Homeros’un İlyada’sı Bize Ne Söyler?

Salih Samet Gür
Türkçe Yayın
Published in
5 min readMar 31, 2019

İnsan var olduğu ilk günden bugüne daima bir yanıt arayışı içinde olmuştur. İlk insanlar bu yanıtı mitoloji ile ararken daha sonraları bu yanıtı aramanın yöntemi olarak bilim ve felsefe gibi alanlar gelişmiştir. Mitolojinin ilkel insanın yanıt arama biçimi olarak bilim ve felsefeden daha eski bir köke dayanması artık yadsınamaz bir gerçektir. Mitoloji araştırmacısı Mircea Eliade’nin bu konudaki önerisi şöyle: “Mit, kutsal bir öyküyü anlatır; en eski zamanda, ‘başlangıçtaki’ masallara özgü zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır. Bir başka deyişle mit, Doğaüstü Varlıkların başarıları sayesinde, ister eksiksiz olarak bütün gerçeklik, yani Kozmos olsun, isterse onun yalnızca bir parçası (sözgelimi bir ada, bir tür bitki, bir insan davranışı, bir kurum) olsun, bir gerçekliğin nasıl yaşama geçtiğini anlatır. Demek ki mit, her zaman bir ‘yaratılış’ın öyküsüdür”. Evet, işte bu yaratılış öyküsü olan mitler biz insanların yanıt arayışı bakımından ilk olması bakımından büyük bir öneme sahiptir. Dünyada ilk zamanlardan bugüne kadar varolmayı sürdüren her milletin yaratılış öykülerini yorumlama biçimleri -yani mitler- benzerlik göstermekler birlikte birbirinden farklıdır. Hem dayandığı kökenlerin ve anlatılarının eskiliği hem de nitelik bakımından önde gelen mitolojilerden birisi Yunan Mitolojisidir.

Yunan Mitoloji anlatılarının en önemlilerinden birisi Homeros adlı bir ozanın yazdığı İlyada destanıdır. İlyada’nın dilimizdeki incelemesini ve özenli çevirisini yapan Azra Erhat’a göre: “Homeros yaşamış büyük bir ozandır. O büyük bir destan geleneğinin başlangıcında değil, ortasında bulunuyordu, yani Troya efsanelerini kendi yaratmamış, yalnızca biçimlendirmiştir.” Homeros her ne kadar bu destanı kendi yazmamış olsa da bu destanı bugün dahi büyük bir dikkatle okumamızın en büyük sebeplerinden birisi kesinlikle büyük ozan Homeros’un eserini biçimlendiriş şeklidir. Bu şekil sadece yapısal özellikler değildir elbette, Homeros eserini yazarken hem insanlara hem de tanrılara yüklemiş olduğu çeşitli vasıflar ile anlatışındaki destan üslubu birleşerek bu şaheserin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Homeros’un anlattığı bu destanın konusu ve detaylı incelenmesi elbette başka bir yazının konusu olabilir fakat bizim bu yazıda aradığımız cevap Homeros’un biz her devrin insanına neler söylediği ve bu destanın bizi çeken yönleri nelerdir sorusudur.

Aslında İlyada Troya’nın destanı değil, Akhileus’un destanıdır. Zira konusu sınırlıdır ve anlatılanlar Troya Savaşı’nın dokuzuncu yılında tam elli bir günlük süreyi kapsayan bir süreçtir. Fakat bu kısacık sürede Homeros bize insanların ve tanrıların dünyasını öyle bir anlatır ki, işte bizi bugün dahi okumaya sevk eden şey bu anlatımdır. Homeros bu iki farklı dünyayı — insanlar ve tanrılar dünyası — öyle bir anlatır ki, aradaki perde kalkar ve her şey berraklaşır. Bu berraklaşma bize insanın yaşam öyküsü ve yanıt arama süreci yanında bir arınma -katharsis- sağlar. Bu arınmanın sağlanmasının yollarından birisi de hiç şüphesiz tanrıların vasıflarıdır. İnsanın anlatabildiği en güzel hikaye bilinenin ve gerçeğin hikayesidir. İşte Homeros bilinenden yani insandan yola çıkarak tanrıları öyle bir hale büründürür ki bizler bu destanı her okuyuşta kendimizden bir şeyleri bulmaktan geri duramayız.

Tanrılar elbette beşerî özellikleri yanında tanrı olmanın insan olmaktan ayrıcalıklarını da çokça hissettirirler. Bu tanrılar bütünüyle beşer değildir ama beşerîdirler. “… tanrıların yediği içtiği insanlarınkine benzemez. Ölümsüz olduklarından onlar şarap yerine nektar içer, ekmek yerine ambrosia yerler.” Bu alıntıdan da anladığımız üzere yedikleri ve içtikleri insanlarınkine benzemese de insana ait bir özellik olan yeme ve içme alışkanlığı tanrılarda da varlığını gösterir. Yine bu tanrıların tıpkı insanlar gibi şölenleri vardır fakat bir farklı. İnsanlar daima şölen yapmazken, tanrılar tüm vakitlerini bu şatafatlı şölenler içerisinde geçirirler. “Tanrılar ölümsüzdür. Gerçi insanlar gibi giyinirler kuşanırlar, öfkelenirler, üzülürler, acı çekerler, ama yine de bir şeyler olmaz onlara.” Yine tanrılar tıpkı insanlar gibi taraf tutarlar. Bu beşeriyetin yani insanlığın vermiş olduğu duygusal bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Aphrodite ile Ares Troyalılardan yana, Hera ile Athena ise Akhalardan yanadır. Tanrıların istediklerini gerçekleştirme ve sonsuz bir güç gibi bir düşünce din ve inanç tarihinde süregelen bir söylemdir. Fakat İlyada’da Zeus yani baştanrıdan da üstün bir istem, bir yazgı vardır. Peki ama tanrılarda tıpkı kendilerini aşan bir yazgı ile karşılaşıyorsa tanrılık karakteri nerede kalıyor? İşte bu yine tanrılar dünyasını insanlar dünyasına yakınlaştıran durumlardan birisidir. Destan okuyucusu olan insan daima kendisini aşan bir yazgının merkezindedir ve tanrıların da bu beşerî duyguyu tatması okuyucuya bir arınma ve karşısındakini kendisi gibi görme içgüdüsü verir. Zira okuduğu metinde ya da izlediği bir filmde kendisini bulan insanlar için bu benliği karşıdakiyle eşitleme durumu büyük bir haz ve çekicilik verir. “Bu filmde, bu kitapta kendimi buldum” cümlesi sıkça duyduğumuz bir beğenme cümlesidir. İnsanlığın İlyada’ya bu derecede okumasında kendisinden bir parçayı görmesi en büyük etkendir.

Homeros bizi bir yeryüzüne indirir bir gökyüzüne çıkarır. Bir sahnede Troya önlerinde kanlı bir savaşın içindeyken bir anda Olympos’ta bir şölenin ortasında bulabiliriz kendimizi. Zaman zaman bu geçişler öyle bir hal alır ki, bu geçişlerin fark edilebilirliği sorgulanabilir. Zira bu iki dünya zaman zaman birmiş gibi görünmekten geri durmaz.

Tanrıların en güçlüsü Kronosoğlu Zeus kimi zaman diğer tanrıların tatlı sözleri ve yalvarmalarıyla kandırılabilir. En güçlü tanrı olmasına rağmen zaman zaman diğer tanrılardan çekinir. Daima aralarında bir yatıştırma/denge politikası gütmek zorundadır. Hele karısı Hera’dan bayağı korkar, zira o da tıpkı bir insan gibi evinde hırgür çıkmasından çekinir. Diğer pek çok tanrıda da buna benzer insanî durumlarla karşılaşmak mümkündür.

Homeros, tüm bu mitolojik ve fantastik ögeler arasında her şeyden önce bize insan olduğumuzu yansıtır. Bizler beşeriyetimizi yani insanlığımızı kimi zaman tanrıların sureti ve davranışlarında kimi zaman da savaş meydanında bir Troyalının çehresinde görürüz. Bizler ve ilk günden bugüne İlyada’yı okuyan insanlar olarak kusursuz tek tanrılı dinler arasından geçenler İlyada’nın kusurlu ve zayıf tanrılarını zaman zaman yadırgadığımız zamanlar da olmuştur. Fakat ben inanıyorum ki bizi ve daha yüzlerce yıl okuyacak tüm insanları içine çekecek olan şey destanın içerisindeki bu beşeriyet duygusudur. Zira her insan kendi hikayesini okumayı sever. Defalarca duymuşuzdur, bu kitapta/filmde kendimi buldum cümlesini. İnsanın okuduğu bir metinde kendini bulması tıpkı aynada kendi suretine bakmak gibidir. İlyada ya da Homeros bize ne söyler, mitolojik metinlerden neyi anlamalıyız, pek çok soru sorulabilir. Bir metin/fikir her ne kadar yazarın kaleminden veya dudaklarından dökülmüş olsa da ortaya çıktığı andan itibaren okuyucusu veya dinleyicisinin olmuş demektir. Ve bizler, okuyucular bu karmaşık anlatı ormanı içerisinde kendi yolumuzu seçmek zorunda kalırız. Sahi Zeus’la ya da Athena ile ve yahut herhangi bir başka tanrıyla kendimizin ortak bir noktasını görmek, onda kendimizi bulmak daha doğrusu insanı bulmak İlyada okurken duyulacak en güzel hazlardan birisi olamaz mı?

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--