Işıklarda Beklerken Medeniyet Temsilcisi Olmak

Mevlana Bash
Türkçe Yayın
Published in
9 min readDec 27, 2022
Photo by Tungsten Rising on Unsplash

Elinde çantasıyla koşar adım yürüyen merdivenlerden çıkıyordu. Bugün de asansör sırasına yetişememişti. Ayağını trenden perona bastığı andan itibaren kendisini her sabah amansız bir yarışın içerisinde buluyordu. Daha profesyonel olmalıydı. Bu hattın yolcuları arasında zamanla bir kültür oluşmuştu. Trenin sadece ilk ve son vagonlarında seyahat eden bir ekip vardı mesela. Bunlar diğer vagonlar boş olsa dahi asansör hizasına denk gelen bu iki vagondan başkasına binmezlerdi. Sirkeci’de kapılar açılır açılmaz da asansörlere doğru koşarlardı. Bu emekleri neticesinde hem on dakika zaman kazanırlar hem de yürümekten kurtulurlardı. Asansör sayılı, sırası ise epey uzundu. Oysa indiği tren kıtaları birbirine kavuşturmakla nam salmış, hızlı ulaşımın sembolüydü. İlk parkuru tamamlamış o uzun koridora ulaşmıştı. İşe gidiş dönüş yolunda can sıkıntısından metre metre biliyordu bu istasyonu.

Şu anda yürümeye başladığı fayanslarla kaplı koridor tam yüz dört adımdı. Yüz beşinci adımını attığında tünelin sonunda sağ taraftaki yürüyen merdivenin ilk basamağına basacaktı. On sekizinci adımından sonra duvarda çini süsü verilmiş geometrik tasarımlı fayanslar görülecekti. Öğleden sonra yolculuk yapanlar güvenlik görevlilerinin hem koridoru kontrol amacıyla hem de günlük hedefledikleri adım sayısına ulaşabilmek için burada volta attıklarını görebilirlerdi.

İstisnasız belli başlı sesler de bu koridorun doğal müzikleri arasında sayılabilirdi. Kadınların topuklu ayakkabı sesleri, nadir de olsa erkeklerin kösele ayakkabılarından gelen tak tuk sesler. En az iki kişi hapşıracak, birkaç öksürük duyulacaktı. Bunlara yanından geçenlerin ayılmak için son ses dinledikleri müzikler eklenecekti. Acelesi olanlar kıyıdan köşeden kendilerine yol bulmaya çalışarak kalabalık arasından sıyrılmaya çalışacak ve bir kişi de önündekinin ayakkabısının topuğuna basmak suretiyle ufak çaplı bir trafik kazasına karışacaktı. İnsanları yalnız arkalarından gördüğü bir buçuk dakikalık bir tüneldi burası.

Bazen kıyafetini beğendiği birisinin yüzünü hayalinde canlandırır sonra tasavvur ettiği ile hakikat örtüşüyor mu diye kontrol etmek için adımlarını hızlandırarak o kişinin önüne geçer geriye doğru bir bakış fırlatırdı. Bazen yavaş gitmekten sıkılır kendisini ve insanları birer araba yerine koyardı. Arkasından gelenin hızını ayak seslerinden kestirmeye çalışır; insanlar arasında makas atardı. Birisi valizle yürüyorsa ona uzun araç muamelesi yapar, kısa boyluları ve çocukları geçmek kolay olduğu için onları motosiklet yerine koyardı. Yaşlıların arkasına takıldığı ve ilerleyemediği zamanlarda ise açar telefonuyla uğraşırdı. Tünel bitip diğer merdivenler başladığında bazıları sportifliklerini gösterir; yürüyen merdivenden koşa koşa tırmanırlardı. Bazıları yürümekten sıkılır merdivenin kendilerini mümkünse işyerlerine kadar taşımasının hayalini kurardı.

Böyle bir maratonu daha atlatıp yüzeye çıkmanın verdiği gururu yaşamak için kendisini bir köşeye çekti. Biraz soluklanacaktı. Saatini kontrol etti. Eminönü peronlardaki otobüsüne yetişmesi için on beş dakikası vardı. Burası bir istasyon değil adeta bir karınca yuvasıydı. Az evvel arabaya benzettiği insanlar da hala insan değil, yuvalarından yiyecek toplamaya çıkan işçi karıncalardı. Her biri farklı istikamete gidecek, tüm gün arayacaklardı. Akşam binlercesiyle birlikte yine burada, istasyon girişinde buluşacaklar; turnikelerden ve yuvayı korumakla görevli güvenlik karıncalarının gözetiminden geçerek evlerine dağılacaklardı. Kendisi zararlı alışkanlığı olan bir karıncaydı. Adeti olduğu üzere her zamanki büfeden sigarasını aldı. Yarın sabah aynı saatte aynı büfeden aynı sigarayı almak için büfeciyle vedalaştı. Birbirini sonsuza kadar göremeyecek olanların göz yaşlarını akıttığı, sevdiklerini karşılayanların yüzlerinden yayılan gülümsemelerin mermer sütunlarına nakış gibi işlendiği, onlarca filme ev sahipliği yapmış Sirkeci Garı’nın içinden burada yaşanan anılara kulak asmadan geçip gitmesi gerekiyordu. Şu an ne dram ne heyecan ne de sinema vaktiydi. Şu an işe yetişme ve bir sonraki otobüsü yakalama zamanıydı.

Ankara Caddesi’nden Sirkeci Parkı’na kadar olan zamanda sigarasını yakmış hızlı hızlı içiyordu. Denize yaklaştıkça meltemin tuzlu kokusu etkisini hissettirmeye başlamıştı. Çektiği onca yola rağmen yolculuğunun en güzel kısmı birazdan başlayacaktı. İskele tarafına geçince önce Galata Kulesi’ne uzaktan bir günaydın diyecekti. Sonra ne pahasına olursa olsun otuz saniyesini ayırıp Boğaz Köprüsü’ne doğru bir bakış atacaktı. Bazı sabahlar kendisi işe yetişmek için koştururken kısacık şortlarıyla sahil boyu koşu yapan turistlere denk gelirdi. Sevgilileriyle yan yana, sabah sporlarını dünyadaki en güzel manzaranın kenarında yapan talihli insanlardı bunlar.

‘Yıllardır İstanbul’da yaşıyorum. Yıllardır her sabah bu istikametten otobüse yetişmeye çalışıyorum. Ama bir pazar gelip koşmadım şu manzarada. Hem nasıl koşacağım ki? Hadi koştum sonra? Terleyeceğim. Bunların otelleri burada bir yerlerde. Terleyince dönecekler otellerine, duş alıp keyiflerine bakacaklar. Ben nerede duş alacağım? Duş almadan bu manzaranın keyfi terli terli çıkar mı? Oturur bir yerde çay filan içerim bende herhalde’.

Kendi kendine yaptığı bu konuşmayı kaç kez tekrar etiğini unutmuştu. ‘Düşün ki Paris’te çalışıyorum. Her gün işe giderken Eyfel’in önünden yürüyorum. Ne romantik ne sinematik bir görüntü olurdu değil mi? Aslına bakarsan benim yaşadığım hayatta ondan pek kalası değil. Kim bilir dünyada şu anda benim olduğum yerde olmak isteyen kaç insan vardır. Belki bir yerlerde insanlar şu anda İstanbul’da olmanın verdiği hazzı yaşamak için planlar yapıyor, biletler alıp tam da benim yürüdüğüm yerlerden yürümek için zaman kolluyorlardır.

Keyfi yerine gelmişti. Yaşadığı hayatın o kadar da monoton olmadığına kanaat getirmek üzereydi. Birazdan usulca kıyı boyunca ilerleyecek Kadıköy ve Üsküdar vapurlarından inen yolcuları da önüne katarak Galata Köprüsü’nün altından peronlara ulaşacaktı. Peronlara vardığında manzarası tükenecek miydi? Hiç de bile. Kafasını kaldırıp şöyle biraz yukarılara doğru baktığında Süleymaniye ile göz göze gelecekti.

Sigarasının bittiğini fark etti. İzmariti baş ve orta parmaklarının arasına sıkıştırıp kendisinden birkaç adım öteye fırlattı. Kennedy caddesi ile Ankara Caddesi’nin kesiştiği yerdeki trafik ışıklarındaydı. Tam karşıya geçmeye hazırlanıyordu ki bir taksi kornaya basarak önünden geçti. Adımını yola atmış olsaydı taksi ayakkabısının topuğuna basmakla kalmayacak onu kaldırıma geri fırlatacaktı.

Kornayla irkilen gözleri trafik ışıklarına takılınca yayalara kırmızının yandığını fark etti. İkisi kadın biri erkek üç kişilik turist grubu da onunla birlikte ışıklarda beklemeye başlamıştı. Kadınlar elleriyle karşı kıyıyı gösteriyor yanlarındaki adam ise onlara katılmadığını gösteren yüz ifadeleriyle dinliyordu. Saatini tekrar kontrol etti. İnşallah bana bir adres sormazlar diye dua ediyordu içinden. Sabah sabah bir de İngilizcesinin yetersizliği ile yüzleşmek istemiyordu. Otobüsün kalkmasına sekiz dakika vardı. Yol sakinlemişti.

Birisi iyi giyimli diğeri zayıf iki kişi daha onlara katılarak ışıklarda beklemeye başladı. Şimdi altı kişilerdi. Işıklar hala yayalar için kırmızıyı gösteriyordu. Grubun dışından bir adam gayet rahat hareketlerle yanlarından geçerek boş olan yoldan karşıya geçti. Onun geçtiğini gören ve gruba sonradan eklenenlerden zayıf olanı da yolun boşluğundan faydalanarak kendisini deniz kenarına atabilmişti. Göz ucuyla turistleri kesti. Kadınlar uğraşlarını bitirmişler şimdi sadece ışıklara odaklanmışlardı. Kimse konuşmuyordu.

İyi giyimli olanın da sabrı nihayete ermiş olacak ki o da dayanamayıp atladı yola. Birkaç adım atmıştı ki hız kesmeden kendisine doğru yaklaşan araçtan paçasını kıl payı kurtarabildi. Kendisini sağlama aldıktan sonra da kornaya uzun uzun basarak yoluna devam eden aracın arkasından ellerini sallayıp ‘Ne var be ne var, Ayı’ diye bağırdı.

Turistlerin gözünün önünde cereyan eden bu sahnelerden hiç hazzetmiyordu. Işıklarda beklemenin ne derece medeniyet ölçüsü sayıldığı ile ilgili epey kanıya sahipti. İçinden kırmızıda geçenlere saydırmaya başladı. Onlar an itibariyle medeniyete karşı en ağır suçları işlemiş birer caniden farksızdı gözünde. Hele bir de turistlerin önünde küfürleşmek, el kol hareketleri filan. Olacak iş mi diye söyleniyordu. Kadınlar az önceki sahnenin şokuyla bulundukları yerden birer adım daha geriye çekilmişlerdi. Ellili yaşlarında olduğunu düşündüğü, tişörtünü bej renk kaprisinin içerisine sokmuş erkek turist ise elleriyle sırt çantasının iplerine tutunmuş az evvel karşıya geçen adamın arkasından bakıyordu.

Bu iş böyle olmaz diye düşündü. Bizler de medeni insanlarız. Hata yapanlarımız olabilir ama bu turistler ülkelerine gittiklerinde Türklerin trafik kültürünün olmadığını anlatmamaları gerek. İşte kendisi bir Türk’tü ve şu an onlarla birlikte ışıklarda bekliyordu. Hem de işe yetişmesi gerekirken. Bir şeyler yapmalıyım diye düşündü. Bizi yanlış tanımasınlar. Telefonla konuşmak geldi birden aklına. Eğer telefonla konuşur gibi yaparsa kendisinin de Türk olduğunu kaşı tarafa hissettirebilirdi. Üstelik acelesi olan bir Türk. İşe geç kaldığı halde boş yolda ışıkların yeşile dönmesini bekleyen bir Türk. Telefonunu çıkarıp bir şeyler mırıldandı. Turistlerin duyması için de sesini biraz yükselterek konuşmaya özen gösterdi.

‘Işıklarda bekliyorum şu anda. Evet çok acelem var. Trafik ışıklarındayım, geleceğim’.

Geriye çekilen kadınların kendisine bakıyordu. Kaprili turistte kafasını çevirmiş onu süzüyordu. Kendisini role kaptırıp fazla sesli konuştuğunu fark edince telefon oyununu aniden sonlandırdı. İki bağırma sahnesi gerçekleşmişti turistlerin gözleri önünde. Bu kadar bağırma yerliler için fısıltıdan sayılırdı fakat şu an durumun vahameti başkaydı.

Türkleri ışıklarda beklemesini bilen bir millet olarak tanıtmak isterken kamusal alanda bağırarak konuşan bir millet olarak tanıtmıştı yanlışlıkla. Bu olmadı, dedi kendi kendine. Şimdi hem sabırsız hem de yüksek sesle konuşan bir millet olduk. Az önce bir an evvel yeşile dönsün de kurtulayım diye beklediği ışıkların süresinin azaldığını hissedebiliyordu. Fakat hala içinde bulunduğu durumdan Türklerin lehine bir puan kazanamamıştı.

Ne zordu medeniyet elçisi olmak. Onlarca devlet kurumunun devasa bütçeler eşliğinde üstlendiği Türkiye’yi tanıtma görevi şu an onun omuzlarına yüklenmişti. Üzerine düşündükçe olayı milli gurur meselesi haline dönüştürüyordu zihni. Milli maçta son dakikalara yaklaşılmış da kurtarıcı olarak oyuna sürülen forvetin ayağına gelen pozisyonları dışarı vurması gibi bir histi bu. ‘Bağırmayacaktım, ne diye bağırarak konuştum sanki. Allah’ım bu ne bitmez ışıkmış. Biz de medeniyiz be oğlum inanın bize’.

Kıvranmalar devam ederken yeşil yandı. Gayet sakin adımlarla karşıya geçmeye başladı turistler. İşte fırsat kaçmış, bu iş burada bitmişti. Üç turiste daha rezil oldu güzelim ülkemiz diye hayıflanarak grubun arkasına takıldı el mahkûm. Karşıya geçesi kaçmıştı. Adımlarını hızlandırıp önündekileri geçmek istedi. Bu cendereden kurtulursa otobüse yetişecekti. Fakat o ne? Erkek turistin sırt çantasının küçük cebi açık kalmış. Cepten de sallanan bir şarj kablosu adamı terk etmeye hazırlanıyor adeta. Kadınlar kendi aralarında konuştukları için durumun farkında değiller. Tekrar yavaşlattı adımlarını.

‘Söylesem mi söylemesem mi? Ulan böyle bir şey İngilizcede nasıl söylenir ki? Translate den mi baksam acaba. Yok be bunca çabaya değer mi. Ben söylemesem iki adım sonra kendileri fark edecek zaten. Ya da elimle işaret ederek mi göstersem. Yok o daha sıkıntılı. Şimdi anlamazlar filan durduk yere gaspçı konumuna düşürmeyelim kendimizi. Söylerim aslında ya. Vardı ben de o kadar İngilizce. Açık open dı. Cep de pocket. Çantanızın cebi açık kalmış. Ama küçük cep açık kalmış. Detay vereyim ki bizi zırcahil sanmasınlar. Evet cümle uzun olmalı. Uzun olursa daha güvenilir olur. Small pocket demem lazım onun için’.

Kafasında cümleyi tamamlamıştı nihayet. Ödü kopuyordu kadınlardan biri farkına varacak da adama çantasının cebini kapattıracak diye. Onca çabanın boşuna gitmesi demekti bu. Bir hırsız olsaydı, o cebin kapanmasından bu kadar rahatsızlık duymazdı belki de.

Tam seslenecekken bir pürüz daha çıktı. Dur lan, dedi. ‘Şimdi direk konuya girmek olmaz. Önce bir nida etmeli ki adam dönüp bana baksın. Öyle damdan düşer gibi söylemek kabaca olur. Ne diyorlardı İngilizcede, excuse me, heh. Excuse me derim. Adam bana bakınca da yapıştırırım cümleyi. Yoksa sorry miydi ya. Yok be bi kabahatim mi oldu ki sorry diyeyim. Excuse me de geç işte’.

Grubun arkasından onları süze süze gidiyordu. Kafasının içi kazan gibiydi. Şu işin hakkından bir gelebilirse hem kendi hanesine hem de ülkenin hanesine bir artı yazdırabilecekti. O bunları tasarladığı sırada kadınlar arkalarından kendilerini izleyen yabancıya dönüp dönüp bakıyorlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Bu yabancının adımlarını hızlandırdığını fark eden kadınlardan biri erkek turistin koluna girdi hemen. Öteki kadın da adamın diğer koluna girip bir şeyler fısıldadı. Adam kadının sözlerinden sonra yüksek sesle kendisine doğru yürümekte olana çıkıştı. Bağırıyordu. Ne olduğunu kavrayamadı. Turistler kendisine öcü görmüş gibi bakıyor erkek olanı sürekli bağırıyordu. Durumu ilk fark eden kadın adamın çantasının küçük cebinin fermuarını çekti. Adam çantasını sırtından eline aldı.

Olaylar o kadar ani gelişmişti ki turistlerin bağırmasına rağmen eliyle çantayı işaret etmeye devam ediyordu. Sonra bir anlığına durdu. Tamamen yanlış anlaşıldığını kadınların ondan koktuğunu yeni fark ediyordu. Durum o kadar karmaşıklaşmıştı ki bunu açıklamaya İngilizcesi asla yetmezdi. Hele o anın verdiği psikolojik gerilim ile durumu Türkçe bile açıklayamazdı.

Pes etti. Medeniyet temsilciliği görevinden istifa etti. Koşmak istedi. Ağlamak istedi. Utandı. Medeniyet ne zor işti…

--

--