Gerçekten Sevdiğimiz İşi Yaptığımızda Mutlu Olacak mıyız, Yoksa Bu Bir Yanılsama mı?
Hikayeyi bilirsiniz. Kurumsal hayatını sürdüren bir beyaz yakalı, bir gün ne kadar büyük boşlukta olduğunu düşünür. Hayatı anlamlandırmaya çalışır ve hatta daha fazlasını yapar, deli gibi her şeyi sorgular. Sonrasında bir karar verir. Artık her sabah saat 7'de kalkıp 9'da işe başlamak, 6'da çıkıp tüm gününü bir odada geçirmek istemiyordur. Özgür olmak istiyordur. Özgürlüğü tatmak, sonuna kadar yaşamak istiyordur.
Ancak özgür olabilmesi, kendisini mutlu hissedebilmesi için para kazanması, hayatını görece olarak iyi bir şekilde idame ettirmesi gerekmektedir. Bunun için elinin yatkın olduğu, yapmaktan gerçekten mutlu olacağı bir iş seçme noktasına gider. Ne yapacaktır? Her şeyi arkasında bırakıp bir blogger mı olacak yoksa organik ürünler satan bir yer mi açacaktır? Kısacası kendi hobilerine, mutluluk noktalarına uygun bir şekilde hareket etmesi, kendine uyan işi bulması ve nasıl bir şekilde ilerleyeceğine karar vermesi gerekir.
Böyle bir durumda hangi iş seçilebilir?
Tabii ki kişinin zaman geçirmekten en çok hoşlandığı iş olmalı ancak bu dönemde pikap temizlemekten çok keyif alsa da bunu bir mesleğe dönüştürememe ihtimalini göz önüne alarak daha popüler, getirisi de iyi ya da iyinin üzerinde olacak bir iş seçmelidir. Yani kendini sağlama alma ihtiyacı her zaman onun yanında olacaktır.
İşe karar verdikten sonra ise bu işi nasıl yapacağını netleştirmesi gerekir. Yani nereden başlayacak, nasıl ilerleyecek, Instagram reklamı verecek mi? Evet, evet. Bunlar bir anda düşünülmeye başlanır hale gelir. Sonrasında ise kafadaki ilk plana tutunularak o işe girişmeye karar verilir.
Artık yavaş yavaş dönüşü olmayan bir yola girilme eşiğindedir kişi. Bir adım daha attığında işsiz olmasının yanı sıra batacağı mı yoksa çıkacağı mı belli olmayan bir dünyanın kapılarını ardına kadar aralamak üzeredir. Bir adım sonrası özgürlük dünyasına açılır. Ancak özgürlük dünyasının bedeli genel olarak hiçbir zaman küçük olmaz.
Özgürlük her zaman bir bedelle gelir
Şunu düşünün. Her zaman özgür olmak için bir bedel ödemeniz gerekir. Örneğin ailenizden ayrı bir eve çıkmak, sizi baskılayan bir sevgiliden ayrılmak, işinizden vazgeçip tutkunuzun peşinde koşmak, kariyer için çocuktan, çocuk için kariyerden vazgeçmek durumunda kalmak gibi. Kendi özgürlük alanlarınızı yaratabilmek adına öncelikle bazı fedakarlıklar yapmanız gerekir.
Sevdiğiniz işi yapma noktasında da bazı fedakarlıklarınız olacaktır. Örneğin aylık sabit bir para alamama ihtimali, bazı eşyaları ve sahip olduğunuz değerli ürünleri satma ihtimali, işin beklediğiniz kadar büyümeme ihtimali ve en sonunda da batma ihtimali.
Tüm bu ihtimaller işe girmeden önce göze alınabilir gelir. Zaten gemiler yakılmıştır, neden gelmesin ki? Sonrasında hayalinizdeki iş için adımlar atmaya başladığınızda güvenli hareket etme ihtiyacı duymaya başlarsınız. Hani şu “safe zone” dediğimiz alanda rahatlayabilmek, çok kayba yol açmadan yavaş yavaş ilerlemek. Ancak işin böyle olmayacağını bilirsiniz. En başından beri bir kumara girişmişsinizdir ve ya tüm kartları açacak ya da açmayacaksınızdır.
Ya hep! Ya hiç!
İşte bu nokta kırılma noktasıdır gerçekten. Kaybedecek bir şeyinizin olduğunu hissettiğiniz anda korkmaya başlarsınız. Ancak yeni bir şeylere başlıyor olmanın verdiği adrenalin sizi bir süre daha “uyutur”. Evet, çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Kötü kulislere maruz kalmayacak, patron mobbing’i yemeyecek, para kazanmak için pek çok kişiye boyun eğmek zorunda kalmayacak, en güzeli ise kendi işinizi yapacaksınızdır. Yaşasın!
Ancak adrenalin salgıları yavaş yavaş geri çekilmeye başladığında baş başa kaldığınız şey gerçekten bir korku olur. Yeni iş başlatabilmek adına ya kredi çekmiş ya da elinizde var olanı buraya yatırmışsınızdır. En küçükten başlasanız dahi bir yatırım yapmışsınızdır ve bu yatırımın geri dönüşü olması gerektiğine inanmaya başlarsınız.
Çünkü ihtiyaçlarınız var. Çünkü Maslow haklıydı. Barınma ihtiyacınız var. Sonsuza kadar yatırım yapamazsınız. Yemek ve içmek ihtiyacınız var. Sonsuza kadar yatırım yapamazsınız. Kıyafet alma ve korunma ihtiyacınız var. Sonsuza kadar yatırım yapamazsınız.
Maslow bir yandan sizi sıkıştırırken yaklaşık ilk 6 ayınızı ideal bir dünya yaratmaya harcarsınız. Her şeye planlı bir şekilde girişmek, her attığınız adımın doğru olmasını istersiniz. Para kazanmaya başlayacağınız dönemin yakında geleceğini ve tüm bu belirsizliklerin yakında biteceğine inanmak istersiniz.
Hşşş. Sakin ol. Her şey geçecek.
İşte bunu kendinize söyleyerek ya da çevrenizdeki kişilerden bu cümleleri bekleyerek geçirdiğiniz zaman karşılığında paranın dönüşümünü görmek istersiniz.
Artık sakin kalabilecek noktadan uzaklaşmışsanız ve zarar edeceğinizi hissetmişseniz atılım yapmanız gerektiğini bilirsiniz.
Ya da varsayalım ki en başından bu yana her şey çok sağlıklı ve güzel ilerlerdi. Beklediğiniz ivmeyi de yakalayabileceğinizi öngörüyorsunuz. O anda aklınıza şu gelir: Ben bunu günün yarısını vererek kazanıyorum. Peki tam günümü versem ne olur? İki katını kazanır mıyım?
Dünyanın en büyük loop’una hoş geldiniz. Sizi şöyle sağa alalım.
Atılım zamanı. Ya işler kötüye gidiyor ve para kaybediyorsunuz ya da kazanıyorsunuz ve daha fazla kazabileceğinizi hissediyorsunuz. İki durumda da kendinizi daha çok çalışmanız gerektiğine inandığınız bir noktada buluyorsunuz.
Neden?
Çünkü hayatta kalmaya programlı yaratıklarız. Maslow’un askerleriyiz. Ancak aynı zamanda hırslıyız. Hırslarımız var. Daha fazlasına sahip olmak her zaman için bizim önceliğimiz. Daha çok kıyafet, daha çok oyun, daha çok kitap, daha çok para, daha çok altın, daha çok pırlanta, daha çok araba, daha çok… Her şey daha çok.
Hayatımızın kötüye gittiğini düşünmek bize acı veriyor. Her zaman yeniden başlayacak güce hem sahibiz hem de inançlıyız. Bir yerden başlamanın neleri değiştirebileceğini çok iyi biliyoruz. Ancak yine de hırslıyız.
Bu yüzden bizim küçük tatlı dünyamızda sevdiğimiz işi yapıp devam edebilmek, “çok”a sahip olmadan hayatımızı sürdürebilmek bir süre sonra neredeyse imkansız hale gelecektir. Çünkü 2 kazanmak varken 1'e, 3 kazanmak varken 2'ye bakmaz hale geliriz.
İnsan psikolojisi bu şekilde işler. Yalnızca bireydeğil sosyal varlıklar da olduğumuz için sahipliğimizi kendimize ve çevremizdekilere ulaştırmak isteriz. Çocuklarımızı da bir şeyler bırakabilmek, sevdiklerimize de para harcayabilmek, başkalarına “bir şeyleri yapabiliyor” oluşumuzu kanıtlayabilmek.
Yalnızca iki kurabiye yaparak geçirdiğimiz günlerimiz bir anda tepsi tepsi kurabiyeler yaptığımız bir dünyaya geçiverir. “Sonrasında bunları neden Yemeksepeti’nde satmıyorum ki?” deriz. Sonra bir kurye yetmez ikinci kurye gelir. Daha çok reklam yapmak, yorumları yüksek tutmak gerekir. Sistem böyledir, iyi puan aldıkça yükselir daha çok sipariş alırsınız. Daha çok sipariş aldığınızda daha çok çalışırsınız. Daha çok çalıştığınızda daha çok yorulursunuz. Daha çok yorulduğunuzda artık o “severek” yaptığınız işin de kölesi olmuş olursunuz.
Nereden çıkarıyorsun Öznur bunları?
Eğer biz insanoğlu az ile yetinmeyi bilseydik öncelikle yasak elmaya göz dikmez, sonra tarlalar ve hayvanlar için kardeşlerimizi öldürmez, daha çok yiyebilmek için alet edavat icat etmez, daha fazla üremek için birden fazla seks yapmaz, daha büyük bir asma kule yapmak için canımızı dişimize takmaz, daha büyük bir ülke olmak için savaşmaz, daha büyük bir adam olmak için kendimizi işin kölesi haline getirmezdik.
Arkadaşlar, özür diliyorum ancak naif adımlarla başladığınız o yolculuğun sonu da kaçtığınız, saklandığınız ve korktuğunuz hayatın sonuna dönecek. Bunu çok azımız başarabilecek. Gerçekten aza kanaat edenler, azla yetinmeyi bilenler, hırsları peşinde koşmak yerine keyfinin peşinde koşanlar... İşte o küçük kitle mutlu olmayı başaracak. Bizler ise sakinlik adına attığımız adımda kaos, özgür adına attığımız adımda tutsaklık bulacağız.
Bir tür Amerikan rüyası diyebiliriz buna. Daha çok çalış, daha çok kazan. Çalışmazsan kazanamazsın. Kazanamazsan yaşayamazsın. İyi çocuk ol, sisteme uy, ayak uydur, sorgulama, devamını getir ve hatta:
Consume, obey, die.
İçinizi karatmak istemezdim ancak bazen durup düşündüğümde bizlere anlatılan beyaz yaka masallarının pek çoğunun nasıl bir çılgınlığa döndüğünü görebiliyorum. Küçük bir start-up’ın nasıl büyük bir şirket olma yolunda ilerlediğini ve bu sırada naif fikirlerle yola çıkan yöneticilerin saçlarının nasıl beyazladığını, nasıl döküldüğünü, hayatta kendilerine yarattıkları alanları nasıl kaybettiklerini görüyorum.
Önce kendinize zaman ayırabildiğiniz, film izleyebildiğiniz, kitap okuyabildiğiniz, dizilerle keyif çatabildiğiniz, biranızı ya da şarabınızı rahatlıkla içebildiğiniz dünyadan nasıl sıyrılıp o çok korktuğunuz, istemediğiniz ve içinde bir dakika dahi durmak istemediğiniz karmaşa dönüştüğünü görüyorum.
Görüyorum ve artırıyorum: Yanılsamanız sizinle birlikte gelecek ve sizi mutsuz edecek.
Ancak buraya distopya aktarmak için gelmedim tabii ki. Bunun da bir yöntemi var: Basit yaşamayı, basit olmayı öğrenebilmek.
Tam olarak şunu anlayabilmek ve tekrarlayabilmek: