Gecenin Bir Yarısı

Yağız Basgıcılar
Türkçe Yayın
Published in
6 min readDec 5, 2020

Kadıköy’de buluyorum kendimi. Rıhtım’da, ucuz barların olduğu, bildiğim bir sokakta. Etraf bomboş. Sokağa çıkma yasağı var sanki. Ama bu daha ziyade karartma. Hiçbir evde ışık yok. Sabaha karşı olsa gerek. Saati bilmiyorum. Dışarıda bir tek biz varız ve beni en çok korkutan bu.

Beşiktaş vapurunun oralara doğru koşturuyoruz. Kolundan kuvvetlice çekip sürüklüyorum kızcağızı. Zavallı sevgilim, ilk defa geldiği bu yabancı şehri gece gözüyle anlamaya çalışıyor. Bense hiçbir şeyin farkında olmadığı için iki kişinin tedirginliğini yaşıyorum.

İskeleden baktığımda bir bina görüyorum, aydınlık. Hemen oraya gidiyoruz. Daha doğrusu ben ikimizi de götürüyorum. Gecenin bu saati dışarıda başımıza gelebilecek şeylerden haberi yok çünkü onun. Geldiği yerde görmediği, duymadığı için böyle şeyleri, hayal dahi edemiyordur. O yüzden anlam veremiyor telaşıma, “hadi” kelimesini bildiği için her söyleyişimde hızlanıyor sadece.

Işığa doğru koşuyoruz, ben arkama bakıyorum sürekli. Sevgilimi fazla tedirgin etmeden sırtlanları kolluyorum. Her an bir yerden çıkıp götürebilirler onu. Kendime güvenemiyorum. Her yerdeler biliyorum ve onlarla dövüşebilecek gücüm yok.

Binaya geliyoruz. Bir otel sanki. En azından girişte bir lobi var ve lobide insanlar. Oh çok şükür. İnsan gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. Şu salgın zamanında dahi. Kimsede maske yok ama. Gerçekdışı bir yer burası. Başka bir zamanda yaşanıyor burası sanki. Farkediyorum ki karşımdaki kalabalık üstlerini değiştiren bir grup dansçı. Binanın hemen girişinde tam ortada bir kostüm ve kıyafet öbeğinin arasında hazırlanıyorlar, makyaj tazeleyip şakalaşıyorlar. Farklı cinsel yönelimleri olduğunu görüyorum, bir LGBT şovu sanki. Ama sonradan kadınları farkediyorum. Uzun boylu, dövmeli kadınlar var. Bizi görünce gülümsüyor dansçılar. Bu güven veriyor ama saklanmamız lazım yine de. Yan taraftaki salondan ışık ve sesler geliyor. Etkinlik orada belli ki. Sevgilim de dansçı olduğu için seviniyor bu rastlantıya. Onları izlemek istiyor ama ben kolundan çekip saklanacak bir yer aramaya devam ediyorum. Bir odaya giriyoruz. Sıcak nefes kokusundan anlıyorum ki yeni terkedilmiş. Koronayı düşünecek durumda değilim. Sevgilimi bir koltuğa oturtuyorum. Kapının kenarından dışarı bakıyorum, gökyüzünü görmeye çalışıyorum. Sabaha ne kadar var acaba? Burada kalamayız. Çölde akşam yanan ateş gibi apaçık ortadayız, sırtlanların gelmesi çok sürmez. Gitmemiz lazım buradan.

Telefonumun şarjı çok az kalmış. Sevgilime bakıyorum, bana bakıyor. Tedirgin. Soluklaşmış hatta biraz. Anlamadığı için de hiçbir şeyi, öfkeli. Gülerken ne kadar güzelse şu an o kadar çirkin.

Dışarıdan neden geldiğimizi unutuyorum bir an. Heh, tedirginlik. Sırtlanlar. Sırtım buz gibi ter içinde. Sevgilimi kurtarmaktan başka bir şey istemiyorum. Sabahı görelim, ben öleyim gerekirse ama bu şehir onu almasın.

Farkediyorum ki tedirginliğim bulaşıcı. Sevgilimin yüzü gittikçe geriliyor, zihnime girmiş de olabilecekleri görmüş gibi.

Etrafta hiç Uber yok. Sonra hatırlıyorum ki burda yok artık Uber. Sıkışıp kaldık resmen. Buradan kaçmamız lazım. Eve nasıl gideriz. Dışarı çıkarmak istemiyorum sevgilimi ama riski almamız lazım.

Aynı şekilde kolundan tutuyorum ve koşmaya başlıyoruz yine. O, tedirginliğini odada bırakmış gibi geliyor arkamdan. Bense onunkini devralmışım. İçim sıkılıyor, omuzlarımda kocaman bir yük, sevgilimi korumam lazım.

Bir taksi. Serap görüyorum sanki. Çöldeki ateş vaha oldu. Atlıyoruz hemen içeri. Popomla koltuklardaki toz kalkıyor. Binlerce insanın tozu, kiri. Bu şehrin günahları ve pisliği. Yine de, sarı metal duvarları koruyor bizi. Taksinin güveninde biraz olsun rahatlıyorum. Ta ki şoför arkasını dönüp sevgilimi süzmeye başlayana kadar. Ona bakarak soruyor nereye gideceğimizi. “Göztepe” diyorum, hareket ediyoruz. Yumruklarımı sıkıyorum ama nafile. Bir şey yapamıyorum. Ne taksiden inecek ne de taksiciye bir şey diyecek durumdayım. Bindiğimdeki güvenden eser kalmadı şimdi. Sağ elimle sevgilimin elini tutuyorum. Tüm tedirginliği geçmiş, uykusu gelmiş başı sallanmaya başlamış. Omzumla dürtüyorum uyansın diye. Başını omzuma yaslayıp boynumdan öpmeye çalışıyor. Taksici bizi izliyor dikizden görüyorum. Gözlerimi kaçırıp sevgilimi dürtüyorum. Dişlerimi sıkıyorum sinirimden. Kopan devasa buz kütlelerinin ağır çekimde suya düşmeleri gibi dişlerim yanlara ufalanıyor sanki. Onun elini sıkmamaya çalışıyorum.

Minibüs caddesine değil de otobana sapıyor. Köprü yoluna gidiyoruz. Bilmiyorum neden Göztepe’ye gitmiyoruz. Umursamıyorum, sorgulamıyorum. Hareket ediyor olmak yeter. Sevgilimi sırtlanlardan korusam yeter. Çok kalmaz sabah olacak zaten.

Taksici lavuk “ablamız da pek güzelmiş” diyor. Duymazdan geliyorum. Dikizden baktığı gözlerini şakaklarımda hissediyorum. Zonklayan şakaklarımda. Sevgilime bakıyorum, dünyadan habersiz. Anlamaya çalışıyor olanları. Çok kızıyorum kendime onu buralara getirdim diye.

Lavuğa nereye gittiğimizi soracak cesareti buluyorum biraz sonra. Sanki sormak kavga sebebi olacakmış gibi geliyor. Beni dövüp yola atacak ve sevgilimi kaçıracak diye korkuyorum. Ailemin oturduğu semti söylüyor. Şaşırmıyorum nedense ve onaylıyorum sadece. Cüzdanımda ne kadar para var bilmiyorum ama iki 200'lük çıkar heralde. Para çıkışmazsa olacaklardan korkuyorum.

Sevgilimin elini tutuyorum. Bir de bakıyorum ki gözleri şırk ıslak. Çenesinden damlıyor göz yaşları. Elini sıkıyorum. Çenesi titriyor. İçim parçalanıyor. Sabah oluyor artık yavaş yavaş. Şu taksiden de indik mi, kurtulduk demek. Ama onu koruyamama korkusu çıkmadı daha içimden.

Sert gözükmeye çalışıyorum. Kaşlarımı çatıyorum sırf taksici benden korksun diye. Sevgilim yaşlı gözleriyle öpmeye çalışıyor beni. Geri itiyorum. Anlamıyor. Sevmiyorum sanıyor. Daha çok ağlıyor.

Ailemin semtime geliyoruz. Bizim evin önünden geçiyoruz ama ben durdurmuyorum taksiyi. Geçerken dışarıdan eve bakıyorum her şey yerinde mi diye. Sokaklar dolu burada. Sabahın ilk ışıkları daha yeni gözüküyor ama sokaklarda gençler ellerinde bayraklarla yürüyor. Hepsinin yüzünde koca birer gülümseme. Sarhoş kadar mutlular. Cumhuriyet Bayramı gibi bir şey kutlanıyor. Ya da kutlanmış ve çok uzun bir parti olmuş. Millet daha yeni dağılıyor. Hava sıcak mı soğuk mu bilmiyorum.

Sevgilime taksiciye çaktırmadan ailemin evini gösteriyorum. Daha önce gelmemişti ve seviniyor. Gittiğimiz bir adres yoktu ama yanlış yola girdik. “İnelim artık” diyorum. Durmaya zor ikna ediyorum taksiciyi.

Sevgilimi önden indiriyorum. İndiğinden emin olmam lazım. Arkasından da etrafa bakıyorum. Burada sırtlan olmaz ama, gecenin tedirginliği tam geçmemiş hala.

Ben daha inemeden taksiyi kaydırıyor adi şoför. Zevk alıyor piç korkumdan. 241,95 yazmış gece tarifesi. 240 veriyorum üstü kalsın diyorum eve yakın olmanın cesaretiyle. Gözleri hala sevgilimde, üstelemiyor. Sanki eksik kalan kısmı bakarak tamamlıyor. Oyasım geliyor gözlerini ama kurtulmak istiyorum sadece. İndik neyse ki.

Taksi uzaklaşıp kayboluyor ileride. Sol kolum beni aşağı çekiyor. Fonda artarak çalan bir müzik gibi, geçen tedirginliğimden kalan boşlukta farkediyorum kolumun ağırlığını. Sağ elimle sabitlemeye çalışıyorum resmen. Bir yandan sevgilime müjdeyi vermeye çalışıyorum, güvendeyiz artık diyorum. Kolum aşağı çekiyor, kolumu kullanamıyorum. Sol omzum çökmeye başlıyor. İki ayağımdan güç alıp tüm gücümle sol koluma asılıyorum.

Gözlerimi açıyorum. Perdenin altından sokağın kıl gibi sızan ışığında seçiyorum sevgilimin yüzünü. Bana dönük. Nefesi çenemi ısıtıyor. Odanın sıcaklığı yüzümü yakıyor, yorganın altında bedenim kavruluyor. Sol kolumu farkediyorum, boynunun altında eziliyor sevgilimin. Huzurla uyuyan güzel bir suratı da taşısa ağır meret insan kafası. Sıcağın rahatsızlığı, kolumun acısı çok rahatsız ediyor ama bir şey yapmıyorum bir süre. Gecenin bir yarısı, uyanıklıkta yalnızlığımın, dağılan tedirginliğin, gerçekliğin tadını çıkarıyorum. Bunlardan hevesimi alınca usulca çekiyorum kolumu, mırıldanıyor sevgilim ve uykusuna devam ediyor.

Telefonumu alıyorum elime. Üç kırk küsür bir şeyler saat. Bu saatten sonra uykudan medet umulmaz, yarından da hayır gelmez. Sabaha hatırlamam diye maceralarımı yazmaya başlıyorum telefonun notlarına. Daha beynim soğumadı ama rüyalar buharlaşmaya başlamış bile. Havada yakaladıklarımı hapsediyorum notlarıma. Bazılarında arada kalıyorum, hoşuma gideni yazıyorum. Rüya benim ne de olsa, üstelik yanlışı da olmaz. Yanlış da hatırlansa unutulanından iyidir hem.

Kadıköyde bir geceyarısı…” diye başlıyorum. Sevgilimin uykusu eminim nefesi kadar derin. Ağzı açık uyuyor, birazdan susayıp uyanacak belki. Odanın sıcaklığında alnından güzel ter kokuları yükseliyor. O belli ki kötü rüyalar görmüyor. Yoksa benim rüyamda peşimden koşmanın terleri mi bunlar? Hayır hayır. Şu an iyi bir yerde olduğu belli onun.

Sırtım ağrıyor. İki büklüm telefondayım. Rüyamın hamamböceği gibi kaçışan detaylarını tutup yazmaya çalışıyorum. Sevgilim ne sanar, gecenin bir yarısı telefona hızlı hızlı bir şeyler yazan beni görse? Kollarım karıncalanıyor dirseklerimin üstünde. Bedenim duruşuma isyan ediyor. Kuş sesi duyuyorum Kasım’ın 30'unda bir Stockholm sabahında. En son üniversitede duymuştum bu kuşu, sabahladığım bir sabahta. Aynı kuş, hiç bırakmamış beni. Sabahın habercisi, uykusuzluğun elçisi. Kuşu görürüm belki diye kalkıyorum yataktan ve cama yaklaşıyorum. Perdeyi kaldırıp bakıyorum etrafa. Sesini duyuyorum ama kendisi yok ortalıkta. Gün aydınlanmaya başlamış. Bir huzur çöküyor içime. Gıcırdayan parkelerde hafif adımlarla yatağa dönüyorum sevgilime bir öpücük kondurup belki birkaç saat uyumak hayaliyle. Yatağa girip kolumu uzatıyorum daha önce ezildiği yere doğru. Tatlı bir acı eşliğinde gözlerim ağırlaşıyor. “Yoksa bu da mı bir rüya?” diye soruyorum kendime. Bundan uyanmak istemiyorum.

--

--