Haysiyet

Öte Varlık

Osman Tırak
Türkçe Yayın
Published in
7 min readJun 1, 2021

--

Bir insan ile aranızda ölüm kalım mücadelesi olsa, hangisini seçerdiniz?… Ölmeyi mi, yaşamda kalma pahasına bir masumu öldürmeyi mi? Uğruna ölmeyi göze alacağı idealleri olanlar (romantikler), bu yüce amaçları için öldürmeye tereddüt etmezler. İlkel insanın yaşamda kalma çabası esasında bir ölüm korkusuna değil, aksine yaşamdan kaçmasına dayanır. O ölmekten değil, hayatta kalmayı sürdürdüğü, alışık olduğu yaşam biçiminin dışına çıkmaktan korkar. Kendi için yaşamaya cesareti yoktur; başkaları için, dışsal bir ulviyet için yaşar. Bu sahte ideali için katil olmaya da meyillidir.

Üstün insan, ölmekten gerçekten korkandır. Bu nedenledir ki, ölümü her gün hatırlar. Fakat bu ölüm korkusu, iyi yaşamayı beceremeden hayattan kopup gitmeyi, boşa harcanmış bir ömrü ifade eder. Yani o, yaşamda kalmaya çabalamaz, iyi yaşamanın peşindedir. İyi ve erdemli (yani mutlu) bir hayata dair umut olmadıktan sonra, ölmeyi yeğler. Masum birini öldürmüş biri olarak yaşamda kalmaktansa, ölen taraf olmayı seçecektir. Kabil değil, Habil olmayı…

Papillon (1973) “Seni hayatını boşa harcamış olmakla suçluyorum. Bunun cezası ölümdür.”

Mark Twain ile ilgili, ancak bir yazara yakışacak, çok sevdiğim bir anekdot vardır. Bir anısını anlatmasını isteyen gazeteciye şöyle der: Ne anlatayım ki kendim hakkında? Varolduğumdan bile emin değilim. Biz ikiz doğmuşuz, görünüşlerimizi ayırt edebilmek için birer kurdela takarlarmış. Henüz iki haftalıkken, yıkandığımız sırada birimiz boğulmuş. Hangimizin öldüğüne karar verememişler. O yüzden, ben bile bilmiyorum gerçekte kim olduğumu.

Haz alınan her şey limitliyken, bilginin ve değerli hissetmenin sınırı, hazzının limiti yoktur.

Değerlilik hissi, çağımızın en temel problemlerinden olan değersizlik duygusu, onur (şöhret ve itibar), gurur ve kibir konularında beşinci ve son yazımı yazıyorum.

Değerli Hissetme Arzumuz başlığı altında şöhret ve itibar kavramlarını çözümledik; sevgi, saygı, nefret, utanç, hayranlık, kayıtsızlık duyguları ve başkasının arzusunun nesnesi olma çabamızın derinlerine baktık.

Değersiz Hissettirilme yazısında, ebeveynlerimizden gelen yanlış kodlamalar sonucu gelişen değersizlik duygusu ve ona karşı savunma olarak kullandığımız gururun bizi özgürlüğümüzden ve iyi bir insan olmaktan nasıl mahrum ettiğini inceledik. Ve çözümün kendinle barışmakta olduğu savını ortaya koyduk.

Değersizlik Duygusu ve Gurur — Aşağılık Kompleksi ve Kibir başlıklı yazıda gurur ve kibir ayrımlarını yaparak bu kavramları derinlemesine anlamaya çalıştık. Değişim ve dönüşüme direnç gösterme tuzaklarına, aşırı gururun bizi nasıl savunmasız ve kırılgan yaptığına, utançtan kaçınmak için arzularımızdan vazgeçmemizin kendimizi suçluluk çukurunda acı çekmeye mahkum etmek olduğuna kadar önemli bazı çıkarımları alıntılar ile yaptık.

İtibar Suikastçileri yazısında onur kavramının en doğru anlamını ortaya koyarak, zannedildiği kadar önemli olmadığını vurguladık. Onur ve itibara atfedilecek fazla değerin, kişinin haysiyetini yani kendi kendine verdiği değeri zedelediğini gösterdik. Buna bağlı olarak da, hakaret, iftira ve haksızlıklar karşısında yaralanmamanın, hiç darbe almamaktan daha kıymetli olduğunu, bu güce potansiyelde sahip olduğumuzu gösterdik.

Dikkat ederseniz, diğer dört yazıda bahsedilenler hep başkalarının nazarındaki değerimizi ifade eden kavramları anlatmaktaydı. Hatta ilk yazıda şöyle bir paragrafım vardı:

Onurun aslında şöhret ve itibar kavramlarını içine aldığını düşünebiliriz. Dolayısıyla politik (yani toplumsal) yaşam içinde rol alan insan, kendi değerini yaratma çabasını bu iki kavram yolu ile sürdürür. (Ve üçüncü olarak haysiyet sayılmalıdır ancak onun toplumsal bağı daha zayıftır. Ona sonraki bir yazıda geleceğiz.)

Kısacası, değerlilik hissini hep dışarıda aradık, başkalarından medet umduk (tıpkı onların da başkalarından umduğu gibi). Şimdi sıra kendi içimize bakmaya geldi. Kendi değerimizi yani haysiyetimizi nasıl inşaa ettiğimize...

Başta bahsettiğim, Mark Twain ile ilgili anekdotta dediği gibi… Biz bile bilmiyoruz kim olduğumuzu. Biz daha bebekken, bize bir kimlik yakıştırdılar (kendilerinin bile emin olmadığı). Olgun bir insan olduğumuz bir vakitte dönüp baktık ki; aslında benliğimizi hep başkalarının yalan yanlış temellerini attığı bir zeminin üstüne inşaa ederek yaşamışız. Nesiller boyu sorgulanmamış kanıların, inançların ve alışkanlıkların içinde sıkışmış, değerimizi kalibresi bozuk ölçülerle tartmış, bir zamanlar ölen ikizimiz diye unutturulmuş öz benliğimiz yerine egomuzu ve iliştirilmiş kimliğimizi kendimiz sanmışız.

“Kendini Tanı” Delphi’deki Apollon Tapınağı

Önceki yazılarda aşırı gurur ve kibrin olumsuzluklarını çözümlemiştik. Fakat insani birçok kavramda olduğu gibi, bunlarda da bir dengenin ihtiyacı yadsınamaz. “Gururu vakur, kibri ise tevazu dengeler.” (Dücane Cündioğlu) İkisi de insanın kendisini tanımasına bağlı sıfatlardır. Kişinin öz değerini ve acziyetini akılcı bir potada eritmesi olarak tanımlanabilir.

Kibir daha çok öz değer, gurur ise özgüven eksikliğinden doğar ve her ikisininde de öz saygı sorunu vardır. İnsan, arzularına ulaşma cesaretini ve muktedirliğini yitirdikçe özgüveni yara alır. Bu güçten düşüşte içsel faktörler dışsal olanlara ağır bastıkça, yani kişinin kendi tutum ve tercihlerinden dolayı iktidarsızlaşması söz konusu oldukça öz saygısı da zedelenir. Özellikle çocukluğunda, kişi ile arzuları arasında duvar ören bir aşağılanma, haketmediği duygusu verilmişse bu sefer öz değer eksikliği ve nihayetinde narsisizm gelişecektir. Belki de kibir cesaretsizlerin cüretidir ve gurur iktidarsızların arzularını bastırmasıdır.

Dediğim gibi, özgüvenin azlığı kişiyi gururlu yapar. Aşağılık kompleksli toplumların şovenist, milliyetçi gururlarının sebebi budur. Bireysel düzeyde de, kişilikteki zayıflık kimliklere sarılma ihtiyacı doğurur. Ergenliğimizde hepimizin hayranlık ve bazı kimliklere öykünme gibi süreçler yaşaması bundandır.

Aşırı gururlular, iktidar olduklarında bu sefer aşırı kibirli olurlar. Kendi ile yüzleşmeyen, barışmayan insan aşırılıklardan kurtulamaz. Haddini bilmez fakat herkese had bildirmeye kalkar.

Şimdi bu aşırılıkların zıt kutbuna bakalım bir de… Hiç kibri olmayan birinin kişiliği de zayıftır. Varlığı ile ilgili bir iddiası yoktur.

Bir insan gurursuzlaştıkça kimliksizleşir; bir dilenci gibi iradesizleşerek varlığının tanımını başkalarına bırakır.

Gurursuzlar her türlü düşük arzunun peşinden sürünenlerken, tam aksi uçta da hakiki arzularına ulaşma cesareti gösteremeyen korkak ve aşırı gururlular vardır.

Bir diğer korkaklar grubu ise kişiliği olmayan kibirsizlerdir. Köle ve mazoşist ruhludurlar. Arzularının bile ötesini, haketmediği olanakları elde etmişlerde ise akılsız bir cesaret ve iğrenç bir kibir vardır. (Lümpen, iktidar sahiplerinde mesela.)

İşte tüm bu çözümlemeler nedeniyle denir ki; kendini tanıyan kişi kibrini tevazu, gururunu ise vakur ile terbiye eder. Yani gücü kadar acziyetininin de, değeri kadar eksiklerinin de bilincindedir. Ve bu hakikat ona acı vermez; çünkü değişebileceğine inanır. Değiştikçe de dönüşebileceğine…

Değerli Olma Arzusu

Haysiyet nedir?

Oedipus babasını öldürdüğü ve annesiyle evlendiği için suçlu değildi çünkü bilmeden yaptı. (Bilinç dışımız)

“Kim olduğumu bilmeliyim!” dedi ve gerçekleri kahine sordu. (Yüzleşmemiz)

Öğrenince gözlerini oydu. (İnkarımız)

Kendini sürgün etti. (Yasımız)

Suçluluk değil sorumluluk hissetti. (Bilincimiz)

Çoğunluk kendi kötülüğünü başkalarının bilmesi halinde trajedi yaşar. Pek az insan ise büyük trajedilerini yüzleşerek aşar. Haysiyet sahipleri için, başkalarının bilip bilmemesinin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan tek şey hakikattir. Trajedi, sahip olamamaktan ya da sahip olunanın kaybından doğar.

Bu nedenledir ki, haysiyet kişinin kendi değerini yaratmasıdır. Başkalarına ne ihtiyaç duyar, ne de onların saldırılarından yara alır.

Oruç Aruoba’nın da dediği gibi, insan olabilmekle kafayı bozmuş olanlar sevilmek veya sayılmak için uğraşmazlar; sadece tanınmak isterler. Tanınmak ve kendisini başkasının gözünden tanımak.

Başkasının beni düşündüğünü sandığım kişi olmamın tam aksine, başkasının gözünden bakabilme ve onun düşüncelerinin sebebine anlayış geliştirebilmek, yani onun bile farkında olamadığı benliği hakkında rıza gösterebilmektir haysiyet.

Haysiyet, kişinin kendisine verdiği değerden ibarettir. …Haysiyet sahibi olmak, ahlâk sahibi olmak demektir. Çünkü herkes haysiyeti kadarıyla ahlâk sahibidir. Bu yüzden o zor gelir, zor gider.” (Dücane Cündioğlu) Arzu nesnesi olmadığında bile, özne olarak kalmaya devam etmektir. Toplumsal ilkesizlik hakim olsa da, bireysel ilkelerle kitleden ayrılmaktır.

Şöhretin kimlik ve değerli görünme, itibarın kişilik ve değerli hissetme, haysiyetinse kendilikle ve değerli olmayla örtüştüğünü söyleyebiliriz. Yani mesele yine özbilinç kavramında düğümlenmektedir. Değerlilik duygumuzun üç ana damarından hangi oranlarda beslendiğimiz, bilinç seviyemiz tarafından belirlenir. (Kimlik, kişilik ve kendilik kavramlarını şu yazıda anlatmıştım: İç Motivasyon ve İç Sabotaj)

Haysiyetin güçlenmesi, kişinin toplumsal olanla bağlarının zayıflaması demektir. Çünkü sosyal ölüm diye adlandırabileceğimiz, toplumsal değer görme halinden uzaklaşmayı göze alabilmek ancak kendilikten gelen değerli hissetme kanalından beslenmekle mümkündür. Haysiyeti güçlü bir kişi itibara da, adaba da pek rağbet etmez. Toplumsal olana, özellikle de itibara düşkün olmamak aslında yaşamını tehlikeye atmaktır. Haysiyetli kişi bu cesareti nereden bulur? Belki de derinlerdeki tutkusundan ve talihine olan umudundan güç alıyordur.

Haysiyet belki de kendin için yaşamaktır. Fakat bu kendilik, bencilce (bedensel) bir yaşam amacı değildir.

“Tanrı’dan başka. Ben hiçbir şeyden korkmam. Kendin olmayı ancak öyle öğrenirsin. Bu hem basit, hem de çok zordur. Sadece kendin olmak.” Kabuk Adam, Aslı Erdoğan

Sahicilik (Kendilik)

Zayıflıkların en büyüğü, zayıf görünmekten aşırı korkmaktır. Jacques Bousset

Kendilik tanımını Melancholia filminden esinlenerek yapmak istiyorum. Kendilik, ölümün kaçınılmazlığı ile yüzleştiği andan itibaren değişim yaşamayan tek şeydir. Biraz sonra dünyaya çarpacak olan yıldızın kaosunda tümden yok olacağı bilgisine karşı varlığının anlamını hala koruyan yegane değerimiz kendiliğimizdir. Onun dışındaki tüm değerler, kimlik ve kişilikler, toplumsal ahlak (adap/terbiye), bilim ve teknoloji, hepsi anlamını yitirir. Daha kaos en şiddetli anını göstermeden önce, çoğu ceset gibi yığılır.

Kendilik vakurla, nedensiz ve çıkarsız bir sevgi ile yokoluşu kucaklar.

Oysa kendilik, kaos öncesi dönemde, yani kosmosta hoş karşılanmamaktadır. Onun toplumsal olana uyumsuzluğu ve nevrotikliği zayıflık olarak görülmüştür. Yok oluşu önceden bilmesinden kaynaklı bu nevrotik hal, diğerlerine anlamsız gelmektedir.

Biraz daha açık söylemeye çalışırsam… Haysiyet ölüm ve hakikatten başka hiçbir şeye önem vermediği için hor görülür. Onun yaşamda kalabilme yeneteklerinden mahrum olması, kabul edilemez bir acziyet olarak nazara alınır.

Melancholia (2011) — Lars von Trier

Bu sahne ile ilgili farklı yorumlar da yapılmaktadır ve doğrudurlar. Ancak ben, kendimizle yüzleşmeye giden yolun ne araçlarla (teknoloji, bilim, din, ideoloji), ne de başkaları ile yürünemeyeceğini bu sahnede izliyorum.

--

--

Osman Tırak
Türkçe Yayın

Mutluluk Arayışımız Üzerine Yazılar : Felsefe, psikoloji, sinema ve sanat.