‘Hüsrana komşuluk’
Birinden ona aile olmasını beklemek belki de karşıdaki insana yüklenebilecek en büyük yüktü. Aile kavramı basite indirgenmişti son zamanlarda. Aile olmak için ne doğurmaya ihtiyaç vardı ne de kan bağına. Aile olmak küçük, gereksiz detaylar ile birleştirilmemeliydi. Birisi ile evlenmeden ya da aynı anneden dünyaya gelmeden de aile kurulabilir, sıcak çorbanın etrafına birlikte oturulabilirdi.
Bazen Müzeyyene çok yükleniyormuş gibi hissediyordu. Varsa yoksa Müzeyyen. Herkes Müzeyyen olsun istiyordu. Karşısına kim çıksa onda Müzeyyene ait özellikler olup olmadığına bakıyor, içerisinde Müzeyyen’den kırıntı dahi görse hemen sevgi besliyordu. Bu belki de onun en zayıf yönüydü ama ne bundan vazgeçmek istiyor ne de Müzeyyen arayışından uzaklaşmak istiyordu. Müzeyyende bir anne sevgisi görüyordu, dizlerinde uzanırken saçını okşamak bir tek ona yakışıyordu. Bunca senedir onu en rahatlatan şey birinin dizlerinde uzanırken saçları ile oynanması olmuştu. Ama öyle herhangi birinin dizine uzanamazdı. Müzeyyen olmalı ya da Müzeyyen gibi olmalıydı. Birinin dizine uzanmaya fazla anlam yüklüyor olduğunun azda olsa farkındaydı ama bu ona annesinden yadigardı.
Müzeyyen olmadan her gün aynı sıradanlıkla ilerliyordu. Yemek yiyor, yürüyor, müzik dinliyordu. Belki yanında Müzeyyen olsa da aynı şeyleri yapacaktı. Mutluluğunu hep paylaşmak ister ama anlatacak kimsesi olmazdı. Aslında anlatabileceği birisi vardı ama o dinler, cevap vermezdi. Bir tepki beklediğinden, yaşadıklarının başkaları tarafından görülmesini, yaşantısına değer verilmesini istediğinden birileri fikirlerini belirtsin isterdi. Sanki etrafında insanlar onun varlığını kabul ederse yaşıyordu. Tek başına bir evde yaşamak hiç doğmamak ile ne kadar farklı olabilirdi ki. Hatalar yapacaktı, kırk yılda bir de olsa belki doğru bir şeylerde başına gelecekti. Sevdiklerine yaşadıklarını anlatamadıktan sonra yaşamanın ne önemi kalıyordu ki. İstediği kadar başarısı olsun bu dostları tarafından kabul görmedikçe onlar hiç yaşanmamış sayılacaktı onun gözünde. Dost demek nefes almak demekti. Dost demek yaşadığının farkında olmak demekti.
Onun geceleri tek dostu vardı; sigara ve ona eşlik etmek üzere sanki kalu belada söz vermiş kahvesi. Sigarayı geceleri yavaş içerdi. Birisi bitmeden diğerini özlüyordu. Sağ eline sigarasını aldı, işaret parmağı ile baş parmağı arasında sıkıştırdı. Önce sigarayı bir tur dudaklarında soldan sağa doğru gezdirecek ve ardından dudaklarının sağ tarafına sabitleyecekti. Daha yakmadan içine çekmeye başlamıştı. Onun için fazla anlamlıydı sigara içmek. Bazen ayaküstü içilen sigaralarda yeni arkadaşlıklar edinir, bazen içindeki arkadaşlardan eksiltirdi. Hiçbir zaman değişmeyen tek şey, yakılan her sigaranın ondan bir şeyler çalıyor olmasıydı. Ömründen çalıyordu, sağlığından çalıyordu. Çaldıklarına karşılık belki ruhunda hafifleme yaratıyordu. Tıbben mümkün değildi elbette ama onun sigaraya yüklediği anlam buydu. Bu yüzden sigarayı çok seviyor ve onsuz kalmak istemiyordu. Yaktığı her sigara onu bir şeyler düşünmeye teşvik ederdi. Mutlu anlarda nadir sigara yakılırdı, mutluluğu paylaşmaktan insan sigara yakmayı unuturdu. Bu durum onun bildiği bir şey değildi. Çok ama çok az yaşadığından bu durumu, farkına bile varamamıştı. Çoğu zaman sigaranın külünü dökmeyi unutur, bazen üzerine düşen küller ile yaşadığını, hala bu dünyaya hapsolduğunu fark ederdi.
Ne zaman bir dostunu düşünse ‘Muhabbeti keselim’ cümlesi omzuna yük olurdu. Sanki bu kelime yaşadığı tüm güzel anıları küle dönüştürür, sigara dumanı ile birlikte yolcu ederdi. Korkardı bir kez daha bir dostundan bu cümleyi duymaktan.
Dostlarına fazlasıyla düşkündü. Dostları ailesi olmuştu. Ona ağır gelen şeylerin başına yazabilirdi dostlarından ayrı olmayı. Sürekli bir dostu yanında olsun istedi. Yaşamanın anlamı sevdiklerinin yanında olmaya saklanmıştı. Son bir sigara da yaktı. Yüksek sesle söylediğinin farkında olmadan içini döktü;
- ‘Ne Müzeyyen’i ne de bir dostumu kaybetmeyi göze alamam.’