Hepimizin Bir İşi de Yazmak Olsa…

Damla Tantekin
Türkçe Yayın
Published in
4 min readSep 29, 2020

--

“Ben de roman yazabilirim.

O zamanki hissimi şimdi bile net bir şekilde hatırlıyorum. Gökyüzünden bir şey pırıl pırıl parlayarak düşmüş ben de onu iki elimle güzelce tutmuşum gibi bir histi” diyor Japon yazar Murakami.

Bugüne kadar, kişinin kendini yazarak ifade etmesinin iyileştirici gücüne hem de gelecek nesillere kayıt bırakmak için yazmanın önemine dair bir çok yazı kaleme aldım. İnsanlık için küçük, benim için büyük sayılabilecek bu motivasyonlarım tanıdığım ve tanımadığım pek çok kişinin de yazmasını sağladı. Mesaj kutum her gün “ilk yazısını yazan”ların gönderileri veya halihazırda yazmakta olanların yazılarıyla doluyor.

Bundan daha büyük mutluluk yokmuş, inanın!

İngiltere’nin meşhur kırmızı posta kutularını bilirsiniz. Üstteki fotoğrafta da sağda görünen bu kutuların hikayesi şöyle: 1800lerde Manş Adaları’nda bir posta alma/toplama sorunu bulunuyordu. Bu sorunu çözmek üzere, posta servisinde araştırmacı olarak çalışan Anthony Trollope görevlendirilmişti.

Adalar’a giden Anthony Trollope düşündü, araştırdı ve sorunun mektup toplama kutuları ile çözülebileceği fikrini geliştirdi. Bunun üzerine Adalar’ın çeşitli yerlerine dökme demirden yapılan, sekizgen, 1.5 metre yüksekliğinde, ince, uzun dört tane kutu yerleştirildi. Gerçekten de bu mektup kutuları kısa zamanda büyük ilgi gördü ve 1850lerde bütün İngiltere’de kullanılır hâle geldi.

İlk haliyle zeytin yeşili rengindeki posta kutularının görünürlüklerinin artırılması amacıyla da 1874 yılında hepsi kırmızıya boyandı.

İşte İngiltere’nin meşhur kırmızı posta kutularının hikayesi böyle.

Benim asıl gelmek istediğim konu ise bu fikrin önderi olan Anthony Trollope. Çünkü aynı zamanda o bir yazar.

Ünlü olup, kitapları çok satmaya başladığında bile postanedeki mesleğini hiç bırakmayan, sabahları erkenden uyanıp işe gitmeden önce yazmayı alışkanlık haline getiren,

“Asla kendinizin yeterince iyi olmadığını düşünmeyin. Bir kişi asla böyle düşünmemeli. Benim inandığım şu ki, hayatta insanlar sizi, siz kendinizi nasıl görüyorsanız öyle göreceklerdir”

düşüncesi ve bakış açısına sahip olan, oluşturduğu yazma disiplini ile hayatı boyunca 47 roman, onlarca kısa hikaye ve seyahat kitapları yazan bir kişi o.

Ya da mesela yazar Franz Kafka… “Huzursuzluktan kurtulmak, içimdeki ve çevremdeki sesleri susturmak için yazıyorum” diyerek Prag’da bir büroda sigorta memuru olarak çalışırken iş aralarında gizlice romanlarını yazıyormuş.

Bazen düşünüyorum; benim karşılaştığım “o ilk yazılar”ın da bir Kafka, bir Trollope olamayacağını kim bilebilir? Mesaj kutumda öyle yazılar oluyor ki, okurken büyük heyecan duyuyorum: “Ya ama çok çabuk bitti! Lütfen daha uzun yazın, belki şunları şunları da eklersiniz” diyen cevap mesajları yolluyorum.

Ya da bazen hikayeye bir türlü giremiyorum “Şu şu gibi ek bilgiler olmasaydı belki daha mı hızlı akar giderdi bu yazı?” diye düşünüyorum, fikrimi de açıkça söylüyorum. Sonra ne mi oluyor? Fazlalıklarından arınmış, müthiş bir yazı düşüyor önüme.

Kimler kimler yok ki bu “yazar”ların arasında… Hukukçular, yazılımcılar, yöneticiler, finansla uğraşanlar. Kimsenin işini bırakıp yazar olma gayesi yok ama yazıyorlar. Bence yazmanın iyileştirici, geliştirici gücüne inandıkları için.

Sahi… Sen, ben yazmazsak, kim yazacak peki? Bu hem kendimizi anlamak, hem kendimizi anlatmak ama asıl önemlisi yaşadığımız topluma yönelik bir sorumluluğumuz da değil mi?

Bu yazma işi ilk seferinde hemen olmuyor biliyorum. İkincide de olmuyor. Hatta beşincide de. Ama inanın ki, takip eden denemelerde oluyor. O ışığı kendinde görmeye başlıyorsun. Sevdiğin yazarları, iyi kitapları okudukça, denemeler yaptıkça ışığı bir süre sonra çevrene de yaymaya başlıyorsun.

Hep söylüyorum; bence 3 kuralı var bu yazma işinin:

*Çok okumak,

*Çok alıştırma yapmak ve

*Sabır!

*Bir de mümkünse eleştirilere kendini açmak.

Yazarlıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığını düşünen senin veya yıllarını hukuk çalışmalarına vermiş benim ya da bir büroda çalışan Kafka’nın ortak noktası ne biliyor musun? İçimizde sakladığımız onlarca hikayemizin olması.

Hatta bir ortak noktamız daha var: Üzerimizde, içimizde sakladığımız hikayeleri anlatmaya zorlayan bir baskı yok. Hatta buna yönelik bir zorunluluğumuz da yok. Belki Murakami’nin dediği gibi:

“Eğer yazdığım romanlarda özgünlük diye nitelendirilebilecek bir şey varsa, bunun özgürlükten doğmuş olabileceğini düşünüyorum.”

***

Sizin yazacağınız yazının türü roman mı olur, hikaye mi olur veya deneme mi olur; bilmiyorum. Amacı ise iyi hissetmek mi olur, iyi hissettirmek mi yoksa fayda sağlamak mı… Yazmadan hangimiz bilebilir ki neyi ne için yazacağımızı?

Değil mi?

Son olarak, belki Sartre’a da kulak vermek lazım:

“Düzmece yaşamlarınızda para, mevki ve başarıyı bir kenara kaldırıp kendinize baktığınızda gerçekte kimsiniz ve geleceğe, yarının toplumlarına bırakacağınız iz ne olacak?”

***

Önceki Yazı:

Yazmaya İlişkin Diğer Yazılar:

--

--

Damla Tantekin
Türkçe Yayın

Books. Art. Ideas. Lawyer / Founder of dStrateji. Living in Paris.