Habbeyi Kubbe Yapmak

Zeynep Bozkurt
Türkçe Yayın

--

Bu sabah gözlerimin içinde dolaşan bir elin göz kapaklarımı adeta yırtarcasına birbirinden ayırıyormuş gibi bir hisle uyandım. Ellerimle gözlerimi ovuşturdum. Duvarda asılı babamdan yadigar kalan, akreple yelkovanın artık hareket etmeye mecali kalmadığını düşündüğüm saate baktım. O da ne…! Saat çok geçti ve işe geç kalmıştım. Hemen ayaklarıma dolanan yorganı üzerimden atmaya çalışarak masama yöneldim. Dün gece üşengeçliğimden dağınık bıraktığım masamda telefonumu aramaya başladım. Masanın üzerinde fincanımın dibinde biraz bıraktığım kahvem, çay tabağına yapıştırdığım sönmüş mum, kalemlerin ve yazılarım vardı.

Ellerim masanın üzerinde gezinirken, kahve fincanına takıldı ve lacivert mürekkepli kalemle yazdığım yazılarımın üzerine dökülüverdi. Hemen yazılarımın olduğu kağıtları kaldırdım, yazılarımın altında telefonumu buldum. Islanan yazılarımın telaşı ile saate bakındım. Daha alarmım bile çalmamıştı, elimde telefonum ve ağlamaya yüz tutmuş yazılarım ile perdeyi araladım, daha güneş ufuk çizgisini geçmemişti. Sinirlendiğimden dişlerimi birbirine kenetledim. Duvarda asılı duran saate tekrar baktım. “Ne hikmetse gece 12 diyince durası gelmiş ve benim işe geç kaldım telaşım ile günün daha ilk zamanları zehir olmuştu.” Babamın hemen saatin yanında asılı duran fotoğrafı bana “sakın aklından geçenleri yapma dercesine fısıldıyordu.” Şuan aklımdan o saati alıp pencereden dışarı atmak geçiyordu. Sanki idam sehpasında son saniyelerini yaşıyormuş gibi bekleyen saate bakarak “babamın hatırına bu sefer seni affediyorum” dedim. Ben bunu der demez akrep yelkovanın bir adım ötesine atıldı. Saat çalışmaya başlamıştı. Yaa bu saat benimle dalga geçiyordu ya da bugün ‘gün’ bana doğmayacaktı.

Eğer tüm bu olanlar olmasa zamanında uyanır, her gün yatağımın kenarında gece düzenli olarak bıraktığım terliklerimi ayağıma geçirir, sandalyenin üstünde bıraktığım yeleğimi sırtıma takardım. Sonra bir güzel yüzümü yıkar doğru mutfağa giderdim. Bir bardak çay demlerdim ne eksik ne fazla… bir adet rafadan haşlanmış yumurta yedi tane zeytin ve bir kibrit kutusunu aşmayan bir kalıp peynir. Çok zamandır bunun dışında bir kahvaltı yaptığımı hatırlamam. Ütülü gömlek ve pantolonumu da giyer sekiz buçuk otobüsüne yetişirdim. Titizlik ve düzen eşittir ben demektir. Ama bugün kendi kurallarımı yıkarak pijama ile gitmeyi düşünecek kadar tembel ve sinirliydim. Kahvaltı dahi yapmadım. Şuan sadece üstümü giyinip,otobüs saatine kadar sabah haberlerine bakmayı düşündüm. Ki öylede yaptım. Dolabımdan alalacele elime bir şeyler aldım. O sırada gözüme çok zamandır giymediğim kırmızı kareli gömleğim takıldı. “Bunu Hatice ye söyleyeyim, eşine götürsün, eşi giysin” diye düşündüm. Hatice benim yanıma gündeliğe gelen durumları pek de iyi olmayan komşumdur. Biri daha kundak da üç çocuğu var. Hafif kısa boylu, kemiklerinin bir çalı kadar kırılgan olduğunu düşündüğüm kadar zayıf ve burnunun kenarında da her sabah kapıdan çıkarken dikkatimi çeken siyah bir beni vardır. Sabahları ben evden çıkarken, o tam kapıda olur ve ‘günaydın’ kelimesinden öteye giden bir konuşmamız olmamıştır. Ben herkese karşı böyleyim, insanlara asla güvenmem bir kişi ile konuşmalarım beş cümleciği geçmez, yalnızlığı herkesten çok severim…

Kulaklarımı tırmalayan zil çalmaya başladı. İyi insan lafın üstüne gelir diyeceğim ama bugün kimseyi iyi göresim yok. Kapıyı açtım “Günaydın Mehmet Bey”dedi benden de “Günaydın”dememi beklercesine. Ama bugün maalesef bana daha ‘gün’ doğmamıştı. Paltomu alıp ayakkabılarımı giydim ve “az kalsın unutmadan dolabımdaki kırmızı kareli gömleğimi eşine götür ben giymiyorum”dedim, sonra dışarıdan kapıyı yüzüne örtmek istercesine kendime doğru çektim.

Bugün işimin de çok iyi geçtiği söylenemezdi. Akşam tüm çalışanların katılmasının zorunlu olduğunu öğrendiğim bir toplantı olduğu söylendi. Anlaşılan bugün hiç bitmeyecekti. Dişlerimi sıkmaktan çenem ağrımıştı. İş çıkışı bütün o bitmeyen trafik, otobüsün içinde hınca hınç dolu olan insanlar hepsinden ve her şeyden nefret ettiğimi hissettim.

Eve gelip gömleği değiştirip toplantı için hemen çıkacaktım. Kırmızı kareli gömleğimi giyebileceğimi düşündüm ama dolabımda kırmızı kareli gömleğimi bulamıyordum. Artık günün sinir limitini doldurmaya başlamıştım. Bütün gömleklerimi bir bir yere fırlattım. Yok yok yok! “Ahhh kesin Hatice yapmıştır, yine eşyalarımın yerini değiştirmiştir” diye düşündüm.

Ama inat etmiştim bugün bir şey benim istediğim gibi olacaktı ve ben o gömleği giyecektim. Adımlarım nefesimden daha hızlı öfkemi ve ağzımdan çıkanları kontrol dahi edemeyerek Hatice’nin kapısına dayandım. Kapının önünde sinirden çıldırmış bir canavar gibi kapıyı yumrukluyordum. “Hatice aç kapıyı nerede benim kırmızı kareli gömleğim, sen benim eşyalarımın, kıyafetlerimi yerini ne diye değiştiriyorsun, nereye koydun!” diye bağırırken kapı açıldı. Eşi ve Hatice karşımda ve eşinin üzerinde kırmızı kareli gömleğim vardı. Kafamın içine düşen jetonun sesini duyar gibi oldum. Ben demiştim ona eşine o gömleği götürmesini… Ama bu ahmak kafam bugünün lanetliğinden her şeyi unutmuştu.

Muhtemelen dediklerim onlar ve diğer apartman sakinleri tarafından duyulmuş olacak ki;diğer komşular kapıları açmış bizi izliyordu. O arada Hatice’nin eşi ise gömleği üzerinden çıkarmaya çalışıyordu. Sonra ellerime gömleği sıkıştırıp kapıyı yüzüme küfredercesine kapattı. Kapı kapanırken geçen o hızlı saniyelerde Hatice ile göz göze geldim, başı hafif öne eğik sessiz sessiz ağlıyordu ve siyah beni yine dikkatimi çekmişti. Ağzımda pişmanlığımı söylemek istediğim cümleler dilimde dolanmış şekilde kapının önünde dona kaldım, kulaklarım da ise kapının sesi halen yankılanıyordu. Bana bakan komşuların arasından arkadaşının elinden oyuncak bebeğini zorla almışcasına bir hisle geçtim. Yutkunmalarım boğazımda takılıyordu. Eve vardığım da gömleği yere fırlattım kanepeye oturdum,başımı ellerimin arasına alarak kafamı arkaya doğru yasladım. Ağlıyordum… Boğazımı yırtmak isteyen bir ağrı vardı. Bu ağrı bir tek ağlarken olurdu. Ağrıyı hafifletmek için hıçkırmak istiyordum. Yastığı ağzıma kapatarak hıçkıra hıçkıra ağladım. Çok zamandır böylesine ağladığımı hiç hatırlamıyorum. Kimseler sesimi duysun istemiyordum…

Zihnim benimle konuşmaya başlamıştı. “Ben kendinden bile nefret eden bencil bir adamım. Yıllarımı sadece nefret duygusuyla geçirmiş en acınası bir adamım. İnsanları sevmeyi asla öğrenememiş, hiç aşık da olmamış bir adamım. Sahi ellerim ne zamandır bir hayvanın başını okşamıştı,burnum ne zamandır bir çiçeği eğilip koklamıştı. Bir çocuğa en son ne zaman merhamet duymuştum. Ne zaman… Hatırlamıyorum… Başkalarının düşüncelerine, hayatlarına saygı duymamıştım. Hep eğer bunları yaparsam ezik bir insan olurum diye düşündüm. Benim gözümde de bunları yapanları bir ezik gibi gördüm. Ama hayır hayır! Ezik olan ben, asıl insan olan onlardı… İnsan ruhunun bir yerlerinde beslediği sevgisi ile bunları yapardı. Kendisi ve kendi ile var olan her şeyi severdi. Ruhunu sevgi ile besleyen insandır, ben ruhumu hiç sevgi ile beslemedim ki…”

Bütün vücudumu saran bir acı hissediyordum, kemiklerim sızlıyor, kirpiklerim titriyordu. Dudağımın kenarında ise gözyaşlarımdan ıslanan tuzlu bir tat vardı. Bugün ‘gün’ bana hiç doğmayacak demiştim. Bugünün gerçekten hiç varolmamış olması için dua ettim. Bu yaşananlar bir rüya olmalıydı. Bunları düşünürken gözlerimi usul usul kapatıyordum, uyandığımda her şey bir rüyaymış deyip sevinmek için…

--

--