Hakkıdır Kulun, Kul Hakk’ı

Masumiyet Karinesi
Türkçe Yayın
Published in
9 min readJun 6, 2020

*******************

20'li yaşların başı, bünyemde Edebiyat hakîm. Yayınlamadığım Öykü kitaplarımdan, bir öykü. O yaşlara gidip geldim.

********************

Köyün erkekleri hafta sonu öküz pazarına inerdi. Her köy gibi bu köylüler de
çeşitli zirai ürünlerden ve hayvancılıktan geçinirdi. Sabahın nurunda
Çavuşbaşlı Hikmet, külüstürü hazırlar, nahiyeye inecekleri Tavşantepe
Camisi’nin önünden alırdı. Yıllar geçse, insanlar göçüp gitse ve her bahar
yenileri gelse külüstür ve sabah namazından sonraki bekleme değişmeyecekti.
Külüstür kahverengiydi. Farları kirli sarı. Sesi, ayazda kalmış gibi hırıltılı. En
arka dörtlü koltukları deriden. Öndekiler kadifeden. Hikmet’in külüstürü,
çoluğu çocuğu, sevdası, yaz gülü, bahar esintisi kısacası her şeyi…
— Ağabey, dedi. Gitmeyecek miyiz? Pazar çoktan kurulup. Rızkımıza
mani olacaksın!

— Ne acelen var Gürbüz, dedim. Yüklenme Ferdi’ye ne suçu var
çocuğun?

Hikmet uykuluydu. Gürbüz’le dalaşmadı. Onun bu tavırlarını bilmeyen yoktu.
Evvelinde yapılacak çeşme için de çıngar çıkarmıştı. Ne imiş, çeşme evindeki
suyu azaltırmış. Yalan efendiler, çeşmenin suyu ayrı yerden, evlerin suyu ayrı
yerden geliyordu. Maksat Rençber Nedim’in suya muhtaç olması idi. Taşıma
suyuyla değirmeni döndürme çabasındaki adamı gülünç duruma düşürme
gayretindeydi. Nedim, sabah namazını cemaatle birlikte kılamadığından
gecikmişti. Külüstüre koştu. Kapıyı açtığında Gürbüz’le karşılaştı.
Konuşmayıp arkaya geçeceği sırada:
— Hikmet! De hele bir kelle kaç kaymeye şehre iner?
— Beş…
— Bundan kelli yetişemeyenlerin ücretini vereyim de işimize bakalım!
— Külüstür, dedi. Parayla çalışmaz! Dolmadan hareket etmez. Bunu
böyle bil!
Sabah sabah zehrini akıtmıştı. Kimse aldırmamaya çalışsa da yol boyunca
Gürbüz’le konuşmadılar. Yarım kalan uyku, bozuk ve taşlı bir yolda karşıladı.
Külüstür, bir beşikti. Bizim gibileri uyutmaya çalışan. Kimisi horluyor, kimisi
radyodan yükselen kürdilihicazkâr parçaya eşlik ediyordu. Bir bendim
pencereye başımı dayayıp bağları seyreden. Köylülerin tarlalara inişinde
duygulanan. Bir bendim. Şu ikiz tepe şehla bakışıyla göz kırpar. Sarıklı mezar
taşlarının üzerinden süzülen yeşil boya, ulvi bir maziyi hatırlatır.
Küçük bir akarsu üzerinde takip ettiğim poşet bizimle nahiyeye kadar iner. İner
de küçük beldelere, köylere, oradan bir çalı çırpıya takılıp yolculuğunu
tamamlar. Çalı çırpı deyince süratle ölüm gelir aklıma. Poşet gibi, takılıp
düşeceğimiz engeldir. Külüstürde ellili yaşlarını geçmemiş zevat yoktur. Bir
ayak çukurda. Belediyenin gösteriş amaçlı yaptırdığı kapıya yaklaşmıştık.
Nahiyenin girişindeki hoş geldiniz yazısı, masa başı bürokratı kadar samimiydi.
Bizim köyde böylesi sevilmezdi. Zaten bu kapı da sevilmemişti. Sırf o Bedia
Hanım’ın oğlu Namık yüzünden. Köy dediğin küçük yer. Namık ise suratsız,
rüşvetçinin tekiydi. Ahali, bütün memurları onun gibi bellemişti. Çeşmeyi
yaptırmak için imar müdürlüğünde türlü dalavereler çevirmişti.
Yıktırmak için de aynı şekilde uğraşmıştı. Nedenini sorduğumuzda “Köye
yakışmadı…” deyip geçiştirivermişti. Nahiyede görenler olmuş. Gürbüz’le aynı
tasa kaşık sallayıp günlerce birbirlerinden gayrı iş görmemişler. İlanihaye
çıkardan arda kalan kavga olmuş. Nahiyenin kapısına vardığımızda her
zamanki yerinde bekleyen Hakkı, tespihlerini şıkırdatıyor gelen geçene
satmaya çalışıyordu. İlgilenen pek az oluyordu. Kimdi bu adam? Sırtında bir
pösteki vardı. Hiçbir vakit çıkarmazdı. Kızıldı. Güneş vurduğunda gözlerinizi
alırdı. Saçları griden beyaza dönmekteydi. Sakallarına aklar yeni düşmüştü.
Başında kasket yerine keçe külah bulundururdu. Şalvarı haki tonlardaydı.

Kuşağı çiçekli pazenden imal edilmişti. Köye dönüşlerde bizimle döner, biraz
dolaşır, kahvede tüneyenlere kalan tespihleri satmak için uğraşırdı.
Üç şey söylerdi: Tespihin neyden yapıldığını, ücretini ve kendisine de dua
etmelerini. Öyle haybeye sallamaya tespihi yoktu. Gençlere mümkünü yok
satmazdı. Gençler tespihi muhtevasına uygun kullanmazdı. Kahvehane
köşesinde iki demli çaya meze ederlerdi. Bağa tespihin ne günahı vardı?
Veyahut zergerdân tespihin. Güzel adamdı Hakkı. Mahlas gibi bir şey de
kullanırdı. “Kul” derlerdi. Olurdu Kul Hakkı. Külüstürde bizi görünce
sevinmişti. Aynı yüzleri görmek kimi sevindirmez ki. El etti. Külüstürü
yavaşlattı. Hikmet hızla penceresini açıp Hakkı’ya kulak kabarttı.
— A oğul. Akşamleyin kaçıp gitmeyesin. Beni de köye aparıver, emi…
— Döndüğümde burada olasın Hakkı Dayı. Yoksa yürürsün!
— Sen kıymazsın.
— Kul Hakkı’sın… Öyle ezip geçemem seni dayı. Haydi kal sağlıcakla!
Güzel dayım, akşama kehrübânın, ateş olanından ayırasın!
Bir kayanın üzerine çıkıp el salladı. Uğurladı. Sakallarını tutarak seyretti. Öküz
pazarının müdavimleri erkenden gelmişti. Çok değil, biraz gecikmiştik. Alan
almış, satan satmıştı. İki küçük buzağından başka satacak bir şeyim yoktu.
Hadi benimki kolaydı. Diğerlerinin işi halliceydi. Bir haftaya satar, daha da
gitmezdim.

Küçük öküz pazarının küçük çay ocağına kuruldum. Gazetelerden havadisleri,
ara sıra yanına uğrayan birkaç tanıştan da dedikoduları dinledi, Hikmet. Ocağın
önünden çocuklar koşup geçti. Bir çocuk içeri girdi. Gözleri çipil, teni dolu
başaklardan boşanan buğday taneleri gibi. Yüzünde bir yara. Taze, kurumamış.
Avuçlarında iki kuruş. Çil paraları da nereden bulmuştu? Gazeteyi hafif kırıp
çocuğu izledim. Gazoz istemişti. Parası yetmedi. Yetmeyince “Başka da param
yok.” dedi.
- Git annenden, babandan iste. Burası hacı baba tekkesi değil!
Avurtlarını sıktı adam. Çocuk korkmamıştı belki ama ben korkmuştum.
Çocuklar yılandan korkmazdı. Adamdan da korkmamıştı. Dilini damağını
ıslatacak bir gazoza gününü gün edecekti. Kul Hakkı, ardından içeriye girdi.
Keçe külahını çıkarmıştı. Terlemiş, yorulmuştu. Sandalye çekip oturdu. Koluna
dizdiği tespihleri masaya bıraktı.
— A oğul, bana gazoz açıver.
— İhtiyar, var mı paran?
— Na al şunları. İki tane aç, biri bana biri şu körpeye!

Helalinden sekiz kuruş bıraktı masaya. Adam, ihtiyarın hışmından korkmuştu.
İki gazoz açıp masaya koydu.
— Küçük dostum, gel buraya iki muhabbet edelim. Gazoz içelim.
Çocuk ürkerek yanaştı. Lastik ayakkabıları yırtılmıştı. Gözlerini ilk önce bana
sonra ihtiyara dikti. Gazozu alırken etrafta kimin kimsenin olup olmadığını
gözledi. Utanmıştı. Çocuk tek dikişte gazozu bitirdi. İhtiyar yavaştan içiyor,
çocuğu seyrediyordu. Adam boşları topladığı esnada ensesine inen sert, kavi
bir kol sebebiyle gözlerini gözlerinde buldu. Hakkı, eğildi kulağına.
— Şimdi sen şuncacık çocuğa, beş para etmez gazozu vermez isen o
çocuk bir gün yakana yapışır! Ha illa senin yakana değil, belki
dostlarının veyahut yakınlarının… Kul hakkı ağırdır, küçük bir çocuğun
omuzlarına yüklenemeyecek kadar.
Adam, ensesine inen ağırlıkta ezildi. Ocağın başına geçerken gözükmemek için
kuytuya tünedi. Kapı açıldı. Gelen köyün çobanı Cemal’di.
— Abey, senin iki buzağıyı bin kaymeye baş göz ederim?
— Hayırlı uğurlu olsun Cemal, dedim.
— Eyvallah Beyim…
— A Cemal! Bahşişini alıver içinden.

Hakkı Dayı’nın, hakkı var. Nedendir bilinmez, böyle vakitlerde çıkagelirdi. Hiç
bahşiş vermemiştim. Vermek gibi de bir düstur edinmemiştim. Hakkı Dayı bu
düşünceleri geçirirken beni gözüne kestirdi. Sakallarını sıvazladı.
- A dost! Sen de bilirsin.
- Yok be dayı. Nerede? Biz kim bilmek kim? Kaçadır tespihlerin?
Kolunu kaldırdı. Yorgunluktan bitap düşen kolunu.
- Hangisini dersin?
- Bağa olan.
- Ha o mu?
Çıkarıp avucuna aldı. Löküs sönmeye yüz tuttuğundan ikindi karanlığında
tespihleri parlatmıyordu. Şöyle bir elinde sürttürdü. Hışır hışırdı. Löküs
sönmeye yüz tuttuğundan garip sesler çıkarıyordu.
— A dost, dedi ihtiyar. Şu mendebur ışıktan mıdır nedir, güneşte
parladığı gibi parlamıyor.

— Parlar Hakkı Dayı, sen ücretini biçiver.
— Parlamadığından on kayme veriver, dedi.
— Az değil mi? Dedim.
— Dua da edeceksin. Helâlleşecez.
Kalkıp tespihi avuçlarıma bıraktı. Karşıma oturup, tespihi incelememi seyretti.
Otuz üç tanede, beş vakit; beş vakitte, beş ezan duyuvermiştim. İçime dolup
boşanan bu hislerden haberdarmış gibi gülümsedi. Sakallarını sıvazladı. Kalktı
dışarıya yöneldi. Kapıdan bir çıkış çıktı.
— Dayı nere? Paran?
— Köye dönerken yeğenim, dedi.
Sağımdaki masada Turan Aga, avucumdaki tespihi kesiyordu. Beğenmişti.
Tespihime dokunmak ister gibi cebinden kuka tespihi çıkarıp çekti.
Arkasındaki körpe köknar salındı. Rüzgâr çıkıp hayvanları ürküttü. Gübre
kokusu yayıldı. Gübre alıp tezek imal eden Şevket, bağırıp pazarın son
demlerini satmaya girişti.
— Yanar ustam yanar! Soğukta duman olup tüter! Gel ağam, gel paşam
yirmi beş kayme!

Susak Tepelerinden güneşi uğurlamak için köylü çocuklar tepelere yelken açar.
Zenginin elinde bir uçurtma, diğerleri peşinde uçurtmaya hasret koşar.
Nahiyeye inen kadınlar bedestenden basmalar alıp dönüş için öküz pazarına
inmiştir. Beylerin, ağaların ardında gölge gibidirler. Hoştayn inekler
memelerindeki sütün ağırlığınca möler. Satın alınanlar kamyonetlere bindirilir,
geriye kalanlar satılacakları günü beklemeye devam ederler. Akşamleyin
bağırışlar yükselir. Hikmet de bağırır. Köylüyü toparlamak için köşe bucak
gezer. Toparlanıp kalktığımda tespihin taneleri tenime sürtünür.
Gözüm pazarda Hakkı Dayı’yı arar. Başkan öküz pazarına iki lamba
astırmıştır. Lambacılar, lambalara gaz doldurup yakar. Köye de yaptırmıştır.
Gereği yoktur. Lakin gösterişi sever. Külüstürün içine doluştuktan sonra
lambaları seyre daldım. Bir gözüm Hakkı Dayı’yı aradı. Yola çıktıktan sonra
karşılaştığımız kapıda da yoktu. Behiye Hanım’ın hastalandığı, ağır olduğu
konuşulmaktaydı. Gürbüz telaşlıydı. Annesi Behiye Hanım’ın ağırlaştığı
haberini alır almaz külüstürde buldu kendini. Telaşı ölmesi veyahut ölmemesi
ile alakalı değildi. Mal vardı. Bağın bahçenin kime kalacağını kararlaştırmak
gerekirdi. Behiye Hanım, gençliğinde köyün uçsuz bucaksız tarlalarına sahip
olmuştu. Babadan kalma paradan en değerli bahçeleri almıştı. Cebren Zeynel
Abidin’in bahçesinden bir parça katıvermişti.

Zeynel Abidin, şoför yanında oturmuş, neşesini bulmuştu. Yıllar evvel cebren
alınan toprağı kadına helâl etmemişti. Süratle yol alındı. Taşlıklardan hoplaya
zıplaya geçildi. Köye varıldığında kapı önündeki kalabalıkla karşılaşmıştık.
Gürbüz, ölmüştür diye düşündü. Bir hışımla kapıyı açıp uçtu. Ardından
iniverdik. Tabureler sıralanmıştı. Akrabaları, yakınları, komşuları haber almak
için bekliyordu. Âdettendir. Beklenirdi. Ölüm de öyledir. Beklenir. Her insan
bekler. Haberi olmadan. Gelip çatacağı anı, son nefesi verebilmek için. Sabahın
nuru o engin dağların yamaçlarında sisler biriktirmişti. Gidenler olmuştu.
Gelenler de. Nöbetleşe bekleşildi. Karanlık köyün meydanında bir karartı
peyda etti. Gelen vardı. Şıkır şıkır sesler içinde. Yorgun düşmüşlerin dikkatini
celp etmedi.
Hakkı Dayı’ydı. Yaklaştıkça üzerindeki hırka uçuşuyordu. Yanımızdan geçip
içeriye girdi. İçeride bir müddet durduktan sonra sesler kesilmişti. Kuran
okuyan kadınların sesi, fısıltıları dinmişti. Ağlaşmalar baş gösterdi. Hakkı Dayı
içeriden çıkıp yürüdü. Yüzüme bakmamıştı. Başını öne eğip geldiği karanlığa
kavuştu. Gürbüz ağlamaklı:
— Hakkın rahmetine kavuştu, dedi.

Kapıdaki topluluk tevazu ile ikrar buyurdu. İnna Lillahi… Kapı önüne
kadınlardan biri takunyalarını çıkardı. Eskimişti. Maddenin kavuşacağı yarın
gibi. Müezzin sala için eğri minareye koştu. Komşular yemekler hazırlamak
için evlerine çekildi. Öğle namazından sonra cenaze namazı kılındı. Hatırıma
geldi Ninem Gülazer dilinden düşürmezdi:
“ Gece ve gündüzde barınan her şey O’nundur (c.c)…”
En’âm Sûresi

İnsan da gece ve gündüzde barınandı. Ve O’nundu. Ruhumuz yine O’na ilhak
edecekti. Topraktan gelmemiştik. Ve yine toprağa dönmeyecektik. Muharrirler
yanlış biliyordu. Merhameti ruhumuzun kayalıklarında meddücezir ile çarpıp
duracaktı. Durmalıydı. Orada yıkanacak, orada o meddücezir ile yıkanacaktık.
Köy mezarlığı dikilip huşu ile ölüme selam duruyordu. Kadını gömmüştük. El
etek çektik. Sırayla dualarımızı yakarıp, art arda döneceğimiz vakti beklemek
için köye yola çıktık. Külüstürün camından cennet hayali ile hareket ettik. Dut
pekmezinden helvalar kavuruldu.
Gürbüz’ün taraçasında belirdi, Zeynel Abidin.

— Beğ, bakıver.
— Buyur Abidin?
— N’olacak bizim arazi?
— Bedeli fazlası ile verilmedi mi?
— İsterim beğ! Ora benim hakkımdır. Cebren, el kodunuz!
— Acımız vardır. Hiç adap bilmez misin?
— Çöreklendin arazinin üzerine, isterim beğ!
— Arazi benimdir. İster yakarım, ister ekerim!
— Husumet dilemeyiz beğ!
— Abidin!
Araya köylüler girdi. Ayırdı. Abidin bilenmişti bir kere. Günü geçmeden koptu
patırtı. Akrabalar kavgaya tutuştu. İkinci günün sonunda iki yaralı, üç
küsmüş… Biraz rencide olanları saymıyorum bile. Ayıplayanlar ve uzak
durmak için kaçanlar çok geçmeden evlerine sindiler. Gürbüz, annesinin
bıraktıklarını devralmıştı, huylarını da. Tarla tapan halliceydi. Çok geçmemişti
ki köylülerin kendine çalışmasını sağladı. Beni de işe almıştı.
— Nasıl olsa eski yarensin, demişti.
Halbuki onunla hiçbir şey olmamıştık. Hayvan yetiştirmekten başka bir iş
tutmamıştım. Toprak ne der, bilmezdim. Narenciye ne ister? Suyu ne, gübresi
ne bilmem. Ama sor sarı kızı, inatçı keçiyi benden iyisi olmaz. Köylü de bilir.

Gürbüz’ün ahırları ve ağıllarıyla ilgilenmek bana düşmüştü. Köyde onun için
çalışmayan pek az insan vardı. Onlar da bir süre sonra mecbur kalacaktı.
Gürbüz için öküz pazarına giderdim. Külüstür emekliye ayrılmıştı. Bijonu
bozulmuş, aksı kaymıştı. Yeni minibüslerin, yeni insanları olmuştu. Yeni
muhabbetler, eskileri aratır olmuştu. Kısmen insanların yüzleri baharı arar
olmuştu. Sahi bahar hangi gaybi alemden çıkagelirdi? Öküz pazarı kahvesi
değişmişti.
Soluklanıp bir içim su çekti canım. Kahvecinin elindeki, avucundaki kağıt ve
taş kokusu mani oldu. Pazarın çıkışına doğru yürüdüm. Ayakta durmadan
baldırlarıma inen ağrılar sarstı. Yaşlanıyor insan a dostum! Çeşme başında
hırkası yerdeki su birikintilerine sürtünen bir adam vardı. Sırtını dönmüştü.
Avuçlarına doldurduğu suyu kana kana içiyordu. İçtikçe “Elhamdulillah…”
deyip devam ediyordu.
— Beğ, az çekil de soluklanalım, dedim.
Duymamış gibi yaptı. Ancak duymuştu. Duymamasına ihtimal yoktu.
Duraksayıp tekrar devam etti.

— Beğ, dedim.
— Bekle, acelen yok ya, dedi.
— Beğ, malların başında kimse yoktur!
Dönüp baktı. Hakkı Dayı’ydı. Dudaklarından süzülen su sakallarına iniyor.
Sakalları bir sarnıç gibi damlaları toprağa bırakıyordu. Onu gördüğüm için
sevinmeli miydim? Bilmiyordum. Ellerimi tuttu.
— Hakkı Dayı!
— A dost benim ya.
— Neden terk ettin? Tespihi boynuma borç ettin! Kul hakkıyla göçüp
gitmek istemem!
— Veriver borcunu. Gitmek icap etti dost. Hakkı’yı üzdüler. O kadına
tembihlemiştim. Helallik dile diye. Hakkı olana hakkını ver diye.
Haklıya hakkını vermedi, Hakkı gitti. Kul Hakkı, boynuna düğümlendi.
Anlatamadık yeğenim. Son bir hesap kaldı.
— Köyümüzü terk etme dayı. Yine uğra. Biz varız. Bizim için geliver.
— Arada uğrarım. Yine görüşürüz elbet.
Avucuna on kayme koyuverdim. Uzaklaşırken iç çekip ayak sürüyerek yürüdü.
Çeşmenin suyu soğuktu. Şerha şerha inip serinletti. Sesler öküz pazarını ayağa
kaldırdı. İrkildim. Dönüp baktım. Buzağılar, analarının önlerinde hiç durmadan
koşuyordu.

Ahıra koştum. Ahır boşalmıştı. Gürbüz’ün hayvanları kaçıp uzaklaşmıştı.
Peşlerine verdik. Diğer satıcılar da koştu imdadıma. Hastalıklı buzağılardan
birini yakalayabilmiştim. Diğerleri nereye gitti bilmiyorduk.
- Nasıl oldu, dedim.
- İhtiyarın teki, dediler.
- Tipi nasıldı, neye benziyordu, dedim.
- Uzun hırkası, keçe külahı ve değerli tespihleri vardı.
- Hakkı, Kul Hakkı…
Gürbüz’ün hayvanları o vakitten sonra bulunamadı. Ahırında ve ağılında
hayvan kalmadı. Ben kovuldum. Beşe köyüne taşındım. İki buzağı aldım. Ara
sıra uğrarım eskilerin yanına. Hakkı gitti, kulluğu kaldı derler. Hakkı gitmişti,
kulluğumuzu hatırlatan bu anı yadigâr kalmıştı.

--

--