği ortak alanı oluşturuyordu. Rousseau, insanlar arasındaki bu doğal eşitlik ve mutluluk hâlinin, özel mülkiyetle alt üst olduğunu savundu. Basitçe ifade edelim; özel mülkiyet, bu dünyanın sonucu değil, aksine kırılma noktası, hatta başlangıç yeriydi.

Eğer başlangıç noktası özel mülkiyetse, elbette mülk edinmeye sevk eden bir şeyler de olmalıydı. Rousseau, mülk edinme arzusunun, “ben” sevgisinin toplumsallıkla evirilip “itibar” edinme arzuna dönüşmesiyle yorumladı. Ona göre, bir yanda bu toplumsal içinde var olmak, kabul görmek istiyordu insan, bir yandan da onlara karşı üstün olmak istiyordu. Bu anlamda insan, ahlaki ve siyasi bakımdan eşitsizleniyordu. Böylece o biricik iyilik hali bozuluyor ve yerini doğa durumunun şiddetine bırakıyordu.

Rousseau, eşitsizliğin kaynağını doğa durumunun veya insanın kendisine değil; tarihsel olarak gelişen ve kötülüğün kaynağı olan kültüre bağlıyordu. Oysa Kant, tarihsellikten ziyade; tarihe aşkın bir transandantal hâlden bahsediyordu. Hem geçmişe hem bugüne hem de geleceğe sıkı sıkıya bağlı bir aşkınsallık durumu! Rousseau’nun yeni toplum sözleşmesi de böyle bir sorunu çözecekti ve bozulan eşitliği garanti altına alacaktı öyleyse.

Yeni toplum sözleşmesi, her bireyin yalnızca kendisine itaat ettiği ve böylece özgür olduğu, yasamaya eşit katılımın sağlandığı bir sözleşmeden bahsediyordu. Ona göre, birey, kendinden “kamu” adına feragat edecek ve genel iradeye teslim olarak, onun içinde eriyecek, böylece çatışmayı çözecekti. Çünkü genel irade, iyinin ve adaletin temsilcisi olarak ışıldıyordu. İnsan, “genel irade”nin vatandaşı olarak her alanda herkese bağlı ve her vatandaş, kendi iradesini genel irade ve genel iradenin iyisiyle belirlerdi.

“The Seventh Seal” — 1957

“akıl mahkemesi”

Kant’a baktığımızda Rousseau’yu temel alan, ama onun anlayışını çözümleyici bir noktaya getiren bir teori görürüz. Öncelikle o da tıpkı Rousseau gibi, “akıl” üzerine eğilir ve Descartes’ın kartezyen öznesini eleştirir. Çünkü Kant, tüm teorisi boyunca monolojik ve “ben” vurgusu yapan bir aklı değil; diyalojik aklı, yani kendi kendini eleştiren, kendi kendinin yargıcı olan bir aklı savunur. Onun dilinden konuşalım mı? Onun için “akıl mahkemesi” tamamıyla bu durumun karşılığıydı.

Aydınlanma ve Fransız devriminin büyüsüyle sarsılan akla karşı duyulan güveni, akılla yeniden tesis edecekti Kant. Bu anlamda empirik konulardan politik olana doğru uzamsal bir düzlemde düşündü. Bunu nasıl yapacaktı peki? Tıpkı Kopernik’te olduğu gibi perspektifi ters yüz ederek! Nesne’nin belirlediği özne’yi alır; özne’nin nesne’yi belirlediği, uzlaşımsal bir alana çeker. Bunu bizzat akılla, aklın pratiği olarak söz’le yapar.

Kant’ın doğa durumu, herkesin kendi otonomisinin yargıcı olduğu, dolayısıyla özel hukukun egemen olduğu, varsayımsal, hipotetik bir duruma işaret ediyordu. Zira Kant’ın hareket noktası, insandan ziyade Rousseau’nun yeniden keşfettiği uygar insandı (Hassner, 2017: 130). Her an savaşa dönüşme potansiyeli vardı ama kıran kırana bir savaş hali de değildi bahsettiği. Dolayısıyla sözleşme, özel hukuktan kamusal hukuka geçişi; bu yolla, eşitlik, özgürlük ve bağımsızlık ilkelerinin kurulmasını ve şu anki heteronomi durumundan eski otonomiye dönülmesi için gerekliydi en çok da. Onun sözleşmesi, kaynağı bakımından akla, işlevi bakımından söze -yani eleştiri ölçütüne- dayanacaktı.

“The Seventh Seal” — 1957

Kamusal Alan ve Söz

Öyleyse Kant, insanların izole biçimde yaşadığı doğa durumuna dönmeyi değil; aksine kamusal, iletişimsel yolla aklın pratiklerini aktive edecek uzlaşımsal bir çember arıyordu. O, bütünsel bir çerçeve geliştirmiş; ahlâkî, politik ve akılsal olanı, kategorik imperatifin çemberinde toplamıştı. Bu uzlaşma, “insanların kendini başka herkesin yerine koyarak düşünmesi” yoluyla, yani öznel söylemin evrensel ifade edilişi ile çözülebilirdi. Bu, bugün bile pek çok devlet adamının veya politikacının başaramadığı bir tür nitelik olabilir mi? Yereli konuşurken dahi evrensele hitap ederek, onun diliyle konuşmak, güç olsa gerek.

Nasıl yapacaktı bunu insan? Eğer kendini evrensel ifadeyle sunacaksa, diğerlerini bilmesi, tanıması da gerekirdi. Bu anlamda Rousseau’nun izole insanı, tam anlamıyla karşılıklılık ilkesinden hareket eden kamusal bir alana otonomi ilkeleriyle taşınıyordu. Kant, Rousseau’nun merkeze koyduğu duygu, tutku ve arzu temelli patosları da kökünden sildi. Çünkü Kant, tam da duygular olmaksızın ortaya çıkacak salt akılsal ahlak eylemlerini öğrenmek istiyordu. Aklın, duygu etkisinde heteronomiye düşme ihtimalinden kaçınıyordu. Çünkü insan, bir şeye karşı duygularla bağlı olduğunda veya tutkularıyla sarıldığında, zaten ahlâki ve iyi olana göre hareket ederdi. Ama bu onu ahlâklı mı yapar? Şüpheli. Aksine, duyguların ve tutkuların olmadığı bir alandaki saf aklın hareketini ahlâk ölçütü yaptı Kant.

Rousseau’nun aksine “genel irade” kavramını değil; “birleşmiş irade” kavramını kullandı.

“Nasıl Rousseau genelleştirilebilirliği genel iradenin ölçütü yaptıysa, Kant da evrenselleştirilebilirliği iyi iradenin ölçütü kılar.” (Hassner, 2017: 114).

Ona göre sözleşme, herkesin kendi bireysel iradesini koruduğu, uzlaşma adına iradelerinin bir kısmında ortaklaştığı, taraflar arası mesafenin ayakta kaldığı ama aklın eleştiri ilkesinin de sağlam tutulduğu bir iradeye işaret ediyordu. Diğer her şey gibi politika ve pozitif yasalar da akıl ve onun ilkeleri üzerinden yükseliyor, aklın taleplerini merkez alıyordu. O, sivil toplumun görevini, yurttaşların eşitlik ve özgürlüğünü geliştirmek olarak gördü. Bu anlamda Rousseau ile en azından görünürde bir ortaklıkları vardı.

Modern dünyayı ele alış açısında Kant da Rousseau’nun uygarlığı içerdiği kötülüklerle damgalamış olmasına karşın, bu kötülükleri aşacak ve kendi üstesinden gelecek olumlu bir tarihsel yön ve disiplin kültürü çizmesi açısından, bu iyimser yönüyle Rousseau’dan ayrıldı. Ortak konuların masaya yatırıldığı ama aklın ışıldadığı, bambaşka bir kuramdı bu…

Medium’a yabancı olanlar için:

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Eğer yazıyı beğendiyseniz soldaki alkış butonuna dokunabilir (basılı tutarak 50'ye dek alkış atılabiliyor üstelik!) veya kendi kitlenizle paylaşarak yayılmasını sağlayabilirsiniz. Eleştirilerinizi bana aşağıdaki kısımdan yorum yoluyla veya mail yoluyla iletebilirsiniz.

Mail adresim: nacarogluyaren@gmail.com
Twitter adresim: https://twitter.com/serzanya

Yararlandığım Kaynaklar veya İleri Okumalar İçin

- ARENDT, H. (2019). “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler”. Çev: Kolektif. İletişim Yayınları, İstanbul, Baskı:1.

- KOLEKTİF. (2017). “Kant Felsefesinin Politik Evreni”. Derleyen ve Çeviren: Hakan Çörekçioğlu. Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Baskı:1.

- ÇÖREKÇİOĞLU, H. (2006). “Kantçı Otonominin Politikası”, Muğla Üniversitesi Uluslararası Kant Sempozyumu Bildirileri. Ed: Nebil Reyhani. Vadi Yayınları, Ankara.

Web Kaynakları:

- YOUNKINS, W.E. (2005). “Rousseau’s “General Will” and Well-ordered Society”. Montreal. (http://www.quebecoislibre.org/05/050715-16.htm)

--

--