Geçenler ve Geçecek Olanların Yolu

Zeynep Bozkurt
Türkçe Yayın
Published in
4 min readApr 18, 2019

Bugün yolculuk var. Ankara’ya gidiyorum. Evime sıcacık aileme gidiyorum. Annemi, bababımı, kardeşlerimi çok özledim. İnsan büyüdükçe onunla beraber duyguları da olgunlaşıyor. Bir tek özlem duygusu o çocuksu masumiyetini koruyor. Bir tek özlem her yaşta aynı… Hemen yanıbaşındakini özler insan çoktan göçüp gitmişleri de, hatta ve hatta bir eşyayı bir zamanı dahi özler insan, “Nerede o eski günler” demez mi özleminden… Bende böyle garip bir özlem duyup ailemin yanına gitmek istedim. Otobüs yolculuğumu da fırsata çevirip yazarım diye yanıma defterimi aldım. Evet şuan yenice yazmaya başladım. Bugün ki kalbimden geçen bütün duyguları şuan en iyi yazarak anlatabilirim çünkü…

Valizimi alıp minibüs beklemeye başladım. Minibüs geldi ama kalabalıktı içi, elimde valizim zor güç tutunacak bir yer buldum. İçimden biran önce birilerinin inmesi için dua ettim. Çünkü hiçbir can güvenliğimizin olmadığı bu yolculukta ani bir frenle hepimiz yere kapaklanabilirdik. Valizimi elim de tutmaktan ve birandan da bir yerden tutunmak bütün kaslarımı ağrıtmıştı. Minibüse bir göz gezdirdim. Kimse halinden memnun değildi. İster istemez minibüsteki detaylar da gözümden kaçmadı değil. Bana eğer Afyon’un neyi meşhur diye sorarsanız lokum dan sonra bir de minibüsleri derim. Minibüslerini süslemeye çok seviyorlar. Adeta birbirleriyle yarışa giriyorlar. İçini özlüsözler ve oyuncaklarla süslüyorlar. Hee bir de baskonuşları var, minibüsler arası konuşmaları onlarla yapıyorlar. Leke sürülmemiş “Afyon ağzı”konuşmaları da muhakkak ki duyarsınız. Bu konuşmaları duymak beni çok mutlu ediyor. Kaybolmamış bazı benliklerimizi hissetmek, bir yerlerde halen yaşıyor olması içimi rahatlatıyor. İşte Afyon’u bu yüzden seviyorum. Bir yerlerinde halen kaybolmamış masumiyeti var. Benim çok güzel yürekli insanlarla tanışmama vesile oldu. Minibüste bu kalabalıkta dahi biranda bana bunları düşündürmesi yüzümü gülümsetti.

Nihayet otagara geldim. X-ray cihazından geçtim. Bu cihazlardan her geçişimde insanların yani bizlerin ne kadar tehdit unsuru varlıklar olduğumuzu düşünüyorum. Bir aslandan kartaldan daha vahşi… O cihazlardan geçiyoruz çünkü üzerimizde veya valizimiz de güvenliği tehdit edici birşey olup olmadığını öğrenmeleri gerek. Ki haklılar çünkü bu çağ, birbirine ve doğaya zarar vermekten başka birşeyleri düşünmedikleri bir çağ. Cahit Zarifoğlu’nun şu sözleri geldi aklıma “Biliyor musunuz? Ben bu çağdan nefret ettim, etimle kemiğimle nefret ettim.” Bu sözde sadece nefret kısmına katılamadım. Belki de nefreti nefret kelimesini sevmediğimdendir. Ama bu sözün yazarı sözünü yazdığı gün kadar, sanki geleceğe de nokta atışı yapmış. O yüzden nefret kelimesinden başka bir kelimenin yakışamayacağını düşündüm ister istemez… Gitgide kötüleşen çağlar yaşayacağız belkide, maddeleşen, duyguların çoktan ölmüş olduğu çağlar…

Otagara yarım saat önce gelmenin rahatlığıyla boş bir yer bulup oturuyorum. Bu söylediklerimi ve daha fazlasını düşünmem için bolbol zamanım var. İnsanları ve etrafı izlemeye başladım. Eğer kendinize bir terapi arıyorsanız, bunu öneririm, yalnız bir yere çekilip etraftakileri ve çevreyi izlemek çok iyi geliyor. Şükredecek bir sürü sebep bulabiliyorsunuz böylelikle…Otagarı incelemeye başladım. Bugüne kadar bu kadar uzun süre erken gelmememden dolayı detaylı inceleyememiştim. Duvardaki fotoğraflar dikkatimi çekti. Atatürk ve silah arkadaşlarının ve savaş zamanına ait bir sürü fotoğrafını bir duvara boylu boyunca sergilemişlerdi. Hemen sağında koskocaman bir Türk bayrağı ve hemen yanında “Cumhuriyetin kazanıldığı topraklardasınız. “sözü. O kadar gururlandım ki “Böyle şanlı bir tarihi olan ülkede doğmak ne büyük bir şeref”dedim kendi kendime… Fotoğrafların hemen üstünde çizilen koskocaman bir resim var. Resim, Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Taarruz sabahı Afyon Kocatepe’de bir kayalığın tepesinde düşünceli düşünceliyken Ethem Tem tarafından çekilen objektifi kaleme alınıp resmedilmişti. Fotoğraf çekmeyi sevmemden ve merakımdan dolayı fotoğrafın hikayesini biraz araştırdım. Bu fotoğraf ile ilgili olarak Falih Rıfkı Atay’ın bir sözüne denk geldim. “Bir 26 Ağustos Yıldönümü”yazısında şöyle demiş; “Fotoğraf objektifi, tarihe bu kadar canlı bir eser bırakmamıştır. “ Gerçekten de öyle, o kadar etkilendim ki resimle bütünleşince de çok ayrı duyguları ortaya çıkarmış. Bir kayalığın tepesinde Atatürk, etrafında savaşan askerlerimiz, yaralılar, şehitlerimiz…Topraklarımızın her bir karışında şehitlerimizin kanları var. Ondan bu kadar güzel kokar benim memleketim… İçimi daha da fazla bir gurur sardı ve hafif duygulu bir gülümse dudağımın kenarında belirdi.

Otobüsüm gelmişti. Valizimi görevliye verdim ve koltuğuma oturdum. Hemen bu düşüncelerimi yazmalıyım dedim. Yoksa bunlar içimde çığ gibi büyürdü. Ne kadarını yazabildim orası ayrı tabi. Çünkü bazen yazarken zihnimdekilere yetişemiyorum gibi geliyor bana. Ama yetişemedikleriminde birgün başka sayfalarda kendini göstereceğini biliyorum.

Ve yazarken birandan da camdan bakarak düşünüyorum. Bu yollardan gelip geçenleri, ve geçecek olanları… Sonra koyunları görüyorum, yeşillikte otlanıyorlar. Kendimce koyunların, Santiago’nun koyunları olduğunu ve hemen yanı başındaki çobanı da kitap okurken hayal ediyorum sonra kendi çölümde yoluma devam ediyorum…

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--