Evrensel Dil: Sefiller | Victor Hugo
“Vatan Şairi” Namık Kemal’in sürgün yıllarında okuduğu ve ölümünden altı saat önce bile elinden düşüremediği Sefiller romanı, yaşın bir önemi olmaksızın her insanın hayatında en az bir kez okuması gereken bir eser, bir klasiktir. Çocuklar için kısaltılmış, yetişkinler için ise bir tam metin kitaplıklarda daimi yerini almalıdır.
Tarihsel süreçte ne denli ses getirdiğini, 19. yüzyılın en önemli romanı kabul edilip hâlâ kitaplıklarda yerini muhafaza etme özelliğini taşıdığını vurgulamaya gerek duymuyorum. Ancak değinmeden geçemeyeceğim bir nokta vardır ki, o da anlatısının evrensel nitelikte olmasıdır.
Victor Hugo, bu konu hakkında bir mektubunda şöyle diyor:
Tüm halklar tarafından okunur mu bilmiyorum, ama ben hepsi için yazdım. Bu kitap İngiltere’ye olduğu kadar İspanya’ya, İtalya’ya olduğu kadar Fransa’ya, Almanya’ya olduğu kadar İrlanda’ya, köleleri olan cumhuriyetlere olduğu kadar, serfleri olan imparatorluklara da hitap ediyor. Toplumsal sorunlar sınırları aşıyor. İnsan türünün tüm dünyayı kaplayan o geniş yaraları dünya haritasındaki mavi ya da kırmızı çizgilerde durmuyor. Erkeğin cahil ve umutsuz olduğu, kadının ekmek için bedenini sattığı, çocuğun kendini eğitecek bir kitabın, kendini ısıtacak bir ailenin yokluğunda acı çektiği her yerde Sefiller kitabı kapıyı çalıp şöyle diyor: Sizin için geldim, sayfalarımı çevirin.
Konu:
Sefiller, çocuk yaşta kısaltılmış versiyonuyla hepimiz için yalnızca “herhangi bir” adamın bir somun ekmek çaldığı için ağır bir cezaya çarptırılması, hapisten kaçma çabaları, bir piskoposun ona verdiği hayat dersleri ve zavallı küçük Cosette’in hayatından ibaretti.
Büyüdükçe, o “herhangi bir adam” biçim kazanıp Jean Valjean, uygun görülen ceza işkence, yani kürek cezası oldu. Mahkûmiyet on dokuz yıl değil, bir ömür sürdü.
Sefalet, yani sözlük anlamıyla “yokluk içinde bulunma, yoksulluk çekme, yoksulluk sıkıntısı, yoksulluk”, romanın ana teması olarak karşımıza çıkar. Yazarın sefalet ve bireyin sefile dönüşmesi ile kastettiği nedir? Kişi neyden yoksundur? Kuşkusuz, para… Ama madalyonun arka yüzünde bizi erdem ve vicdan bekler. Madalyonu çevirme cesareti gösterebilenleri 1734 sayfalık olağanüstü bir sefalet öyküsü beklemektedir.
Biçim:
Hugo, romantizm akımının Fransa’daki temsilcisidir, dolayısıyla akımın en önemli gayelerinden biri olan “halkı eğitmeye çalışmak”, söz konusu romanda da etkisini hissettirir. Yazar, hikâyeyi sık sık bölüp dönemin önemli olaylarından bahsetmektedir. Bu olaylar üzerine olan düşüncelerine de yer vermesi, akışı bozdukları gerekçesiyle pek hoş karşılanmasa da oldukça etkileyici ve tamamlayıcıdırlar.
Eser, 1815'te Waterloo Savaşı ile başlayıp 1832'de Haziran Ayaklanması ile son bulur. Anlaşılacağı üzere, tarihi bir roman olma özelliğini de taşımaktadır. Savaş, toplumsal ayaklanma ve isyan olaylarının yanı sıra bireylerin duygu değişimleri de derinlemesine incelenir.
Hugo’nun ustaca betimlemeleri ile o dönemde köy olan Waterloo kasabasının 2 km uzağındaki savaş alanını gözlemleme ve Haziran Ayaklanması’nda inşa edilen bir barikatın ardına geçme fırsatı yakalıyor, hem İngiltere ve Fransa ordularının arasındaki hendeklerin yanı başında, hem de hükümet güçleri ve sivil halkın arasındaki barikatlarda buluyoruz kendimizi.
Garip bir şekilde nankörlük eden Wellington, Lord Bathurts’a yazdığı mektupta, 18 Haziran 1815'te savaşan ordusunun “berbat” olduğunu belirtir. Waterloo topraklarında birbirine karışmış halde gömülen o kasvetli kemik yığınları bu konuda ne düşünür?
Neticede, yaklaşık 160 yaşında olan bu roman hâlâ okurlarına paha biçilemez deneyimler sunmakta.
Bir bütün olarak değerlendirmeyi burada sonlandırıp en nüfuzkâr konularla romanı başlık başlık incelemeye devam edelim.
Direniş:
— Ayaklanma başladı.
— Ayaklanma mı?
— Evet. Çatışıyorlar.
— Ama neden?
— Öyle gerekiyor!
Upuzun bu romanın sayfaları arasında kaybolup giden bu kısacık diyalog aslında tüm sebepleri özetliyor: öyle gerektiği için!
Neden anneni, eşini, çocuğunu ardında bıraktın? Çünkü öyle gerekiyordu.
Neden öleceğini bile bile barikatın düşmemesi için savaştın? Öyle gerekti.
Aydınlanma uğruna can vermek, yıllar sonra varılacak sonucu taçlandırmaktır. Bir gencin öngördüğü devrim, yaşam dolu gencecik bedenine saplanacak olan mermilere bağlıdır. Toplumun geleceği uğruna kendi geleceklerinden feragat eder, asla kuşku duymazlar.
Hugo, “Bir yanda isyan var, diğer yanda da devrimci ayaklanma var; ilki haksız, ikincisi haklı iki öfke türü.” der. İkisinin de ortak noktası içlerinde yoğun bir öfke duygusu barındırmalarıdır. İsyan, parçanın bütüne; devrim ise bütünün parçaya saldırısıdır. Devrimci ayaklanmanın gayeleri ileriye dönüktür, ancak isyanlar geriye doğru atılan birer adımdır. Yazar devrimci ayaklanmaları volkana benzetirken, isyanların ise yalnızca saman alevinden ibaret olduğunu söyler.
Tanımlamalar ve karşılaştırmaların yanı sıra bir fikrin nasıl doğduğu, ne şartlarda ayaklanmaya dönüştüğü ve nasıl harekete geçildiği de anlatılıyor kitapta. Kontrolsüz öfke, adım adım şekillenerek hedefi olan bir direnişe dönüşüyor; genç bedenler bir bir kaldırıma seriliyor.
…insanlar arasında dahiler ve olaylar arasında devrimler olmalıdır.
Erdem ve tutku:
Hafızamda silinmeyecek bir yer edinen ve kitapla ilişkili herhangi bir şeye her rast gelişimde zihnimde ilk canlanacak olan şey “kavuşamıyoruz, o hâlde ölmeliyim” düşüncesi olacaktır. Kitabın bir bölümünü özetlediğim bu kısa neden-sonuç cümlesinin hüzünlü bir kararın beyanı olduğu yadsınamaz bir gerçek olsa da, kitabı okumadan içerdiği çaresizliği ve adanmışlığı idrak etmek mümkün değildir.
Marius romanda tutkuyu simgeler. İnançları, refahı ve sıcak yuvasını terk etmesini gerektiriyorsa, yapar; kendini yoksulluğun kollarına bırakır. İnandığı her şey direncini arttırır. Paris’in soğuk kış günlerinde bile şöminesini yakmaz, hayatta kalmasına yetecek kadar yer. Düşünmeye vakti kalmayacağı korkusuyla düzenli bir işi reddeder, bu varılacak son noktadır.
Aşık olur, hayatının yörüngesi değişir. Bazen, yemek yemediğini ertesi güne dek fark etmez. İnandığında, düşündüğünde ve sevdiğinde yırtık pırtık giysileri bile onu üşütmeyi başaramaz.
Yoksul delikanlı ekmeğini kazanmak için emek harcar; yemeğini yer; yemeğini yedikten sonra kendisine düşlerinden başka bir şey kalmaz. Tanrı’nın bedava gösterilerine gider; göğe, uzaya, yıldızlara, çiçeklere, çocuklara, içinde acı çektiği insanlığa, içinde parıldadığı yaratılışa bakar.
…Doğanın temiz yüreklere bol bol dağıttığı, katı yüreklere ise hiç vermediği onca mutluluk kaynağını düşünürken, kavrayışın milyoneri olarak, paranın milyonerine acımaya başlar.
İç Hesaplaşma:
Muhteşem bir iç çatışmanın yansıtıldığı birkaç bölüm kitaba damga vuran en önemli kısımlardan biriydi. Vicdanın mantığa karşı savaşı, etkileyiciliğini teşvik edici olma yönünden alır. Dolayısıyla kitabın sonuna vardığınızda, kendinizi sorguladığınız, vicdanınızı yokladığınız bir monolog olasıdır:
“Vicdanımı rahatsız etmesi gereken bir eylemde bulundum mu?”
Cevap “evet,” ise bir iç çatışmada buluruz kendimizi.
“Önemsediğimi gösterecek kadar hayatımı etkilemesine izin veriyor muyum? Adaleti nerede arıyorum? Yeterince çabalıyor muyum?…”
Böylelikle en büyük sefili aramaya girişiriz. Jean Valjean’ın hayatı, kararları ve düşünceleri bizi kendi hayatımızı, kararlarımızı ve düşüncelerimizi sorgulamaya iter. Bir insanın bulunabileceği en yüce davranış budur. Ama, yüzleşmeye cesaretimiz var mı? O hâlde aynaya bakalım. Erdemli bir ruhun inşasında atılacak en sağlam temel içimizdeki sefili görmektir, suçlanması gereken ilk insan bize en yakın olan kişidir: kendimiz!
Elmaslar sadece toprağın karanlıklarında, gerçekler sadece düşüncenin derinliklerinde bulunur. Bu derinliklere inip, bu en koyu karanlıkları uzun süre el yordamıyla araştırdıktan sonra, nihayet o elmaslardan, o gerçeklerden birini bulduğunu, onu elinde tuttuğunu düşünüyor, ona baktıkça gözleri kamaşırmış gibi oluyordu.
Çaresiz kimsesizlik:
Paris sokakları, o dönemlerde başıboş, kimsesiz çocuklardan geçilmemektedir. Dağılıp karanlığa gömülen isimsiz ailelerin ardında bıraktığı çocuklar sokaklarda büyür. Bu durum ortaya şu deyişi çıkarır: “Paris’in kaldırımlarına düşmek”.
Yazar, çocukların içerisinde yaşamaları zorunlu kılınan bu korkunç dünyaya, bu hayatta kalma savaşına bizi kısa bir süreliğine dahil eder.
Bir parça kuru ekmeğe muhtaç düşmüş olmaları, sıcak bir yuvanın hayalini bile kurmaya cesaret edememeleri onların hatasıymışçasına polis ve yüksek sınıf tarafından serseri ve hatta suçlu gözüyle bakılır onlara. Öyle ki, XIV. Louis döneminde kral, bir donanma oluşturmak için kadırgalarda çalıştırmak üzere kürek mahkûmlarına ihtiyaç duyar, peki mahkûm ihtiyacı nereden sağlanmıştır? Paris’in kaldırımlarına düşen on beş yaş civarındaki çocuklardan…
XV. Louis döneminde ise sokakta kalan çocuklar polis devriyeleri tarafından toplanmaktaydı. İhtiyaç karşılanamadığında ailesi olan çocuklar da alınıyor, babalar polislere isyan ettiklerinde idam cezasına çarptırılıyorlardı. Ama hakkında idam kararı çıkarılan polisler değil, babalardı.
Victor Hugo’nun aktardığı bu bilgiler, insan yaşamının ucuzluğuna ve çocuğun masumluğunun, yeteneğinin göz ardı edilmesiyle ortaya çıkan “serserilik” sorununa parmak basan niteliktedirler.
Bu başlıkta bahsedebileceğim şeylerden biri de parçalanmış bir aileden geriye kalan bir çocuğun “Çok açım!” diye ağlarken, burjuva sınıfına mensup bir çocuğun elindeki çörekle birlikte babasına “Çok tokum!” diye ağladığı kısmın acı kontrastıdır.
Sarkaçlı saatler, halılar, üniformalı uşaklar ne güzel! Böyle bir ortam çok can sıkıcı olmalı! Kulağıma hiç durmadan: Aç insanlar var! Üşüyen insanlar var! Yoksullar var! Yoksullar var! diye fısıldayan şu gereksiz eşyalardan birine bile sahip olmak istemezdim.
Tüm bu başlıkların dışında ve dahilinde, bahsetmek istediğim ne çok şey var! Piskopos ve kutsal yüreği, çilehaneler, Javert’in görev bilinci…
Böyle bir eseri, klasiği okumak kadar anlamak ve hayatımızı şekillendirmesine izin vermek de gerek. Karanlık tek bir köşe kalmayana dek bir bir aydınlatmak, insanlığa “Kalk ve etrafına bak!” demek gerek.
Teşvik için yapabileceğimiz ne var zulmü duyurmaktan başka?
“Gözlerinizi kürk vahşetine açın!” de. Savaş adı altında çocukların katledildiğini söyle, yaz, haykır. Elinden ne geliyorsa yap çünkü hiçbir kayıtsızlık nedeni bir sefil olarak yaşamanın ağırlığından daha kötü değildir. Çünkü artık, çağımızın acılarına, üzüntülerine ve haksızlıklarına karşı sessiz kalmaktır sefil olmak.
…Ve, daha iyi görmek için oku.